Gece ile Gündüz’ün Gülbahar’ı: Rozet Hubeş

Hürrem Sultan’dan Madam Olga’ya; Chanel’den Seniha’ya onlarca karakterde izlediğimiz tiyatro dünyasının ödüllü sanatçılarından Rozet Hubeş, şimdi de Gülbahar rolüyle evimize konuk oluyor. Yaklaşık üç aydan beri Kanal D ekranlarında seyirciyle buluşan polisiye aksiyon, dizisi Gece Gündüz’de Rozet Hubeş, fabrikada çalışan emekçi bir kadını canlandırıyor

Tuna SAYLAĞ Kültür
27 Ağustos 2008 Çarşamba

Televizyon dizilerinde pek görmeye alışık olmadığımız Rozet Hubeş iddialı bir yapımla karşımızda. 45-50 yaşlarında, kızlarını okutabilmek ve geçinebilmek için bir konfeksiyon atölyesinde çalışan  saf ve namuslu bir anneyi oynayan sanatçı her rolünde olduğu gibi bunun da altından başarıyla kalkıyor.

Hubeş ile dizi dünyasından söz etmek üzere bir araya geldik

Siz sık sık dizilerde gördüğümüz bir sanatçı değilsiniz; biraz Gece-Gündüz dizisinden ve Gülbahar karakterinden söz eder misiniz?

Benim zamanımda diziler tiyatrocuların saatlerine göre ayarlanır, programlar uygun şekilde hazırlanırdı. Kanalların sayısı artınca sektörde çalışan insanlar değişti, bir çoğu tiyatrocu, dolayısıyla bir takım mecburiyetleri olmadığı için dizi yapımcıları tarafından daha çok tercih edilir oldular doğal olarak. Bu kesinlikle bir eleştiri değil; tabii ki bir prodüktör istediği anda ulaşabileceği ve çalışabileceği bir sanatçıyı ister. Oysa ki, biz tiyatrocuların öyle bir şansı yok! Bizler çarşamba, cumartesi, pazar matine- suare oynayan insanlarız. Ayrıca iki buçuk-üç ay sabahtan akşama kadar süren provalarımız oluyor . İşte bu yoğunluk yüzünden doğal olarak dizi yapamamaya başladım. Konuk oyuncu olarak veya arkadaş hatırına bazı dizilere katıldım. Genelde benim çalıştığım oyunlar izin alınabilecek oyunlar olmuyor. Oyunu ya baştan sona ben götürüyorum, ya çok kalabalık bir kadro var ya da yönetmen yardımcılığı yapıyorum.Yani bir türlü denk düşmedi ta ki “Gece-Gündüz” dizisine kadar.

“Gece-Gündüz” bir polisiye dizi. Bir taraftan polis teşkilatının çalışmaları, polislerin hayatı incelenirken diğer taraftan benim canlandırdığım Gülbahar ve iki kızının hayatı anlatılıyor. Gülbahar fabrikada çalışan işçi bir anne; kızlarından biri gazeteci ve polis muhabirliği yapıyor. Genelde pek anlaşamayan kızkardeşlerden küçük olanı asi bir karaktere sahip. Dizi bu minvalde ilerliyor, bakalım ilerleyen zamanlarda neler olacak, ben de bilmiyorum.

Son zamanlarda dizi film sektörü çok gelişti, neredeyse tv kanallarının bel kemiğini oluşturdu. Ancak reyting denen olgu yüzünden müthiş bir tüketim de söz konusu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu bir seçim meselesi… Ne kanalların, ne oyuncuların, ne yönetmenlerin, hiç kimsenin yapabileceği bir şey yok. Bir takım evlerde bulunan kutular reytingi belirliyor. Şimdi Digitürk sayesinde reyting belirleme daha da kolay oldu. Ancak bu kutular belirli metropollerdeki belirli evlere kurulmuş. Buradaki seyirci neyi en fazla seyrederse o program reklam gelirleri açısından daha çok kazandırıyor. Özel kanalların doğal olarak para kazanmaları gerektiğini kabul edersek, prime time’da reklam alamayan, yani kazandırmayan diziler yayından kaldırılıyor. Bu bir ticaret. Arada bazı kanallar bir takım  prestij dizileri denilen diziler yapmaya çalışıyor, ama onlar da çok uzun soluklu olamıyorlar. Dediğim gibi bu işler genelin seçimine bağlı olarak yürüyor.

Tiyatro oyunculuğu er meydanı, seyirci önünde canlı performans gerçekleştiriyorsunuz. Dizilerde ise rölünüzü, en iyisi olana kadar tekrar etme şansınız var. Bu iki temel öge dışında bu oyunculuklar arasında ne gibi farklılıklar var?

Dizi oyunculuğu bir şekilde sinema oyunculuğuna daha yakın. Dediğin gibi  rolünü bir kaç kez tekrar edebilme şansının yanında, önce genel, ardından ayrıntı plan çekimlerinin yapılması gibi teknik özellikleriyle de sinemayla örtüşüyor. Tiyatroda ise bir rölü üstlenir ve ilerlersin; bir gece bir şekilde, diğer bir gece farklı bir şekilde oynayabilirsin. Oysa dizi ve sinema oyunculuğunda genel planda ne yaptıysan mümkün olduğu kadar yakın çekimlerde de aynı şeyi yapman gerek, yani burada kısa dönemli görsel ve hareketsel hafızaya ihtiyacın vardır. Tiyatroda ise böyle bir özelliğe ihtiyacın yoktur.

Genel olarak bir role nasıl hazırlanırsınız?

O kadar çok hazırlanma çeşidi var ki… Mesela bu dizideki rolüm hem ev kadını, hem de fabrikada çalışan işçi bir anne. Mesela bu kişi nasıl giyinir? Hemen gözlem yapmaya başlarım, tıpkı tiyatroda yaptığım gibi. Bu insanlar nasıl konuşurlar, nasıl yürürler, el kol hareketleri nasıldır, nasıl bakarlar, duyguları nasıldır; gözlem yapmak, zaten yıllar içerisinde biz oyuncuların bilinç altı, beyinlerine yerleşmiş olan bir özellik ve alışkanlık. Bu alt yapının üstüne yeni izlenimlerini de ekledin mi, o kişilik hakkında her türlü özelliğiyle kısa bir tarihçe oluşturur ve rölünü çıkarmaya başlarsın.

Peki yönetmenin bir karakter oluşturmadaki payı nedir?

İşte sinemayla tiyatronun en önemli farklarından biri de bu: teknik olarak yönetmen sinema ve dizilerde çok önemlidir, tabii ki tiyatroda da öyle, ama ikisinin görevi bazen aynı bazen de çok farklıdır. Dizi ya da sinema yönetmeni önce kadrajına bakar; oyuncu kadrajına iyi oturdu mu, nasıl bir plan yapacak ve o plan içinde  oyuncuyu nasıl konumlandıracak, o çerçevede nasıl bir mizansen geliştirecek… Oyuncu, onun içinde varolmaya başlar sinema veya dizide. Tiyatroda ise, çok daha büyük bir alanımız olduğu için, yönetmen kendi dünyasını kurar, oyuncu da o dünya içinde varolmaya çalışır. Aslında çok yakın ama bir o kadar da teknik farklılıkları olan işlerdir bunlar. Bana göre tiyatroda, iyi bir oyunda yönetmenle oyuncu birlikte çalışır. Bu yöntemle ortaya çok daha farklı, çok daha heyecanlı ve ilginç işler çıkar. Sinema için çok konuşmak istemiyorum çünkü bu alanda pek fazla deneyimim yok. Ama sinemada yönetmen, filmi önceden kafasında görür, ondan sonra filmi çekmeye başlar diye düşünüyorum. Tiyatroda ise yönetmen, oyuncuyla birlikte ve koyduğu  konsept dahilinde yavaş yavaş görür oyunu, her şey netleşmemiştir henüz.

Son dönemlerde bazı klasik Türk romanları günümüze adapte edilerek ve yan öykülerle zenginleştirilerek dizilere konu oluyorlar Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe gibi… Biraz bunu konuşalım mı?

Çok hoşuma giden bir durum var; bu klasikleri çeken insanlara çok saygı duyuyorum. Sözüm meclisten dışarı ama bu günkü gençlere Yaprak Dökümü’nü ya da Aşk-ı Memnu’yu okuyun deseniz kaçı okur? Bugünkü gençler sayısız televizyon kanalı ve internet’ten oluşan daha görsel bir hayatın içinde yaşıyorlar. Bizim çocukluğumuzda doğru dürüst televizyon yoktu; biz okuyarak, kitapla büyüdük. O yüzden nasıl olursa olsun bu klasiklerin bir şekilde çalışılması çok önemli bana göre. Farklı bir biçimde de olsa yaşamaya devam ediyorlar ya, bu çok güzel olay! Yaprak Dökümü Şehir Tiyatroları’nda aslına sadık bir şekilde dört sene boyunca dolu oynadı. Aynı eser, farklı bir yorumla özel bir kanalda iki senedir reyting rekorları kırarak oynuyor. Demek ki, insanlar bu hikayeyi seviyor ve her şekilde izliyorlar. İşte bu yüzden bu eserlere klasik diyoruz. Sonuçta yıllar geçse de insan duyguları değişmedi, aşk, sevgi hala var, nefret hala mevcut. Ama bunları yaşama, ifade etme şeklimiz, olaylara yaklaşma ve onları yorumlama biçimimiz değişti. Biraz daha hafifledi. Trajediden drama kaydık. Mesela annem anlatıyor: eskiden aşk yüzünden verem olup ölen insanlar varmış. Bugün var mıdır? Belki yoktur belki de bir iki kişi  vardır. Kim bilebilir?

Tiyatro sezonu yaklaşıyor; sizi hangi oyunlarda seyredeceğiz?

Bir kere devam eden Keşanlı Ali Destanı var. Üç sezondan beri oynuyoruz. Geçen yaz olduğu gibi bu yaz da Açık Hava’da sahneledik. Oyunda Madam Olga adlı bir karakteri canlandırıyorum. Çok hoşuma giden, beni çok etkileyen bir rol. O kadar ilginç ki… Haldun Taner- Keşanlı Ali Destanı; Rozet Hubeş- Madam Olga… İşte benim için Türkiye mozaiği. Çok oynamak istediğim bir roldü ve Allah bana kısmet etti. Bana göre Türk Tiyatrosu’nun klasikleşmiş rollerinden bir tanesidir.  Bir de Macit Koper’in oyunlaştırdığı ve yönettiği, ilk kez İstanbul Tiyatro Festivali’nde dünya prömyerini yaptığımız Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı eserinde oynuyorum. Günlerce etkisinde kaldığım ve unutamadığım bir romandır. Oyunda, kasabanın meydanında sabahları sütçü dükkanı, akşamları meyhane olan bir dükkanın sahibinin karısını oynuyorum. Koper’in oyunu sahneye koyuş şekli de çok farklı. Oynarken hikaye aniden 20 yıl sonrasına veya öncesine taşınabiliyor. Oyunculuk adına da  ilginç bir çalışma olduğunu söyleyebilirim.