Holokost’ta sanatla direniş...

Holokost
12 Eylül 2008 Cuma

Berna SİDİ

Nazilerin asıl amacı Yahudileri tüm insani değerlerinden yoksun bırakmak; Yahudiliklerini ve insanlıklarını yoketmekti. Fakat Yahudiler ne pahasına olursa olsun insanlık onurlarını yitirmediler. Onlar, insan olmanın, insan kalabilmenin en önemli tezahürü olan yaratıcılıklarını, sanatı, herşeye rağmen ortaya koydular. Açtılar, çıplaktılar... Gün geçmiyordu ki sevdikleri birini yitirmesinler... Ama yine de yarattılar... Onlar, tüm umut ve inançlarıyla; korku, endişe, umutsuzluk ve çaresizlikle şiirler yazdılar, şarkılar bestelediler, bulabildikleri ufacık bir parça kömür dahi olsa kağıda benzeyen herşeyin üzerine resim çizdiler, kültürel faaliyetler düzenlediler.

Her ne kadar, gettolarda gerçekleşen bu kültürel etkinliklerin sıklığı, çeşitliliği ve doğası şartlara da bağlı olsa yapıları ortaktı. Çünkü hepsi manevi karşı koyuşun açık birer göstergeleriydi ve çoğu yasa dışı sürdürülmek zorundaydı. Her kültürel faaliyet Yahudilerin insanlıklarını tanımlamaları ve ifade edebilmeleri için birer araçtı. Bu etkinlikleri hazırlarken, sunarken kendilerine olan saygıları yüceliyor, kişisel değerleri yıkılmıyor, umutları güçleniyor, insanlık onurları yokolmuyordu. Bu kültürel aktiviteler, Naziler  “Nihai Çözüm”e yaklaştıkça, Nazi baskısına karşı direnebilmenin gerekliliklerinden biri haline gelmişti.

Her gettoda, bu faaliyetlerin, gerek yasal, gerek yarı yasal, gerekse yasa dışı sergilendiği birer “Kulturhaus - Kültür Evi” vardı. Temmuz 1940’tan birkaç ay önce Lodz Gettosu’nda Slonce sponsorluğunda enstrümantal bir grup müzik dinletileri sundu. Vilna Gettosu’nun “Kültür Evi” Vilna Gettosu güncecisi Herman Kruk tarafından kurulmuştu. Varşova Gettosu’nda ise birçok müzik akşamları düzenlendi. Lodz Gettosu’nda “Avant Garde Tiyatro Stüdyosu”nu kuran Moshe Pullover şöyle der:

“Açlığın gettodaki sert adımlarına rağmen getto atölyelerinden gelen şarkı seslerini duyabilirdiniz. Çalışırken şarkı söylediğinizde, herşeyi unutabilirdiniz, gettoda olduğunuzu bile... Bazılarımız şöyle derdi: ‘Bugün kilerde tiyatroya gideriz; yarın bodrumda piyes izlemeye gideriz.’ Birbirimizle şakalaşırdık. Gettodaki durumumuzun ne kadar ciddi olduğunu farketmezdik...”

17 ?ubat 1942’de Yidiş filolojisti ve tercümanı Zelig Kalminovitch’in önderliğinde, yüze yakın sanatçı, yazar, müzisyen ve aktörün katıldığı bir “Sanatçılar ve Yazarlar Organizasyonu” kuruldu. Bu grubun amacı çok kısa süre için bile olsa gettodaki yaratıcı gücü canlandırabilmek, oradaki çaresizliğin pençelerinden kurtarıp özgür kılabilmek, onlara, gelecekteki yaşamlarında da Yahudiliklerinden ödün vermeyecekleri konusunda umut verebilmek ve sanatçılara çalışmalarında destek olabilmekti.

Vilna Gettosu’nda şefliğini Wolf Dormashkin’in yaptığı senfoni orkestrası uzun süre piyanosunu beklemişti... Ama bu bekleyiş sonuçsuz kalmamıştı... 6 ay boyunca tuş, tuş, çekiç, çekiç, tel, tel, siyah tuşlar ayrı, beyaz tuşlar ayrı, parça parça gettoya gizlice sokulmuştu beklenen piyano... Böylece Wolf Dormashkin 40 kişilik bir senfoni orkestrasının şefliğini gerektiği gibi yapabilmişti... gettolara müzik aleti sokmak yasaktı. Bu yüzden Yahudi müzisyenler, enstrümanlarını, Nazilerin ellerine düşmelerini engelleyebilmek için, gettolara gitmek üzere evlerini terketmeden önce toprak altına gömüyorlardı. Müzisyenler gettoya girdikten sonra enstrümanlar toprak altından çıkarılıyor, duvarların altından geçen tüneller yoluyla gizlice ellerine ulaştırılıyordu. Bu cehennemin ortasında, tüm yasaklara rağmen bu orkestra 35’e yakın konser verdi. Tchaikovsky, Dvorak, Mozart, Chopin ve Beethoven’dan eserlerin yorumlandığı bu konserlerde dinleyicilere program bile dağıtılıyordu. Yahudiler ölümü değil yaşamı, hem de nitelikli olanı seçmişlerdi... Bunun dışında Vilna Gettosu’nda oda müziği konserleri de gerçekleşirken Yemenit ve Hasidik melodiler, halk şarkıları ve zaman zaman da Tevrat’tan alıntılar koro toplulukları tarafından İbranice seslendiriliyordu.

Yahudiler Nazilerin baskılarına ne pahasına olursa olsun sürdürdükleri yaratıcılıklarıyla başkaldırıyorlardı. Bu başkaldırışın en şaşkınlık verici olanlarından biri Vilna Gettosu’nda kurulması başarılmış konservatuvardı. Burada keman, piyano ve şan dersleri veriliyor, ellerinde avuçlarında kalan son ne varsa onu ödül olarak sundukları beste yarışmaları düzenleniyordu. Geleceğe dair hiçbir umudun kalmadığı böylesi bir karanlıkta bu yolla ufacık da olsa bir ışık yakabilmekti ümitleri...

Gettolarda tiyatro faaliyetleri de büyük önem taşıyordu. Oyunların konuları genelde hicvedilen getto hayatından alıntılardı. Böylece işkence içinde geçen günlük hayatlarına kısa bir süre için bile olsa gülümseyerek bakabiliyorlardı. Vilna Gettosu’nda İbranice ve Yidiş tiyatro eserleri oynanırken Varşova Gettosu’nda Yidiş ve Lehçe oyunların sergilendiği beş Yahudi tiyatrosu vardı. Tiyatro eserleri tabii ki perdeli, kulisli tiyatro sahnelerinde sergilenmiyordu. Tavan arasında oynanan oyunları seyredenler oyunun sonunda beğenilerini alkışlayarak da ifade edemezlerdi... Tiyatro yasaktı ve seyirciler beğenilerini göz kapaklarını açıp kapayarak sessizce ifade ediyorlardı.

Yahudiler gettolarda yer alan bu gibi kültürel aktivitelerle gösterdikleri toplu direnişin yanısıra bireysel olarak da yaratıcılıklarını ortaya koydular. Onlar, herşeye rağmen anlamlı ve onurlu bir yaşam sürme kararlılığında yaratıcılıklarının işkenceciler tarafından bastırılıp yokedilmesine izin vermediler. Getto ve imha kamplarının yıkıntıları arasında birçok Yahudi yazar ve sanatçının eserleri bulunmuştur. Yaratıcıları tarafından getto ya da imha kamplarında toprak altına gömülen eserler ise ancak savaşın son günlerinde kamplar serbest bırakılınca gün ışığına çıkarılabilmiştir.

Holokost’u tüm vahşetiyle yaşamış ve hayatta kalmayı başarmış Yahudi sanatçı Alexander Bogen şöyle der:

“Gettodaki yaratıcılık Yahudinin kendi maneviyatını koruyuşunun göstergesi, Nazi baskısına karşı edinilmiş manevi bir zırhtı. Eğer yaratıyorsanız, ruhunuzun bozulmasına asla izin vermeyeceksiniz demektir. Yaratıcı olmak Nazilerle savaşmanın bir yolu...”

 

Gettolarda ve imha kamplarında yaratılan tüm eserlerde benzer konular işlenmişti. Çekilen acılar; savaş öncesi yaşam; erkek kadın, anne baba çocuk sevgisi; intikam; direniş; inancın giderek kaybedilişi ve bunun tam aksi olan, tüm işkencelere rağmen inançlara bağlı kalış ve savaştan sonra olabilecek daha iyi bir gelecek için umut...

Yahudiler yarattılar... Kararlıydılar... Yaşama isteklerini ve insani değerlerini kaybetmemek, insan kalabilmek uğruna mümkün olan herşeyi yapmaya kararlıydılar... Yaratıcılığın ne pahasına olursa olsun devam etmesi, Yahudilerin direnme ve umut etme isteklerinin dışa vurumuydu...

?iir ve şarkıların Nazi getto ve imha kamplarındaki bir Yahudiye ne ifade ettiğini en iyi, Yahudilerin Treblinka’ya toplu sürülüşünün başlangıç günü olarak Sukot Bayramı’nı seçen Nazilere direnerek Sukasında kalmakta ısrar eden bir Hasidin sözlerinden anlayabiliriz:

“Almanlar benden ne alabilirlerdi ki? Belki bedenimi, o kemik dolu torbayı. Ama ruhum üzerinde hiçbir güçleri yoktu... Bizim Yahudi ruhumuz teslim olmayacaktı, ruhumuz hala özgür, şarkılarımız da öyle...”

Getto ve kamplarda yazılmış şiirler ve şarkılar Kidduş Hahayyim, yani hayatı, varoluşu kutsamanın önemli bir unsurunu, Yahudilerin ruhlarına ve zihinlerine yerleşmiş iyimserliği yansıtır. En korkunç zulümlere karşı bile, yaşama sımsıkı sarılıp, dağılmaya ve yokedilmeye yenilmeme yolları aramaları işte bu iyimserliğin bir sonucudur. Yahudi geleneği, hayatta kalabilmenin sorumluluğunu hahamlara ve peygamberlere yıkmaz. Bu sorumluluğu asıl taşıması gereken bizzat Yahudinin kendisidir... Ve Yahudi, Nazilerin onun insan olmaya dair tüm değerlerini ortadan kaldırma çabalarına rağmen direnebilmeli, hayatını kutsayabilmeli, insan kalabilmeli, yaratabilmelidir. Bu artık onun sorumluluğudur... Yokedilmeyle karşı karşıya kalan Yahudiler ne kadar süreceği belli olmasa da anlamlı bir hayat yaşamaya çalıştılar. ?arkı söyleyip şiir yazmak bunun en güzel tezahürlerindendi. Gelecekle yapılan bir anlaşma, hayatın hala devam ettiğine dair bir ispat... Yazdığı ve bestelediği şiir ve şarkılarda Yahudiler kendi hayatlarını şekillendiren olaylara olan tepkilerini dışa vururlarken ister istemez içinde yaşadıkları topluluğun da duygularını ifade ediyorlardı. Çoğu zaman korku, endişe ve umutsuzluk içeren bu yapıtlar aynı zamanda cesaret ve umut da veriyordu. Vilna Gettosu’ndan şair Bliecher şöyle der:

“Yolcuğum beni nereye götürürse

götürsün

Ayaklarım son yolculuğumda

sendelemeyecek

Başım çaresizlikle eğilmeyecek

Ellerim titrek görünmeyecek

Ruhum bocalamayacak

?arkım ileriye ışık yollayacak

Ebedi kaderimle ilgili

Muhteşem rüyalarımızı zikredeceğim

Ayaklarım üzerinize sarkacak

Ve ben ölüme güleceğim”

Dindaşları yokedilirken yaşamakta ve yaratmakta direnen Yahudiler, Holokost’ta çektikleri acıların yanısıra, umutlarını, insanlıklarını ve yaratıcı ruhlarını belgeleyen birçok yapıt bıraktılar. Konuları oldukça geniş bir çeşitliliğe sahip resimler bu yapıtlardan bazılarıydı. Ruhlarını rahatlatan tabiat resimlerinden mahkumların kızgınlıklarını bastıran ve acılarını dile getiren vahşet ve işkence sahnelerine kadar... Tüm zorluklara rağmen onlar, bulabildikleri her tür malzemeyle, kömür, kireç hatta kül ile, imha kamplarında, sığınaklarda, gettolarda, bildiri kağıtlarının arkalarına varıncaya kadar kağıdı andıran herşey üzerine duygularını yansıttılar.

Gettolarda, imha kamplarında, türü ne olursa olsun, sanat mümkün müydü?... Evet, mümkündü... Yaratıcılığın ateşi böylesine bir felaketin karanlığında dahi parladı... Bu, insan ruhunun gizemlerinden biri... Dünya üzerindeki bu cehennemde bile, insanlıkları Nazilerin vahşetiyle yokedilmeye çalışılmış Yahudiler her tür işkenceye rağmen kültürlerine ve yaratıcılıklarına bağlı kalmayı başarabilmişlerdi... Naziler bedeni katletmeden önce ruhu tahrip etmeyi, yoketmeyi amaçlıyorlardı. Ancak Yahudiler, hayatlarının bu katillerin ellerine düşme riskinin farkında olmalarına rağmen, gerek açıkça gerekse gizlice şiirler ve şarkılar yazdılar, müzik icra ettiler, çizdiler, sanatsal etkinlikler düzenlediler. Ne pahasına olursa olsun, güçlerinin son damlasına kadar insanlıklarından ödün vermemeye çalıştılar. Onlar, herşeye rağmen hayatı kutsadılar. Onlar, yaratıcılıklarıyla, bedenleri pahasına dahi olsa, ruhlarını Nazilere teslim etmediler.

Onlar, son anlarına kadar ‘insan’ kaldılar.