Birkaç günlüğüne İrlandalı olmak!

Yeni bir ülke gezerken, birkaç günlüğüne de olsa, farklı bir kültüre, farklı bir bakış açısına ve bambaşka dünyanın içine girmek, özel bir duygu… İrlanda, turistlere bu duyguyu en yoğun ve güzel şekilde yaşatmayı başaran ülkelerden sanırım. Başkent Dublin’de geçirdiğim beş gün farklı bir dünya solumama neden oldu

Yaşam
16 Temmuz 2008 Çarşamba

Melih LEVİ

Dünyanın her yerinden insanların gezmeye geldiği Dublin’de, turistler için her ayrıntı düşünülmüş. Şehri gezmenin en pratik yolu olan ‘Hop On Hop Off’ otobüs servisleri yirmi dört en önemli turist noktasında 10 dakikada bir duruyor. . Bu otobüslerin en güzel yanı, şoförlerin bilgili ve eğlenceli olmaları… Otobüse ilk bindiğimde, şoförün konuşmaya başlamasıyla, yirmi dört durak otobüste kalmayı aklımdan geçirmedim değil. Geçtiğimiz her yerin, tarihi önemini anlatıyor, bir de üstelik Dublin’in gayri resmi marşı konumuna gelmiş, akılda kalıcı bir şarkı, Molly Malone’ı müthiş bir sesle söylüyordu. Babamla büyük bir şaşkınlığa uğradık, gerçekten de turistlere öyle sıcak yaklaşıyorlardı ki, şehirde gezmek ayrı bir keyifti  Molly Malone şarkısı Dublin’de yaşamış güzel bir balıkçı kadının öyküsünü konu alıyor. Molly Malone genç yaşta ateşli bir hastalık sonrası hayatını kaybediyor. Jeanne Rynhart tarafından 1987’de inşa edilen Malone’un heykeli, Dublin’in en işlek ve kalabalık caddelerinden Grafton’da... Her gün bu sokaktan birkaç kez yürüyerek geçtiğimde, heykele bakıp, şarkının aklımda kalan kısmını fısıldıyordum.

İrlanda’nın barlarında, restoranlarında, akşam gezerken nereye baksanız herkesin elinde bir içecek var. Merak ettiğim içecek, biraymış. Ancak bira olduğuna inanmakta zorlanırsınız çünkü kahveyi andıran koyu rengi var. Markası Guinness olan bu bira, İrlanda’da üretiliyor. Birayı gördükten sonra, bir gün sonraki durağımızın, Guinness Storehouse adındaki bira fabrikası olmasına karar verdik. Bir bakıma bira müzesi de diyebiliriz… Yedi katlı bu müze fabrika çok ilginçti. İrlanda’nın en çok gezilen yerlerinden biri olan fabrikanın ilk katlarında, bu özel biranın imal edilişini gördük. İçinde büfelerinde bulunduğu bu görkemli müze, biranın tarihine de yer vermiş. Arthur Guinness, 1759 yılında Dublin’de bu işin tohumlarını atmaya başlamış. Müzeyi gezerken, biranın yapılışını bir denetleyici gibi izliyorsunuz, öğrendikten sonra da, deneme laboratuarına giriyorsunuz ve orada birayı tadıyorsunuz. En üst katta, Dublin’in panoramik görüntüsünün tadını çıkarırken, ikram edilen bir bardak birayı yudumluyorsunuz. Bu deneyimden sonra, İrlanda’nın havasını solumaya başlamıştım. Biranın tadına gelince, kimisi beğeniyor, kimisi hoşlanmıyor. Türkiye’deki biradan çok farklı. Kahveye benzer ağır bir tadı olmakla beraber, çoğu insan etle beraber içmeyi tercih ediyor. Her sokakta barlara rastlıyorsunuz. Türkiye’deki kahve kültürü oradaki bar kültürünü anımsatıyor.

İrlanda ve özellikle başkent Dublin, birçok yazara ev sahipliği yapmış. Oscar Wilde, James Joyce, George Bernard Shaw ve Samuel Beckett gibi ünlüler bunlardan bazıları… Edebiyata duyduğum ilgiden ötürü, böyle edebiyatçılar yetiştirmiş bir ülkede gezerken, ayrı bir haz alıyordum. Otelimiz yakınlarında, St. Stephen’s Green adlı yeşiller içinde bir park vardı. Sabahları oraya uğradığımda, yürüyüş yapan her yaştan insan ve çimlerde kitap okuyan gençler gördüm. Dublin’de yaşıyor olsaydım, diye düşündüm, güne ilk başlayacağım yer burası olurdu. Elimde kitap, çimlerin üstünde yeni başlayan günün tadını çıkartırdım.

Madem bu kadar edebiyatla dolduk, bir akşam da “Literary Pub Crawl” deneyimini yaşayalım dedik. Dünyanın çeşitli yerlerinde “Pub Crawl”, eğlence amacıyla yapılan bar turları olarak da biliniyor. Özetle, bir barda buluşuluyor, içkiler yudumlanırken, bir bardan diğerine gidiliyor. Yürüyerek barlar geziliyor ve içkilerin tadı çıkarılıyor! Tahmin edebileceğiniz üzere, bar kültürünün yoğun olduğu Dublin’de bu etkinliğin talibi de çok. Üstüne üstük, bu aktiviteyi edebiyatla iç içe sokmuşlar. Ödül kazanmış olan bu etkinlikte ‘Duke Pub’ adlı barda buluşuluyor. Burada, ilk içkilerinizi sipariş ediyorsunuz ve iki profesyonel aktör, İrlanda’nın ünlü edebiyatçıları Joyce, Wilde, Shaw ve Beckett’ten çeşitli oyunlar sergiliyor. Hem bu oyuncularla ilgili enteresan bilgiler aktarıyorlar hem de izleyicileri eğlendiriyorlar. Bardan bara dolaşırken anlattıklarıyla ilgili de, turun sonunda küçük bir sınav uyguluyorlar. Sözlü sınavda cevapları bilenlere de hediye veriyorlar!

Dünyanın ilk 500’ü arasında olan Trinity College adlı üniversiteyi de gezdik… 1546’da kurulan bu üniversite Cambridge Üniversitesi’nin bileşiği durumunda. Trinity College’de yaklaşık 65 metre boyunda Dublin’in en eski kitaplarını barındıran bir kütüphane var. Okul binasının önündeki yeşilliklerde uzanıp ders çalışan öğrencilere imrendim.

İrlanda’ya giderken, en çok söylenen, “Yeşillere gidiyorsun!” olmuştu. Ancak Dublin, daha çok sanayi kenti. Abartılacak kadar yeşil yok. Hatta, yapılanması az çok İstanbul’a benziyor. İşlek sokaklarında dolaşırken nüfusun yaklaşık altı milyon olduğunu duyduğumda şaşırdım! Ancak, İrlanda çok turist olan bir ülke ve sokaklarda bir sürü yabancıyla karşılaşmak mümkün.

Dublin dışında Wicklow Dağları’na giderken otobüste, rehber bize bir kaç kuraldan bahsetti. Bu kurallar, bölgelerin nasıl bu kadar yeşil olduğunu anlamamıza yetti. Ağaç kesmek yasaktı ve kesmek için kesinlikle izin almak gerekiyordu. Ağacı kestiğiniz takdirde, kestiğiniz ağaç kadar, başka yere ağaç dikmek zorundasınız. Yol esnasında, Dublin’in son yapılanan yerlerin birinden geçtik. Bir duvar tamamen grafitiyle doluydu. Devlet grafiti yapmak isteyenler için özel uzun bir duvar inşa etmiş. Belirli bir süre sonra silip yeniden yapıyorlar. Yani doğanın nasıl bu kadar yeşil olduğu sorusunun cevabı buradan geliyor. Duyarlılık. Doğaya karşı duyarlı olunca ancak bir yer bu kadar yeşil ve yaşanılası tutulabilir. Yolumuza devam ettik, Dublin’de aradığımız yeşili burada bulmuştuk sonunda. Yeşilin hangi tonunu isterseniz bulmak mümkün. Oksijenin kokusunu alıyor, yeşilin tadını çıkarıyorduk. Yol üzerinde, Braveheart (Cesur Yürek) ve Kral Arthur’un filminin çekildiği yerleri gördük. Wicklow Dağları turundan yeşile doyarak dönmüştük.

İrlanda’nın 16 Haziran gününü ‘Bloomsday’ olarak kutladığı bir edebiyat festivali var. Bu festivalde Bloomsday kahvaltısı, tiyatro gibi etkinlikler var. Ayrıca, sokaklarda eski zaman kıyafetleriyle çeşitli oyunlar canlandırılıyor. Festivalin asıl amacı, James Joyce adlı yazarın klasiklerden Ulyssees’teki olayların 1904 yılında 16 Haziran’da geçmesi… Şans eseri, biz de o gün Dublin’deydik ve bu kutlamaların bir kaçına seyirci olduk.

İrlanda’nın, insanları çok dost canlısı ve sıcak olduğunu söyleyebilirim. Bindiğimiz her takside, sanki kırk yıllık arkadaşmışız gibi şoförlerle sohbet ettik. İşsizlik ve zayıf ekonomi nedeni ile Amerika ve Kanada’ya giden İrlandalılar, Avrupa Birliği’ne girdikten sonra, ekonomide büyük atılım gerçekleştirdi. IBM, Dell gibi bir sürü kuruluş burada açılınca, göç edenlerden bir grup geri gelmeye başladı ve ülkesini terk edenlerin sayısı azaldı. İrlanda, artık iş imkanları olan ve dışarıdan göç alan bir ülke.  İngilizlerin uzun süre otoritesinde kalan İrlandalılar, bağımsızlıklarına ve barışa çok önem veriyorlar. Bayraklarının renklerine baktığımızda, yatay sırada ilk gelen yeşil renk, İrlanda’nın Katoliklerini temsil ederken, en sondaki turuncu renk İrlanda’nın Protestanlarını, ortadaki beyaz renk ise, İrlandalıların çok önem verdiği barışı simgeliyor. Anlaşıldığı üzere, İrlandalılar için barış çok önemli. 1921’de bağımsız olan İrlanda’nın şarkıları da barışa ve bağımsızlığa olan bağlılıklarını yansıtıyor.

İrlanda’dan döndüğümde, en çok aklımda kalan ‘Irish Songs’ denen İrlanda’nın geleneksel şarkıları oldu. Amerikan Folklor şarkılarıyla benzerlik gösteren bu şarkılar çok güzel ve eğlenceli. Çoğunun ortak yanı ise, ülkelerine bağlılıklarını yansıtan sözleri… Westlife, The Corrs, U2, Boyzone, Van Morrison, Enya gibi modern müzik grupları da bu ülkeden…

Ülkesine böylesine bağlı olan insanlar, konuklarına da insancıl davranıyorlar. Oradan ayrılırken, bazı yazarların kitaplarını ve İrlanda Müziği CD’lerini aldık. Bir de üstüme yemyeşil bir Trinity College kazağı attım. Dönerken tam bir İrlandalı havasındaydım. Mükemmel bir doğa, sıcak insanlar ve edebiyat kokan bir ülke gezerek İrlanda’nın dünyasını keşfettim…