Tarihin, bugünün ve yaşamın izinde İsrail’i gezmek

Temmuz ayında gerçekleştirmiş olduğum İsrail turumu ve tur esnasındaki izlenimlerimden oluşan yazı dizisinin son bölümünü yayınlıyorum. Terör, İsrail’in en büyük sorunu ve İsrail’de hüzün ile sevinç hep bir arada... Artık biliyorum ki barış, temennilerin çok ötesinde engin bir bilgi birikimi ve duyarlılık gerektiriyor

Perspektif
20 Ağustos 2008 Çarşamba

[email protected]

TEL-AVİV’İ GEZERKEN

Dünya’nın modern tarzda en fazla binasına sahip olan Tel-Aviv, 2003 yılında UNESCO’nun dünya mirası listesine alınmış durumda. Tel-Aviv önümüzdeki yıl yüzüncü yaşını kutlayacak. 1920’lerin başında 20,000 olan nüfus, 1948’de devlet kurulduğunda 200 bine kadar çıkmış günümüzde yaklaşık 385 bine ulaşmaktadır. Hava sıcaklığı İstanbul’a yakın, gece-gündüz yaşayan bir şehirdeyim. Tel-Aviv’in çevresinde yer alan bölgelerden Herzeliya’da İsrail’in ilk özel üniversitesi, IDC Herzeliya’yı ziyaret ediyoruz. Küçük bir kampusa sahip olan üniversite, uluslararası bir üne sahip ve dünyanın dört bir yanından öğrenci kabul ediyor. Başka bir bölge olan Petah-Tikva’da Türkiye kökenli İsraillilerle buluşuyoruz üniversiteyi gördükten sonra. Türkiye’den göç eden Yahudilerin kurduğu Türkiyeliler Birliği, Türk-İsrail ilişkilerinin geliştirilmesinde ve İsrail’deki Türk Yahudilerinin dayanışmasında önemli bir rol oynuyor. Bizleri içtenlikle karşılayan dernek üyeleri, hazırladıkları kokteylin ardından, çalışmaları hakkında bizi bilgilendirdi.

Tel-Aviv’deki turumuz esnasında 4 Kasım 1995’te öldürülen Başbakan Yitshak Rabin’in anısına düzenlenen meydanda duruyoruz. Orada yer alan anıt, doğal olarak, bir hüznü uyandırıyor. “Bir Yahudi’nin diğer bir Yahudi’yi nasıl öldürebileceği” sorusu akıllardaki yerini koruyor. Aslında mesele sadece dinle sınırlı değil... Tüm ortak payda ve değere rağmen, insan her yerde insan. İnsanın barındırdığı kötülüklere dair potansiyellerse yaratılışın adeta kaçınılmaz bir parçası gibi görünüyor.

Tel-Aviv’in ilk valisi olan Meir Dizengoff’un evi, on gün önce başlayan turumuzda son gördüğümüz nokta. Bugün “Bağımsızlık Müzesi” olarak turistleri ağırlayan ev, aynı zamanda Tel-Aviv’in ilk sanat müzesi olma özelliğinde. Valinin evinin “Bağımsızlık Müzesi” olarak isimlendirilmesinin nedeniyse David Ben Gurion ve kurucu hükümetin ülkenin bağımsızlığını ilan ettiği salonun burada olması. 14 Mayıs 1948’de kullanılan masa, iskemleler, örtü, hoparlör ve mikrofonlar “olduğu gibi” müzedeki yerini koruyor.

 

GÜNDELİK YAŞAMA BİR BAKIŞ

İsrail’i birlikte dolaştığım arkadaşlarımdan ayrılışım, babamın kuzeni Yasef Katarivas’ta kalacağım birkaç günün başlangıcı oluyor. Böylelikle Tel Aviv’deki ailemi tanıma, İsraillerin gündelik yaşamlarını görme ve şehri gözlememe şansını yakalıyorum.

Babamın kuzeni önce Tel Aviv ve çevresindeki bölgelerde bir tur yaptırıyor. Takip eden günlerde, kendisine bakarmış gibi, bakıyor bana. Aile tarihi ile ilgili fotoğrafları gösteriyor, İstanbul’daki hayatı soruyor, İsrail’deki günlerini anlatıyor. Ne zaman bir bardak rakı doldursam, “sarhoş mu olacaksın” diye takılıyor. Şabat’ı kızlarından biri, Tali’nin evinde karşılıyoruz. Cumartesi akşamı ise on iki torunundan askere gidecek olanı için düzenlenen “veda gecesi”ne katılıyorum. Böylelikle hayatımda ilk kez bir kızın askere gitmeden önceki aile içi geceye tanık oluyorum. İyi dilekler tek tek okunuyor ve en yüksek moral aşılanmaya çalışılıyor.

Aile üyeleri hafta içi yoğun bir şekilde çalışıyor, babamın kuzeni ise emeklilik günlerini her gün havuzda bir saat yüzerek, arkadaşlarıyla şeş-beş (tavla), domino oynayarak, ailesini görerek geçiriyor. Önümüzdeki dönemde seyahat etmek istediği ülkeler, planları var. Yasef amcam kendine oldukça iyi bakıyor.

Havaalanında genelde trafik yoğundur. Kimi zaman doğru düzgün vedalaşamaz bile insan. Bu satırlar aracılığıyla, kendisine içtenlikle teşekkür ediyorum.

BİLGİ KİRLİLİĞİ VE DO/RULARI ARARKEN...

İsrail’de geçirdiğim günler, bugüne kadar okuduklarım ve öğrendiklerimle, gezip gözlemlediklerimi birleştirme şansını verdi. Dini olarak Yahudi kimliği taşıdığım üzere, Yahudi insanının oluşturduğu bir ülkeyi tanımak er veya geç kaçınılmazdı. Aralarında aile üyelerimin, atalarımın da bulunduğu bir ülke... Sadece Yahudilerin değil farklı kesimlerden birçok insanın yaşadığı bir ülke...

Birçok komplo senaryosu var, birçok iddia, eleştiri... “Eğer Holokost olmasaydı, İsrail kurulamayacaktı”, “Mesihin dönüşü için Evanjelistler İsrail’i destekliyor”, “İsrail, bir zamanlar Yahudilerin yaşadığı soykırımı şimdi de Filistinlilere uyguluyor” vs. Aslında bu ve benzeri söylemlere fazla değer vermiyorum; ama ne var ki farklı zamanlarda onlarla muhatap oluyorum.

Yaşadığımız çağda bir bilgi kirliliğinin var olduğunun farkındayım. Aynı zamanda amatör bir gazeteci olarak nelere yapabileceğimin ve yazabileceğimin de farkındayım. Dolayısıyla yazımın bu bölümünde aktardıklarım kişisel gözlemlerimden oluşmaktadır. Herhangi özel bir iddiada bulunmamakla beraber, bu konudaki birikimimi entelektüel bir platformda geliştirmek isterim.

YOL TABELALARI NELERİ ANLATIYOR?

İsrail’e vardıktan ve havaalanından ayrıldıktan sonra ilk dikkatimi çeken yol tabelaları oldu. Şehir, mekan isimleri, uyarı levhaları İbranice, Arapça ve İngilizce olmak üzere üç dilde yazılıydı. Tabelalarda saklı bir mesaj mı vardı? Üç dil ne de güzel yol gösteriyordu... Onları izledikçe, öğrendim ve düşündüm.

İsrail kurulurken, yüzyıllar boyunca saklı kalmış İbranice adeta yeniden doğuyordu. İbranice’nin önemini İsrail’e gidince daha iyi anladım. Bir zamanlar (9-10 yıl önce) öğrenmeye başlamıştım İbranice’yi; ama pragmatik düşününce, dili kullanma şansımın düşük olacağına karar verip, öğrenmek üzere özel bir çaba sarf etmedim. Bugün de, dilin önemini daha iyi anlamış olmama rağmen, aynı düşüncelerimi koruyorum.

İsrail’in kısa zamanda dikkatimi çeken bir diğer özelliği ise yol boyunca uzanan sulama sistemiydi. Belirli aralıklarla bitkilere su veren borular, yeşilliğin devamlılığını sağlıyordu. Bu borular sistemi, tüm ülkede var. Çölün yeşile dönüşünü görüyorsunuz ve etkilenmemek elde değil.

 

TOPLUMUN TABANINA YAYILAN BİR DİYALOG MÜMKÜN MÜ?

Kudüs’te kaldığım sürede fırsat buldukça Jerusalem Post ve Haaretz gazetelerini takip etmeye çalıştım. Temmuz’un ilk haftasında bir Arap’ın traktörle 3 İsrailli vatandaşı öldürmesi gündemdeydi; ama aynı gazetenin sayfalarında bir Filistinliyi döven Yahudilerin gözaltına alındığını da okuyabiliyordunuz.

Kudüs’te 500 bin Yahudi, 250 bin Arap yerleşimi var ve şehrin genişlemesi de gündemdeki bir diğer konu. Zira, gözlemlerim Kudüs’te inşaata açık daha çok alan olduğunu söylüyor. Oysa barışın olmadığı ve politik sorunların yaşandığı bu coğrafyada adımlar kolay atılmıyor, atılamıyor.

Filistinlerle ve Araplarla Yahudilerin bir arada yaşaması mümkün mü, değil mi? Bu konuda entelektüel bir tartışmayı Marsel Russo, “60. yılda iki devletli çözüm üzerine” başlıklı çeviri dizisinde (21 – 28 Mayıs) okurlarımıza sunmuştu. Kanaatim, ortak yaşamın şu anda zor olduğu ve tarafların ayrı ayrı yaşamalarının daha sağlıklı olacağı. Bu doğrultuda örneğin Jeriko Yahudilerin girmesinin yasak olduğu İsrail’deki bir Arap şehri veya kuzeyde yeni bir Arap şehrinin kurulması gündemde. Aslında Araplar ve Yahudiler arasında diyalog yok değil. Bunun çarpıcı örneklerinden birini Yafo’da gördüm: “Yafo’nun Arap İbrani Tiyatrosu”yla. Üniversitelerde her iki kesime ait öğrenciler bir arada okuyor. Aydınlar ve entelektüeller arasında yine bir diyalog mevcut. Bu iletişimin tabana yayılması içinse daha çok zaman, emek ve özellikle de istek gerekiyor. Karamsar değilim; ama kapsamlı bir diyalogun gerçekleşmesi, benim ömrümü aşacak gibi görünüyor.

Biliyorum ki barış, temenni ve arzuların çok ötesinde bir yerde. Barışı isteyen ve barış adına sorumluluk taşıyanların Ortadoğu’yu ve İsrail-Filistin meselesinin bugüne kadar uzanan tarihini çok iyi bilmesi gerekiyor. Günümüzdeki en küçük gelişmenin dahi derin kökleri var. Bu doğrultuda Filistin veya İsrail’i eleştirmeden, suçlamadan önce sahip olduğumuz bilgi düzeyine karşılık olayları tartmamız gerekiyor.

 

ORDUSUZ BİR İSRAİL

Haberlerde duyduğumuz, gazetelerde okuduğumuz olaylar elbette bizleri üzüyor. Daha da somutlaştırmak gerekirse İsrail Ordusu’nun dünya çapındaki imajı olumsuz. Yine de “İsrail soykırım yapıyor” diye başlayan eleştiriler, Nazi Almanyasına benzetmeler yanlı objektif değil. Nazi Ordusu tüm Avrupa’yı ve Dünya’yı ele geçirmek üzere yola çıktı ve soykırımın ne demek olduğunu farklı zamanlarda işliyoruz. Esas adı, İsrail Savunma Kuvvetleri (Israel Defense Forses) olan ordunun amacı masumları öldürmek değil, ülkeyi savunmak. Hatta, İsrail’in kurucusu David Ben Gurion’un hayali, bir gün ordusu olmayan bir İsrail Devleti’nin var olması idi...

Gezim süresince dört askerle görüştüm. Bağnazlığı bir kenara bırakırsak ölen her sivil için İsrailliler samimi olarak üzgün, aydınlar tepkili. İsrail de terörden muzdarip, insanları zararı görüyor, vatandaşlarını kaybediyor. Medyanın eğilimi bugüne kadar olayları çoğunlukla yanlı olarak göstermek oldu. Bu çerçevede günümüzdeki antisemitizm şekillendi.

 

MEDYAYI SORGULARKEN

İsrail’de kızlar 18-20 yaş arası 2 yıl, erkekler 18-21 yaş arası 3 yıl askerlik yapıyor.  Onların aktardıklarına göre cephedeki askerleri gençlerden oluşuyor. Düşündüm. 18-19 yaşındaki gençler savaşabilir mi? Ne kadar tecrübeliler? Sivillerin ölmesinde bu durumun payı ne? Böylece ileriye dönük yanıt arayacağım yeni sorularım oldu. Tanıştığım askerlerin aileleri ve idealleri var. Sonuç olarak sivil veya asker, her insanın yaşama hakkı vardır. Büyük portrede ölen ne yazık ki insan. Çözüm ise az önce sözünü ettiğim, o son derece zorlu, son derece bilgi gerektiren İsrail-Filistin ilişkisinin her iki taraf için de eşit irdelenmesine, eş derecede iyiliğin istenmesine bağlı... Bu noktada İsrail vatandaşları yönetimden memnun değiller. Toplum huzur ve refah istiyor. Hem terörün hedefi, hem de barışa özlem duyan bireyler olmak, kolay değil. Kendilerinin de söyledikleri gibi, İsrail’de hüzün ve sevinç hep bir arada. Bunu en iyi terörist Samir Kuntar ve tutuklu 5 teröristle, Lübnanlı cenazelere karşılık, Hizbullah iki cesedi verdiğinde gördüm. Ulusal bir yaş yaşandı. Ülkemizde terörle mücadele sonucu kaybettiğimiz askerler için dökülen göz yaşı neyse, İsrail’de de akan yaşlar aynı... Gözlemlerimi aktarışım belki biraz duygusal görünebilir; ama asıl duygusallık, genel olarak medyamızın  yaptığı değil mi?

Hangi birimiz İsrail-Filistin meselesini ele alan entelektüel, objektif bir televizyon programına, yazı dizisine tanık olduk? Denilebilir ki bu iç mesele değil. Olabilir. Yine de bu sorunda, İsrail’i geçiyorum, masum insanların zarar görmesi, dramatik bir şekilde medyamızda geniş yer bulurken; neden toplumumuz iihtilafın esası ve olası çözümleri hakkında bilgilendirilmiyor? Hizbullah’ın teröristleri kahraman ilan etmesi, İsrail’deki yas neredeyse medyamızda yer bulmadı. Ama en doğru anlayışı geliştirebilmek resme bir bütün olarak bakabilmekten, sağduyudan geçiyor.

 

FARKLI KÖKENLERDEN VATANSEVERLİĞE

İsrail toplumuna baktığımda, özellikle Yahudiler arasında son derece kozmopolit bir yapıyla karşı karşıyaydım. Toplumdaki bağı sağlayan en büyük unsur din. Bu noktada kaçınılmaz olarak bu konuya değinmem gerekiyor. İsrail’in de İslam devletlerine benzer bir şekilde bir şeriat yapısına sahip olduğu söylenir. Burada bir ayrıntıya dikkat etmek gerekiyor. Belki medeni yaşamda ve hukuk yapısı için böyle bir durum tartışılabilir, tartışılıyor da; ama gündelik yaşama bir sosyal demokrasi hakim. Din, toplumun büyük bir kesiminde suiistimal edilmiyor; insanların vicdanlarına müdahalede bulunulmuyor. Devlet ve topluma karşı sorumluluklarınızı yerine getirdiğiniz sürece vicdan özgürlüğünüz var. Laik bir hukuk yapılanması ise birçok kişinin gönlünde. Atatürk’ün ve David Ben Gurion’un vizyonları birbirine benziyordu. Bu konu özellikle geçtiğimiz Ekim’de İstanbul Üniversitesi’nin düzenlemiş olduğu David-Ben Gurion hakkındaki konferansta da dile gelmişti. İsrail’de inancınızı özgürce yaşayabilir, ibadet edebilirsiniz. Tabii ki aşırı dindar insanlar ve dini kötüye kullananlar İsrail’de de mevcut. Kızlar ve erkekler iki ayrı grup olarak dans ederken, araya perde çeken bir zihniyete de tanık oldum mesela; fakat siz aramadığınız sürece bu zihniyet kolay kolay sizi bulamaz.

İsrail’de dindar olmayan Yahudiler hatırı sayılır bir düzeyde; fakat vatanseverlik duygusu çok güçlü. Yine, aşırı milliyetçi insanlar, tıpkı dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, yok değil. Eğer din haricinde bir köken aramak isterseniz İsrail’de, Rus, Amerikan, Irak, Türk, Kanadalı, Macar, İngilizce, Polonyalı, Etopyalı, Güney Afrikalı, İspanyol kökene sahip vatandaşlarla karşılaştım. Bugün hepsi İsrailli; ama aile geçmişleri bir sorun yaratmıyor; aksine bir zenginlik...

 

ÇOĞUNLUĞUN BİR PARÇASI OLABİLMEK VE TEŞEKKÜR

İsrail’in en büyük sorunu terör ve farklı iç sorunlar da var. Azınlıkları içinse İsrail’in kendini geliştirmekte olan bir devlet olduğunu açıklıkla söyleyebilirim. Türkiye’de, dini olarak azınlıkta yer alan bir bireyim. İsrail’de ise birden çoğunluk oldum. Değişik bir duyguydu. Türkiye’nin %99’u Müslüman bir ülke ve ülkemizdeki Yahudi-Müslüman diyalogunu iyi bildiğime inanıyorum; çünkü bunu yaşıyorum. Dini farklılıkların hep bir zenginlik olduğuna inandım. Eğer dini değerleri bir kenara bırakacak olursam Türkiye’de de çoğunluğun bir parçasıyım. Güncel siyasi gelişmeleri, ülkemizin sorunlarını son dönemde endişe ile takip ediyorum. Asimilasyonun ne demek olduğunu bilmekle beraber Türk kültürüyle barışık bir biçimde yaşıyorum. Buna rağmen, dinimden ötürü Türkiye ile bağımı yadırgayan, sorgulayan insanlar varsa, olumsuz bir çağrışım yaratan azınlık kavramının mimarı onlar olmayacaklar mıdır? Dünya insanoğlunun evi ve evrensel birtakım değerlere sahip çıkabilmeliyiz...

Zamanın yanımızda durup, iyi değerler yaratmak için bize yardımcı olacağına inandığımı yazmıştım. İsrail gezisi bana tam da bu yönde katkı sağladı. Bu geziyi gerçekleştirebilmem başta Rozi - Viktor Ülçer’e ve tüm emek verenlere teşekkür ediyorum. Bundan sonrasında ise, kazanımlarımıza bağlı kalarak yeni sözler kurma ve yeni yazılar yazmanın tam zamanı... 

 

FOTOĞRAFLAR

David Ojalvo
Sabih Erdemanar