Vietnam ve Kamboçya-2 / Farklı bir coğrafyada 10 gün

Yazımın ilk bölümünde belirttiğim üzere, kısa bir uçuşla, Vietnam’dan, Kamboçya’nın “Angkor’’harabelerine 3 km. uzaklıkta olan “Siem Reap’’ kasabasına vardık. Egzotik mimarisiyle hava alanı, anında hepimizi etkiledi

Yaşam
28 Ocak 2009 Çarşamba

Lüset BAYAR

Anlaşılan burası da, tahminimizin bizi büyülüyecekti. Yanılmadığımızı, otele varınca anladık. Ne yazık ki, sadece üç gece  kalacağımız “Victoria Angkor’’ oteli, yerel egzotik mimarisi, ahşap yapısı, İngiliz ve Çin sentezi iç dekorasyonu,  ince zevkli çiçek aranjmanları, yemyeşil bitkilerin ortasında yer alan havuzu ile alışılmışın dışında, çok özel bir mekandı.

Sabah erkenden, açık havada, mükemmel bir kahvaltıdan sonra, ören yerine, yani “Angkor Arkeolojik Parkı’na’’ doğru yola çıktık. IX.-XIV. yüzyıllar arasında bu bölgede hüküm süren “Khmer’’ kralları tarafından kurulmuş, ve bugün UNESCO’nun  Dünya Mirası listesine aldığı onlarca tapınak ve saray kalıntılarını gezmek için iki günümüz vardı.

En büyüğü ve en bilineni “Angkor Wat’’, 54 kuleli, görkemli  “Bayon’’ tapınağı, Kraliyet Sarayı, kabartmalarla süslenmiş, Fil terası ile altındaki labirent, daha küçük fakat çok estetik “Banteay Srei’’ kadınlar sitesi, devasa ağaç kökleri altında kalan ’’Ta Prohm’’ manastırı, görüp gezebildiğimizin sadece birkaçı. Koca bir medeniyetin bıraktığı miras,  yüzyıllar boyunca saklı kalmış, ondokuzuncu yüzyılda, Avrupalı arkeologlar tarafından keşfedildiğinde, bir kalemin yazabilecekleri ile betimlemenin imkansız olduğunu, ve yapının, dünyadaki diğer  hiçbirşeye benzemediğini ifade etmişler.

 Kamboçya’da  yaşanan savaş ve belirsizlikler yüzünden senelerce turizme kapalı kalmış olan bu tarihi sit alanını gezmek, ancak yakın zamanda tekrar mümkün olmuş. Bu konuda organizasyon mükemmel, binlerce turist, elde fotograf makineleri, rehber eşliğinde sabahtan akşama geziyor, herkesin boynunda, girişte alınan ve gezi sürecince takılması gereken, üzerinde resmi olan bir kartla dolaşıyor. Güvenlik önlemleri tam. Otobüslerin durduğu her yerde, her tapınak giriş ve çıkışında, birbirinden güzel çocuklar, çok çeşitli ürünler satmaya uğraşıp, biraz para kazanmaya çalışıyor. Yeri tanıtan kitaplardan tutun, ipek veya pamuklu şallar, pareolar, sempatik şapkalar, minik tanrı heykelcikleri, örme boncuk bilezikler... Fazla ısrarcılar fakat o kadar şekerler ki, almamak zor. Zaten hiçbirimiz dayanmadık.!!

Ülke, petrol, gaz, kereste, demir cevheri, manganez, fosfat, gibi doğal kaynaklara sahip olmasına rağmen, bugün, gelirini tekstil ve turizmden elde etmekte. Fransız mandası, Japon işgali, komünist Polpot başkanlığındaki Khmer Rouge rejimi, Vietnam işgali ve iç savaş derken halkın yaşadığı   zorluklar 1999 yılına kadar sürdü.

 Aradan on yıl geçmesine rağmen, bu güçlüklerin bırakmış olduğu izleri, ertesi günkü göl gezimiz  sırasında gözlemlemek olanağını bulduk. “Tonle-Sap’’ Gölü, Kamboçya’nın en büyük su kaynağı, Çin’den kaynağını alan ünlü “Mekong’’ Nehri de bu göle karıştıktan sonra, Vietnam topraklarından geçerek, “Mekong Deltası’’nı oluşturup,  denize dökülüyor. “Tonle-Sap’’ gölü, kıyısı boyunca , kalabalık bir nüfusu barındırıyor. Dört direk üzerine kurulmuş tek göz ahşap evlerde, bol çocuklu, kedili, köpekli aileler yaşıyor ve ihtiyaçlarının tümü için bu sudan yararlanıyor. Manzara, bizler için çok acıklıydı, ama onlar mutlu görünüyordu.! Hepsi güleryüzlü, resimlerinin tarafımızdan çekilmesinden memnundu. Suyun güven vermeyen bulanık yeşil rengine alışık olup, çoğunlukla balıkçılık yaparak geçimlerini sağladıklarını öğrendiğimde, gittiğimiz çok lüks lokantalarda bile menüden balık seçmemiş olmama sevindim. Gerçi grubumuzdan balık yiyenlere de birşey olmadı.

Kara yolu boyunca gördüğümüz manzaralar da bundan çok farklı değildi aslında. Yapılar gene direkler üzerine inşa edilmiş tek göz evlerdi. Burada da sebep, yağmur mevsiminde yaşanan sel tehlikesinden, su baskınlarından en az zararla kurtulabilmekti!! Gördüklerimiz, Kamboçya köylüsünün yaşadığı hayatın gerçekleriydi,  biraz da diğer tarafa dönüp, gördüklerimi, sizlerle paylaşmak istiyorum

Siem-Reap kasabası, mimari açıdan çok çirkin, ama dışına çıkıldığı anda, manzara tümüyle değişiyor. Geniş ve uzun  caddenin iki yanında sıralanan otellerin ihtişamı ve güzelliği  karşısında hayretler içinde kalmamak imkansız. Hepsi 5 yıldızlı palaslar. Aradaki tezat öyle çarpıcı ki, insan gözlerine inanamıyor. Kazara yolunuzu şaşırıp bir arka paralel sokağa düşerseniz, kendinizi gene sefaletin içinde buluveriyorsunuz. Gecekondu olarak bile adlandıramıyacağım evler, sokakta pişen yemekler, sebze meyva tezgahları, yarı çıplak dolaşan çocuklar... Nitekim, biraz fazla meraklı olan ben, bir akşam üstü, kuzinimi de kandırıp, gruptan ayrılarak, adını çok duyduğum “Amansara’’ otelini ararken, yanılıp oralara düştük. O resim çekedursun, ben huzursuz olmadım diyemem. Neyse ki, bir motorlu çek-çek sürücüsü ile pazarlıkta anlaşarak,  kendimizi ünlü otele atabildik. Zahmetine değmedi desem yalan olur. Güvenlik görevlisinin, kimliğimiz ve kaldığımız otel hakkındaki derin araştırması sonucunda, içeriye kabul edildik!  Bir minik şok da orada yaşadık Uzakdoğu’ya özgü,  “Aman Resorts’’, kategori üstü oteller zincirine bağlı  “Amansara’’ da başka bir dünya!! Mimari ve iç dekorasyon “zen’’ ahşaplar “venge’’, duvarlar beyaz, orkide aranjmanları beyaz, ve geri kalan herşey hakiki “rattan’’. Müşterileri için özel  çek-çek ve bisikletleri siyah ve natürel deri. İki büyük havuzu bir yana,  her odanın, kendi müşterisi dışında, kimsenin göremeyeceği şekilde yapılmış özel havuzu var. Oda ve banyonun özelliklerini betimlemek zor, görmek lazım. Sadece 24 odası olan bu otelde herşey ve heryer çok dingin. Oradan çıkınca, herhalde balayı geçirmeye ideal bir ortam, diye düşündük

Siem-Reap’te, izleme olanağını bulduğumuz, geleneksel “Apsara’’ gösterisi, müziğinin monotonluğuna rağmen hoştu. Dansçılar genç ve güzel, kostümler ışıl, ışıl, başlıklar çok estetikti. Tipik turistik olan bu gece boyunca, kendimi, “Galata Kulesi”ndeki folklor gösterisine götürülen yabancılara benzeterek eğlendim. Siem-Reap’te restoranlar genelde yabancılar tarafından işletildiğinden, her bakımdan çok başarılı, menü hep yerel, yemekler ve dekor, masa düzeni, çiçek aranjmanları, servis, herşey mükemmel. “Cafe İndochine’’ ve kaldığımız oteldeki akşam yemeklerinden çok memnun, tipik pazarından, alışverişe sözde doymuş, fakat gene de gözlerimiz biraz arkada kalarak, bu gizemli yöreden ayrıldık.

Dönüş yolculuğumuza başlamadan, son durağımız olan, Kamboçya’nın başkenti, “Phnom-Penh’’e sabah erkenden, 50 dakikalık bir uçuştan sonra vardık.

Gün boyu süren şehir turunda, pırıl, pırıl  Kraliyet Sarayını,, yer döşemesi som gümüş olan ve pırlantalı, som altın  “Budha’’ heykelcikleri barındıran “Gümüş Tapınağını’’, Ulusal Sanat Müzesi’ni, ve hatırı kalmasın diye, art deco mimarisi ile ünlü Merkez Çarşısı’nda biraz daha alışveriş yaptıktan sonra hava alanına transferimiz gerçekleştiğinde, bu çok güzel seyahatin sonuna gelmiş olduğumuzu idrak ettik. Doğrusu yorulmuştuk, iki hanım ve ben, birer çift ayakkabı parçalamış, çöpe atmıştık, ama o kadar gülmüş, o kadar keyif almış, yaşadıklarımızla, gördüklerimizle, kendimizi o kadar zenginleşmiş hissediyorduk ki, bu yorgunluğa fazlasıyla değdiğine karar verip,  Phnom-Penh , Singapur, Dubai, İstanbul, uçuşunu,  hak ettiğimizi düşündüğüm derince bir uykuda geçirdik. Ve uyandığımızda, inanmayacaksınız ama, bir sonraki seyahatimizin hayalini kurmaya başlamıştık bile!