‘1933 Üniversite Reformu Atatürk’ün benzersiz dehasının bir başka ürünüdür’ (1)

Yedi yıldır 1933 Atatürk Üniversite Reformu ve Hitler’den kaçıp Türkiye’ye gelen Yahudi bilim adamları ile ilgili araştırmalar yapan Mesut Ilgım, bu konu hakkında Şalom’a özel iki haftalık bir yazı dizisi hazırladı. İlk bölümde Üniversite Reformu’nun gelişim süreci inceleniyor

Perspektif
11 Şubat 2009 Çarşamba

Mesut ILGIM

Tarihimiz, hatta yakın tarihimizle çok barışık bir toplum olduğumuz söylenemez. Hatta benim gibi ellili yaşlarını çoktan gerilerde bırakmış kimseler bile, eğer özel merakları yok, belli tarihi konularını ilgi alanı olarak seçmemişlerse, en son lise sıralarından veya üniversite eğitimleri sırasında “mecburen” aldıkları inkılap tarihi dersleri ile sınırlı kalır bütün tarih bilgileri.

Son senelerde, İlber Ortaylı, Murat Bardakçı gibi kişilerin özel çabaları ile tarih daha popüler hale getirilmeye başlandı; bunların yanı sıra Prof. Halil İnalcık gibi büyük isimlerin otobiyografileri de yayınlanmaya başlanınca, tarihe olan ilgi ivme kazandı. Tarihi kişiliklerle ilgili ister roman türünden olsun, ister anı kitabı olsun, sayıları hızla artan yayınlar da buna eklenince, pek çok kimse tarihi başka bir gözle, başka ve daha da önemlisi daha akılcı bir yaklaşımla okuyup anlamaya başladılar. Bunun sonucunda da “tarihi yalanlar” diyebileceğimiz bir takım mitler birbiri ardına yıkılmaya başladı.

Benim bu yazı dizisi ile sizlere aktarmak, sizlerle paylaşmak istediğim konu ise oldukça yakın bir tarihle ilgili. Hepsi hepsi üç çeyrek asır kadar geçmişi olan bir konu.

Çocukluğumda, bazıları babamın da dostları olan ve Hitler zulmünden kaçıp Türkiye’ye yerleşen birtakım bilim adamlarının, doktorların isimleri evimizde konuşulurdu. Hatta yakın bir dostumuzun eşi olan bir hanım da, o zamanların Fatih’inde bir tek babamın bir yazı makinesi olduğundan, akşamları bizim eve gelir ve doktora tezini yazardı. Sonraları bu hanımın (Prof. Dr. Saadet Ergene Bayramoğlu), Almanya’dan göçen bilim adamlarından efsane isim Prof. Curt Kosswig’in asistanı olduğunu öğrenecektim. O eski Erika yazı makinesinde yazılan, Saadet Hanım’ın “Türkiye Kuşları” adlı ve bana ithaflı kitabı, hâlâ sıkça başvurduğum bir referans kitabı olarak kitaplığımda durur.

2001 yılı sonunda aktif çalışma hayatımı noktalayıp da emeklilik günlerimi renklendirecek bazı uğraşlar planlarken, o zamanki Alman Başkonsolosu Reiner Moeckelmann’dan aldığım bir telefon, önüme o zamana kadar sadece, az önce de değindiğim bazı küçük tesadüflerin dışına çıkmayan, bu mülteci Alman Bilim Adamları konusunu çıkarttı. O günden beri gerek Türkiye’den, gerekse de yurt dışındaki sahaflardan temin ettiğim bu konu ile ilgili çok sayıda kitap, her seferinde önüme yepyeni ufuklar açtı. Araştırmalar ilerledikçe de karşıma birbirinden değerli, biribirinden ilginç bilgi ve belgeler dökülmeye başladı.

Ulaştığım ilk kaynak, bu yabancı bilim adamlarının en önemlilerinden biri olan Prof. Ernst Hirsch’in “Weimar Cumhuriyeti’nden Atatürk Türkiyesi’ne” alt başlıklı, “Anılar” adlı kitabı oldu. Bu kitabın ilk çevirisi daha 1985 yılında yapılmış ve o tarihte İş Bankası Vakfı tarafından yayınlanmıştı. O zaman kitabın bir kısmını okumuş, bir kenara kaldırmışım. Sonraki senelerde ve bugün hâlâ bu kitap TÜBİTAK Yayınları arasında yer almakta, şimdilerde de 10. baskısını yapmış durumda.

Bir vesile ile, geçtiğimiz günlerde görüştüğüm Ernst Hirsch’in Türkiye’de dünyaya gelen ve babasının bir Türk ismi verdiği oğlu Enver Hirsch; bu kitabının Türkiye’de hâlâ basıldığını, hatta 10. baskıya ulaştığını duyunca, telefonda ağlamaklı bir sesle, kitabın Almanya’da artık ilgi uyandırmadığı için son nüshalarının da kitabı çıkartan yayınevi tarafından hurda kağıt olarak satıldığını söyledi.

Ancak, 2008 yılı içinde, aralarında benim de bulunduğum ve bu büyük ismin, bu büyük adamın tarihin karanlıklarına gömülmesine yürekleri elvermiyen bir avuç Hirsch dostunun gayretleri ile, kitabın, Hirsch’in sadece Türkiye yıllarını anlatan bölümü, Almanya’da tekrar yayınlandı.

Yine Almanya’daki bir sahaftan edindiğim Prof. Fritz Neumark’ın “Boğaziçine Sığınanlar” adlı kitabını da okurken, o insanların hangi koşullar altında bu ülkeye sığındıklarını, neler yaşadıklarını ve de ülkemize neler kazandırdıklarını her seferinde daha büyük bir heyecanla, duygu fırtınaları içine savrularak yaşıyorum.

Bu olayın mimarlarından biri olan patalog Prof. Philipp Schwartz’ın “Kader Birliği” adlı yapıtı da olayın boyutlarını, o tarihlerde yaşanan heyecanı bütün ayrıntıları ile anlatıyor.

Nihayet bütün bu araştırmaların taçlandırılması, diye nitelendireceğim olay da 2006 yılının Ekim ayında yaşandı. Başbakanlık arşivlerinin tozlu raflarında 75 yıllık bir kış uykusuna yatmış olan, tartışmasız asrın en büyük dehası, Prof. Albert Einstein’in Atatürk’ün Cumhuriyeti’ne yolladığı bir başvuru yazısı elime geçti.

Bundan sonra olaylar çorap söküğü gibi gelişti ve bu yazının 29 Ekim 2006 günü Hürriyet Gazetesi’nde, dostum Murat Bardakçı tarafından yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Amerika Birleşik Devletleri’nden, daha evvel tanımadığım bir araştırmacıdan (Arnold Reisman), Einstein’in mektubuna, dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün yolladığı cevap yazısı da elime geçti.

Bu her iki yazı ve içerikleri konusunda biraz sonra daha ayrıntılı bilgi vereceğim. Ama şimdi, kısaca 1933 Üniversite Reformu ve çoğu Yahudi kökenli, tartışmasız çağlarının en önemli bilim adamları konusunda biraz bilgi vereyim.

Atatürk’ün benzersiz dehasının bir başka ürünüdür 1933 Üniversite Reformu.

O tarihlerde, İstanbul’da “Darülfünun” adıyla kurulmuş ve Fransız modelinden esinlenerek oluşturulmuş bir üniversite vardır. Diğer yandan sayıları 300-400 civarında tahmin edilen medrese ile, askeriyeye ait 4 yüksek okul ve nihayet (şimdiki adı ile Mimar Sinan Üniversitesi) Sınai-i Nefise mektebi. Bu sonuncusu güzel sanatlar alanında eğitim vermektedir. Darülfünun da ise klasik bir üniversitenin hemen hemen bütün bölümleri mevcuttur. Ancak Darülfünun üzerinde ciddi bir kontrol mekanizmasının (özellikle din adamları tarafından) olduğu da biliniyor.

Nitekim Darülfunun yaşamı boyunca 10 defa kapatılır. Sonuncu kapatılması, tıp fakültesinde canlı kediler üzerinde deney yapıldığı yolunda bir ihbar üzerine gerçekleşir ve Darülfünun tam bir sene kapalı kalır.

Atatürk bütün bunları biliyor, izliyor ve yakınındaki kişilerle de sık sık tartışıyordur. Atatürk’ün bilim, eğitime ve bilim adamına verdiği değerin örneklerini pek çok sohbetinde, yazılarında; dost ve yakın mesai arkadaşlarının daha sonra yayınladıkları anılarında görmek mümkün.

Nitekim bu olgunun en büyük delillerinden birisi de Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı süresince ülkedeki bütün öğretmenleri, üniversite öğretim üyelerini, seferberliğe dahil etmemiş olmasında görülür.

Atatürk, kurtuluş savaşının zaferle sonuçlanmasından sonra, pek çok konularda yenilikler yapmakta, batının en başarılı örnekleri, genç Cumhuriyet’in kurum ve kuruluşlarına adapte edilmektedir.

İşte bu evrede, zamanın Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip görevlendirilir. Darülfünun ele alınacak, incelenecek ve modern çağın hedef ve beklentilerine göre yeniden şekillendirilecektir. Reşit Galip, İsviçreli pedagog ve üniversite organizasyonlarında deneyimli bir kişi olan Prof. Albert Malche ile temas kurar ve onu ülkeye davete eder.

Malche Türkiye’ye gelir ve bu ilk gelişinde bütün kurum ve yetkilileri ile uzun görüşmeler, incelemelerden sonra ülkesine döner ve kısa bir süre sonra, pek çok öneri içeren 95 sayfalık bir rapor gönderir.

Bu raporun tamamı üzerinde Atatürk’ün el yazısı ile tuttuğu notlar incelendiğinde, Atatürk’ün tartışılmaz dehası, büyüklüğü bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu notların içeriği, özellikle üniversite ve bilim adamının bağımsızlığının ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Öğrencinin sosyal bir katman olarak üniversite yaşamına nasıl entegre edilmesi gerektiğine dair öneriler vardır.

Aynı tarihlerde Almanya’da Hitler iktidarı eline geçirmiştir ve öteden beri hazırladığı ve “Mein Kampf” adlı kitabında da çekinmeden açıkladığı caniyane planlarını da bir bir uygulamaya koymaktadır. Bunlardan birisi de Yahudi asıllı veya eşi Yahudi olan, komünist veya Hitler karşıtı söylem ve davranışları belli olan üniversite öğretim üyelerinin işlerine son vermek. Bu uygulamanın sonucunda, bir gecede işlerinden olan ve sayıları 4000’lere varan bilim adamlarının büyük çoğunluğunun tek kusurları, Yahudi asıllı olmalarıdır. Oysa ki, bu insanların yaptıkları şey bilimdir, bilimi aktarmaktır.

İşte bu evrede, işlerine son verilen bu akademisyenlerin sözcüsü durumunda olan Prof. Philipp Schwartz, dostu Prof. Malche tarafından İsviçre’ye görüşmeye davet edilir.

Görüşmede, Malche, Schwartz’a Türkiye’deki yeni oluşumlardan bahseder ve arkadaşlarının böyle bir oluşumda yer alıp alamayacaklarını sorar. Schwartz’ın listesi yanındadır.

Malche aynı yıl içinde, çantasında Schwartz’ın listesiyle, üçüncü kez Türkiye’ye doğru yola çıkar.

Reşit Galip’le yapılan görüşme sonunda bu ilk grup için ilk 5 yıllık sözleşmeler imzalanır ve hemen hemen akla gelebilecek her daldan bilim adamları 1933 yılı sonbahar aylarında Türkiye’ye doğru yola çıkarlar. Bu ilk grubun büyük çoğunluğunu tıp adamları oluşturur.

Bu kişilere verilecek maaşlar oldukça dolgundur (emsalleri Türk öğretmenlerin 3-4 katı kadar), İstanbul’un iyi semtlerinde oturacaklardır. Ancak bir başka sözleşme maddesi gereği de, 3 sene boyunca derslerini tercüman kullanarak verecekler, ama en geç üç sene sonra Türkçe öğrenip, dersleri Türkçe olarak vereceklerdir.

devamı haftaya...