Tepe tepe “Histanbul”

Galatasaray’daki bir garajdan, kentimizin en yenilikçi sahnelerinden birini yaratmış olan Övül ve Mustafa Avkıran, yanlarına ünlü çizer Kemal Gökhan Gürses’i de alarak, çok değişik ve tüm “damardan” İstanbulluların büyük bir beğeni ile izleyecekleri bir kent portresini çizmiş – sazlı/sözlü, düşündürücü/uyarıcı – ve de eğlendirici… Sadece 21, 27 ve 28 Şubat’ta Garajistanbul’da – kaçırmayın!

-
18 Şubat 2009 Çarşamba

“Bugün birer somut ‘açık hava müzesi’ olarak, kuşkusuz üstün turistik değerleri olan Efes veya Pompeji örenleri veya - daha geniş boyutlara uzanacak olursak - İskenderiye, Atina, Roma, Paris, Londra gibi kentler, sadece kendi ulusal uygarlık tarihlerine has belirli bir-iki dönemin izlerini taşımaktadırlar. ‘İstanbul Müzesi’nin gezilip görülecek ‘salonları’ ise gerek yapıtları, gerekse halkları açısından, tüm diğer kentler ile kaşılaştırılmayacak zengin bir çeşitlilikte…” diye yazmıştım, Toplumsal Tarih Vakfı’nın Temmuz 1998 sayılı dergisinin “Bir Müze-kent İstanbul” dosyası için… Ne var ki, çok katmanlılığı ile eşi bulunmayan bu kentimizin sorunları da bir o kadar çok yönlü – topografik olduğu kadar toplumsal, ekolojik olduğu kadar ekonomik açıdan – ve bu nedenle (an azından doğuştan) İstanbullu olanlar, bu dünya kentine karşı duydukları derin sevginin/tutkunun yanı sıra, büyük bir burukluk taşırlar yüreklerinde…

Galatasaray’daki bir garajdan, kentimizin en yenilikçi sahnelerinden birini yaratmış olan Övül ve Mustafa Avkıran’a, birlikte çalıştıkları Hollanda’daki Kosmopolis proje yönetimi tarafınca İstanbul’daki yaşam hakkında bir oyun ısmarlanmıştı… Bu tür bir çalışma, ülkenin etnik dinamizmi, göç hareketleri ve kadın hakları gibi toplumsal sorunlarını eleştirel biçimde sahneye taşımış olan bu sanatçıların elinde hiç kuşkusuz “bosphorus/bellydance/bazaaar” üçlemesinin çok ötelerinde, kentin içe ve dışa yönelik sorunlar yumağını içerecekti – ve öyle oldu da..!

Her şey “yedi”şer…

Bugüne dek önce 5.Sokak Tiyatrosu, ardından garajistanbulpro adı altında değişik sanat dalları ile birlikte kotardıkları oyunlardan müzik ile ele ele giden “Ashura”yı daha 2004 yılında bu sütunlara getirmiştik… Ardından koreografik (“camadamlar”), videoya yönelik (“Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse”) ve yine müziğe ağırlık veren (“İstanbul’da Bir Dava”) çalışmalar ile göz dolduran Avkıran’lar, bu yıl çizgi roman displinine el attılar..! Bu sanat türüne ilgi duyanlarınız, Cumhuriyet’deki “Ağaç Yaşken Eğilir”, Hürriyet’deki “Zontelektüel Abdullah” ve Radikal’deki “Şu benim 35 Yaşım” veya “Ayşegül Savaşta” dizileri ile Kemal Gökhan Gürses’i anımsayacaktır… İşte, Gürses’in yine Cumhuriyet Gazetesi’ne çizdiği “Histanbul” başlıklı çizgi romanı, şu sıralarda garajistanbul sahnesinde izleyebileceğiniz aynı adı taşıyan oyunun temelini oluşturuyor.

Dostlukları yıllar öncesine dayanan Kemal Gökhan Gürses, Mustafa Avkıran’ın çağrısına uyarak,  bu proje için bu çizgi romanını yeniden kaleme aldı, yeniden çizdi ve kısmen seslendirdi de… Öykünün ana konusu, zemin etüdleri yapan jeolog Ali Bora’nın bir akşam sokakta karşılaştığı genç kadının İstanbul mu, yoksa bir düş mü olduğunu anlaması için kentin yedi tepeyi dolaşmasını içeriyor. Bu yolculuğu boyunca, ilk bakışta aşık olduğu genç kadın ile çeşitli ortamlarda karşılaşıyor, önce birlikte tutuklanıyorlar (ve geçirdiği “bekâret kontrolü”nde “temiz” çıkıyor İstanbul!), daha sonra kendisine gecekondu mahallelerinde rastlıyor – veya yeni dikilmiş bir “plaza”nın tepesinde, ona bu akıllı binayı anlatan bir “executive secretary” kılığında… Yedi meze tarifi (basın bültenine göre oyunda varmış – ben çoğunu kaçırdım, açıkçası..!!), sanat musikisinden arabeske yedi İstanbul şarkısı, sonuncusu rap ritmiyle okunmuş yedi İstanbul şiiri dinliyoruz, yedi animasyon izliyoruz oyun boyunca... 45 derecelik açılar ile izleyicilere yönelik durumdaki iki beyaz platformun üzerinde gidip geliyor genç (Mehmet) Ali (Ala)Bora ve Roza Erdem, aralarında bakışarak, az da olsa konuşarak, gene her iki platformun üzerine yansıtılan çizimler ile zaman zaman cebelleşerek…

Kişisel devinimler ve çizimlerin platform/ekranlara yansıtılması, ayrı bir ustalık gerekiyor – bunu gerçekleştiren Ata Güner, Cem Barışcan ve Nail Pehlivan’a her şeyden önce büyük birer alkış! Münir Nureddin Selçuk ve Sezen Aksu gibi bestecilerin şarkıları yanı sıra özgün çalışmaları ile katkıda bulunan, anladığım kadarıyla Türkiye’den çok Hollanda’da bilinen genç Evrim Demirel’e de böylece merhaba…

İşte gerçek bir “yazar/çizer”!

Oyunculara gelince – Mehmet Ali Alabora’yı galiba ilk kez sahnede görüyorum; kendisini garajistanbul’un yöneticisi olarak bilmemin yanı sıra; Roza Erdem’i ise, son olarak “İstanbul’da Bir Dava”da olmak üzere, bu sahnede daha önce izlemiştim. Her iki genç oyuncu, ara verilmeksizin bir buçuk saat süren oyun boyunca iyi birer sınav veriyor; tabii ki, başta Övül Avkıran’ın koregrafik yönetiminin ışığında – ancak özellikle bu konuda, Erdem’e kanımca gerektiğinden çok “mekanik” devinimler yüklendiğini belirtmeliyim ki, böylesine “düz” bir yürüyüş biçimini, bunca tatlı gülümsemeleri ile bağdaştıramadım açıkçası… Bildiğim kadarıyla konservatuar dışında özel bir şan eğitimi almamış olan Roza Erdem’in bu konudaki performansı, oyunu izlediğim akşamki ilk şarkı dışında çok başarılıydı. Alabora’ya yakıştırılan biraz Şarlo’vari giysi ve makyajın amacı, “Alibora” saflığının/şaşkınlığının altını çizmek idiyse, kendisi o rolünü özellikle ilk sahnelerde hakkıyla yerine getiriyor.

Oyun gücü, koreografi, yönetim, müzik tasarımı, teknik donanım – tüm bunlar bir yana, beni “Histanbul”da en çok cezbeden, Kemal Gökhan Gürses’in başarımıydı… Karakteristik çizimleri bir yana, bu yoldan yarattığı (bazılarımıza aslında yabancı olmayan) tiplemelere gene son derece uygun biçimde yakıştırdığı sesledirmeleriyle aslında bir sürpriz sundu bizlere..! Metinlere gelince – ne yazık ki, oyun izlerken not almak olası değil ve çoğunu da anımsayamıyor insan, ancak kullanılan repliklerin hemen tümü, İstanbul’un “karın boşluklarını” buluyor tam anlamıyla ve böylece izleyicileri eğlendirirken, düşündürüyor/uyarıyor da (bu yoldan, Bertolt Brecht’in “tiyatro tanımı”nı da anımsatarak…). Tabii ki, Ali Bora’nın kentin zemin etüdlerini yapmakla görevlendirilmiş bir jeolog olmasının anlamı, tümümüzün bir “zaman bombası”nın üzerinde oturduğunu simgelemeye yöneliktir – ve özellikle binaların temellerine önem vermeyen, çoğunun birer “Temel” olduğu müteahhitlerden dem vuruyor oyunun yazarı. Metinlerin “hiç bir zayıf noktası yok mu?” diyecek olanlara ise şu yanıtı vermek isterim: Oyunun yedi ayrı bölümü, kimi düşsel yedi tepede konumlanıyor ki, bunları Gürses Gelgeltepe, Tepegir, Sultantepe, Entepe, Teneketepe, Konstantepe, Titrektepe diye adlandırmıştır – ve burada beni rahatsız edici bir zorlama gördüm (belki de yazar içinden içinden “ah, İstanbul keşke sadece beş tepeden oluşsaydı da, o denli zorlanmasaydım..!” demiştir gibi bir yakıştırma, çok mu “kötü niyetli” olur???).

“Histanbul”, kanımca iyi bir “karma” sunuyor tiyatroseverlere: Bir yandan, örneğin M.N.Selçuk’un “Kalamış”ı gibi bazı popüler ezgileri kullanırken özgün bestelere de yer veriyor; metinleri Yahya Kemal, Tevfik Fikret, Orhan Veli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Can Yücel ve Atilla İlhan’ın İstanbul şiirleriyle süslerken, çağdaş eleştirileri de art arda sıralıyor... (ancak, tüm bu bestecilere/şairlere niye hiç değinilmiyor, program kitapçığında?!?) Ancak en önemlisi, hiç bir kesim, kentimizin hiç bir halk tabakası kurtulamıyor Gürses’in sivri kaleminden – ve bence oyunun gücü, işte buradadır..! 

***

Galasına gidemediğimiz ve ancak yeni izleyebildiğim oyunun eleştirisini aslında “Tiyatro... Tiyatro...” dergisinin Mart sayısına yazacaktım, ancak öğrendiğim kadarıyla, “Histanbul”un son gösterileri 20, 21 ve 28 Şubat günleri olacak – ve dolayısıyla bu oyunu sizlerle bu hafta paylaşmak istedim – kesinlikle kaçırmamanız için!!! (www.garajistanbul.org -  0212 244 44 99 )