Yaşadığınız topraklardaki tüm kültürleri kendi kültürünüz gibi hissedeceksiniz!

Müzikal yolculuğunda kendine çizdiği yolda cesaret ve kararlılıkla yürüyen, hedef ve ideallerinden asla taviz vermeyen piyanist/besteci Tuluyhan Uğurlu, Türkiye’nin en özgün ve kültürel değerleriyle bütünleşmiş sanatçılarından biri. Ülkenin dört bir yanında, farklı mekanlarda verdiği ve sadece kendi eserlerini seslendirdiği konserlerle dikkat çeken Uğurlu, 7 Eylül Yahudi Kültürü Avrupa Günü’nde bizlerle birlikte olacak

Tuna SAYLAĞ
3 Eylül 2008 Çarşamba

Bir akşam üstü Tuluyhan Uğurlu ile Beylerbeyi’nde gerçekleştirdiğimiz uzun ve sıcak sohbetten kesitler…

Sizin yaşınızda, sizin kadar ülkesinin tarihi, değerleri, kurumları ve kültürü ile özdeşleşmiş bir sanatçı görmedim; ülkemizdeki diğer genç klasikçilerden çok farklı bir portre çiziyorsunuz…

Yöresel değerlere basmayan hiç bir şeyin evrensel olamayacağına inanıyorum. Müzik tarihine detay olarak bakarsak başarıya giden bütün anahtarların yöresel müzikleri evrensel bir hale getirmeye çalışan gayret ve çabalardan oluştuğunu görüyoruz. Batı Avrupa Klasik Müziği’nde çok örnekleri var. Mesela Chopin, Polonya Halk Dansları’ndan esinlenerek yazdığı eserlerle muhteşem bir Chopin olmuş, mazurkalar, polkalar yazmıştır. Bach ne kadar inançlar üzerine çalışmış olsa da yazmış olduğu eserlerde halk danslarından etkilenmiştir. Keza Bela Bartok öyle, İnsanlar üzerinde yaşadıkları topraklarda kök salmış medeniyetlerden etkilenerek besteledikleri eserlerle evrensel başarıya ulaşıyorlar diye düşünüyorum. Bunu çok küçük yaşta keşfedip böyle bir yol izlemeyi kendime uygun gördüm. Ama burada önemli bir ayrıntı var: yaşadığınız topraklardaki tüm medeniyetleri kendi medeniyetiniz gibi göreceksiniz. Kendinizi bir kısmına yakın, bir kısmına uzak hissederseniz oyunu, hayatı, sanatı, her şeyi baştan kaybetmiş olursunuz.

Nedense yeterince anlaşıldığınızı ve değerinizi bulduğunuzu düşünmüyorum. Bir kısım müziksever ve müzik sanatçısı sizi görmezden geliyor, ne dersiniz?

Öyle bir şey yok. Siz beni daha güzel yerlere layık gördüğünüz için bu şekilde düşünüyorsunuz. Eğer ciddi bir müzik tarzıyla ilgileniyor, kılı kırk yararak çalışıyorsanız ve her şeyden önemlisi geleceğe, ölümsüzlüğe kalmak istiyorsanız, bir çok şeyden fedakarlık ettiğiniz gibi popülariteden de fedakarlık etmeniz gerek, öyle bir noktadayız. Öldükten sonra da adınızın anılmasını istiyorsanız hesaplarınızı yaşadığınız yüzyıla göre yapmıyorsunuz. Dolayısıyla gelecekteki insanlara bir takım mesajlar vermeye çalışıyor, oralara bir şeyler bırakıyorsunuz, popüler olmamanız gayet normal. Bazen kendime gerçekten kızıyorum, düşünüyorum da mesela Mozart’ın mezarı belli değil. Yaşadığı dönemde değer verilmiş, sonra yok edilmeye çalışılmış çok sanatçı var. Niye? Sisteme adapte olmadığı ya da farklı, yeni bir şeyler yapmaya gayret ettiği için. Ben biraz marjinalim, ama asla oynamıyorum ve bugüne yatırım yapmıyorum. Örneğin “Dünya Başkenti İstanbul” ben öldükten sonra da devam edecek olan sanatsal bir çalışmadır. Bunun için genç kuşaktan çok ciddi talipler var. Barış Manço’nun çok güzel bir sözü vardır: “İnsan öldüğü zaman değil adı anılmadığı zaman ölür”. Ben adımın anılmasını istiyorum.

Sadece kendi eserlerinizi seslendirmeniz bir nevi meydan okuma değil mi?

Tabii ki…Ben böyleyim, yaradılışım bu şekilde, Hayata hep farklı perspektiften bakarım, bunun için de özel bir çaba sarfetmiyorum. Hep aynı şeyleri görmekten, duymaktan sıkılan bir adamım. Evim de, arkadaşlarım da öyle…Bir yanım, özellikle sanat söz konusuysa, çok istikrarlıdır. Örneğin kendi eserlerimden başkasını çalmam, bu budur. Viyana Müzik Akademisi’nde öğrenciyken Klasik Batı Müziği eserlerini akademi çerçevesinde çalardım, yüzlerce konserim olurdu. Çok küçük yaşta profesyonel oldum. Dünyanın dört bir yanından gelmiş çok başarılı sınıf arkadaşlarım okulda Paganini, Bach, Rahmaninov’un eserleri ile boğuşurken benim boy boy afişlerim Viyana sokaklarını süslerdi.

İstanbul’u çok sevdiğinizi biliyorum…

İstanbul’a aşığım ama hiç görmediğim Kudüs’ün de hayalini kuruyorum. Orada bir konser vermeyi çok isterim. Bir fotoğraf sanatçısıyla birlikte geçen ay “Tanrı Şehri Kudüs” adlı bir çalışma yaptık. İnançların zenginliğini anlatan bir suit seslendirdim serginin (fotoğraf) açılışında. İstanbul inançların özgürce yaşandığı bir kent. Artık bu renklerden, bu zenginlikten daha çok nasiplenmemiz gerektiğine inandığım için bu tarz çalışmalar yapıyorum. Yani sanatçı kimliğimle toplumu bir nevi yönlendirmeye çalışıyorum ama bunu yönlendireyim çabasıyla yapmıyorum. İnsanlara biraz, bu şehirde yaşanmış ve yaşanacak olanlardan  hazineler sunmaya gayret gösteriyorum. İstanbul topraklarında yaşanmış olan farklı inançlardan esinlenerek eserler besteliyorum. Bir İstanbullu olarak  bunu yapmam çok normal. Gelecekteki bilinçli insanların bunu takdir edeceklerine. inanıyorum; bütün plan ve programlarım hep buna göre.

Biraz da Yahudi Kültürü Avrupa Günü’nde gerçekleştireceğiniz dinletiden söz edelim mi?

Mutlaka “Dünya Başkenti İstanbul”dan pasajlar çalacağım. Bu projenin hemen hemen başından beri birlikte çalıştığım çok sevgili Cako Taragano ile sahne alacağız o gün, iki üç parçayı beraber seslendireceğiz. Sefarad Sinagog İlahileri Korosu müthiş bir kültürü devam ettiriyor, Cako ile tanışmadan evvel çalışmalarını uzaktan takdirle izliyordum. Ve işte bu kişi ve bu topluluktur benle birlikte bu projede çalışacak olan ekip dedim ve kendisini aradım, büyük bir mutlulukla kabul etti. O günden beri kader birliği yapıyoruz. Onlarla aynı sahneyi paylaşmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Dünya Başkenti İstanbul projesinde Museviler’in bir yapı taşı olduklarına inanıyorum. Aynı şekilde Ermeni Cemaati’nden sevgili Kirkor Adruşan Halaçyan’ın da çalışmalarını takip ediyordum. Onunla da uzun bir zamandan beri birlikte çalışıyoruz. “İnançların Ortak Yaşandığı Kent” bölümü var  Dünya Başkenti İstanbul’da. Burada korolar ilahiler söylüyorlar. Bu ilahileri, yüzlerce yıldan beri gelen bir müzik geleneğini yaşatarak ve aslına sadık kalarak çok sesli müziğe adapte ediyorum.

Klasik Müziğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Aslında bu soruyu klasik müzikçilere sorsanız daha verimli bir cevap alırsınız. Yıllarca Klasik Batı Müziği eğitimi almış, bu müziğin ne kadar çileli, zor ve sabır gerektiren bir çalışma olduğunu gayet iyi bilen, klasik eserler icra etmiş biri olarak geleceğini biraz sıkıntılı görüyorum. Dünyada artık insanlar konser salonlarına tıkılıp müzik dinlemekten sıkıldı. Öksürmenin, konseri beğenmediğiniz zaman kalkıp gitmenin, istediğiniz yerde alkışlamanın ayıp olduğu bir ortamda bulunmak istemiyorlar. İletişimin bu kadar geliştiği bir çağda insanların eskisi kadar bu konserlere rağbet etmeyeceği kanısındayım. Ama bu şekil değiştiriyor. Chopin gibi, Brahms gibi eser yazmak bu devirde ne kadar doğrudur?  Başka bir müzik tarzı yap ama Brahms kadar kutsal olsun! Başka bir tını yakala ama Liszt’i aş! Çünkü sen başka bir insansın.Hedef  budur. İstediğiniz ülkede, dünyanın en ünlü virtüözündan Rahmaninov dinleyin; Rahmaninov’u Rahmaninov’dan daha iyi çalabilecek biri yoktur. O yüzden yaratıcılığınız devreye girebiliyorsa şayet yeni ateşler yakmanız lazım.. Mesela Matrix filminin bestecisi Don Davis’in bence Anton Bruckner’den pek bir farkı yoktur. Örneğin bir Philip Glass ya da John Cage klasik dönemdeki bestecilerden daha az mı önemlidir? Bu sanatçılar da 200 yıl sonra klasik olacaklar. Bu bir meşale…Işığı taşıyan eller değişebilir, tarz değişebilir ama ışık ölümsüzdür.

Siz kendinizi bir müzik adamı olarak nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben Klasik Batı Müziği bestecisi değil, çok sesli müzik bestecisiyim. Yöresel enstrümanlarla çok sesli enstrümanları aynı sahnede buluşturan bir müzik adamıyım. Bağlama bir kültürü, bir medeniyeti temsil eder; piyano da, fagot da bambaşka bir kültürü... Ama hepsi insanı temsil eder, öyle değil mi? Enstrümanların bir arada aynı sannede bulunması insanlığın kardeşliği demektir; işte Tuluyhan Uğurlu’nun da yapmaya çalıştığı, hayata bakış açısı budur. Mesela bir konsere gider, Mozart dinler ve konser sonunda “orkestra çok iyi çaldı, şef çok başarılıydı” gibi yorumlarda bulunursunuz. Ben olaya asla öyle bakmam. Eğer orada Mozart’ın o eseri başarıyla seslendirilmişse o demokrasinin zaferidir. Besteci, şef, orkestra ikinci plandadır çünkü çok sesli müzik demokrasidir, orada demokrasi kazanmıştır. İnsanlar eşit bir düzlemde aynı amaç için buluşmuşlar ve birlikte hareket etmişlerdir. Seyirci de onlara enerjisiyle katılmıştır. Önemli olan insanların birlikteliğidir ve güzellik budur.