Vietnam ve Kamboçya... / Farklı bir coğrafyada on gün...

“Indochine” filmiyle hafızalara kazınan muhteşem coğrafyası, Konfüçyüs’e adanan tapınakları, değişik mimarisi, ve insanı deli eden trafiğiyle her göreni etkileyen bir ülke; Vietnam.

Yaşam
14 Ocak 2009 Çarşamba

Lüset BAYAR

İstanbul’dan  başlayan  uçuşumuz,  Dubai  ve  Singapur  üzerinden, Vietnam’ın  ikinci büyük şehri Hanoi’ye, on beş saat sürdü. Beş saatlik fark yüzünden varışımız, ertesi  günün öğleden sonrasıydı. Otele yerleşmeden şehir turuna çıkmaya oybirliğiyle karar vererek, bu çok farklı ülkede ilk şokumuzu yaşadık.

Bina cepheleri daracık, dört metre. Tüp ev olarak adlandırılıyor, 60 m2 arsa üzerine inşa edilmiş on beş metre de derinliği var. Nedeni, nüfusuna göre yüzölçümü yetersiz olan Vietnam’da toprağın çok pahalı olması. Uzun seneler Fransız sömürgesi olan ülkede, mimarinin de kolonyal etkisi altında kaldığı apaçık. Ne yazık ki, şehir planı diye birşey söz konusu değil, dolayısıyla yaşanan kaos her açıdan yorucu. Trafik bir keşmekeş, ışıklar ancak ana caddelerin bazılarında dikkate alınıyor. Kornalar hiç susmuyor, motorlar yaya geçitlerinde ön veya arkanızdan geçerken, yavaşlamıyor bile. Buna rağmen kimseye çarpmıyorlar. Araba sayısı az, yoğunluk motorlu araçlarda. Şehrin nüfusu sekiz milyon, motor sayısı beş milyon! Buna bir de “cyclopousse”lar ilave oluyor; arkası bisiklet, önü tek kişilik üstü tenteli oturma yeri olan bir araç. Ertesi gün, biz de bunlara binerek, konvoy halinde “eski şehrin” ticari merkezini gezdik. Kargacık burgacık sokaklarda, baş döndürücü bir kalabalığın içinde, on tane “Tahtakale”yi bir saatte dolaştık. Bizdeki gibi sokakların ayrı ayrı özelliği var: bakırcılar, demir saç soba vs. satıcıları, halı ve paspasçılar, bambucular, ayakkabıcılar, kağıt ve naylon ambalaj toptancıları, Noel süsleri ve fenerler ve daha neler neler... Arada resim galerileri de gördüm. Tabii ki, bu kısa gezi beni tatmin etmedi, kendi başıma biraz yürüyüp ilgilendiğim şeylere yoğunlaşmak isterdim ama tur programına göre bu mümkün değildi.

Hanoi’de ziyaret ettiğimiz Konfüçyüs’e adanmış “Van Mieu” Tapınağı ile ona bağlı, yalnız asillerin devam hakkı olan ilk edebiyat fakültesi, hala aktif olan ve şehrin en eski pagodası (tapınak) “Tran Quoc” ve en önemlisi Vietnam’ın kurtarıcısı, lider başkan Ho Chi Minh’in mozolesi gerçekten etkileyici ve çok güzeldi.

1964’te vefat eden Ho Chi Minh, vasiyetinin aksine, mumyalanmış ve adına inşa edilen muhteşem, “zen”, “art deco” bir mozolede yerli halkın ve turistlerin ilgi odağı.

Mozole turu fevkalade disiplinli bir organizasyonla gerçekleşiyor. Yüzlerce kişi, büyük bir sükunet ve saygı ile, tek sıra halinde mumyanın sergilendiği loş bir ışıkla aydınlatılmış, mekanın bir kapısından girip, diğerinden çıkıyor. Dört askerin nöbet tuttuğu ve her an elini kaldırıp selam verecekmiş hissi veren mumyayı görüp de etkilenmemek mümkün değil. Açıkçası tüylerim diken diken oldu. Bu arada şunu da ilave edeyim; mumyaya her sene özel bir bakım yapılıyormuş.

Ülke halkının çok dar gelirli, medeniyetin hala çok geride, sefaletin ve çevre kirliliğinin çokça hissedildiği Vietnam’da, oteller ve lokantalar, inanılmaz yüksek bir kalitede. Turumuzun seçtiği beş yıldızlı oteller birbirinden güzel, mükemmel servisli ve odaları da çok lükstü. Lokantalar da öyle, en azından bizim gittiklerimiz. Yemekler tabii ki yerel, Çin ağırlıklı. Yazımın sonunda, en beğendiğim lokantaların bir listesini vereceğim, eğer Uzakdoğu’nun bu iki ülkesi sizin için de çekicilik içeriyorsa bir bilginiz olur. Hanoi’de şehir yaşamı hakkında bir fikir edindikten sonra, doğaya yönelik gezilerle turumuza devam etmek üzere eski başkent Hua Lu ve “İndochine” ile “James Bond Dr. No’ya Karşı” filmlerinin çekimlerinin yapıldığı meşhur “Halong Bay”e yakın olan “Haiphong” şehirlerine hareket ettik.

Kaç yıl olduğunu hatırlayamayacağım, ama uzun zaman önce, Catherine Deneuve’ün oynadığı “İndochine” filmini izlediğim zaman, günün birinde mutlaka “Halong Bay”e gidip, ben de tekne ile o 2000 adalı, doğa harikası körfezi gezmeyi aklıma koymuştum. Hiç hayal kırıklığına uğramadım, düşlediğimden de daha görkemliymiş. Tekne turumuz beş saat sürdü, inanılmaz keyifli idi, tabii ki adaların, ancak bir kısmını görebildik, ama bu kadarı bile gözümüzü doyurmaya yeterliydi. Göl gibi durgun bir denizde, fauna olmayan, yalnız florası olan, ve herbiri çok değişik şekillere sahip, çoğunluğu dikey bu adalar, aramızdaki fotoğraf tutkunlarına güzel bir hediye oldu.

Vietnam gezimiz, şimdiki başkent “Ho Chi Minh City” eski ismiyle “Saygon” ve civarını gezerek devam etti. Üzerinde yoğun bir feribot trafiği olan göl manzaralı otel odamız gene çok konforluydu. Bu çok önemli, çünkü gündüz gezileri epey yorucu, bazı mesafeler bayağı uzun olduğundan erken kalkılıyor, bütün gün koşturuluyor, mümkün olduğu kadar çok yer gezip görülüyor, öyle ki insan otele döndüğünde konforlu bir odanın verdiği keyfi memnuniyetle karşılıyor.

Vietnam’lıların Amerikalı askerlere karşı koyduğu direniş hakkında o meşhur savaş filmleri “The Deer Hunter, Apocalypse Now, Platoon” sayesinde epeyi bilgi sahibi olmamıza rağmen, olay yerinde hepimiz etkilendik. Sık ağaçlıklı bir ormanda yer alan “Cu Chi” tünelleri, yerli askerlerin zayıf ve minyon bedenlerine göre, yerin üç kat altına inecek şekilde kazılmış, havalandırma sistemi olmayan 200 km.’lik örümcek ağına benzeyen bir savunma bölgesi. Cesur ziyaretçilere, kendi istekleri doğrultusunda belli bir yerden inip, beş metrelik bir yer gezme olanağı tanınıyor. Ben inmedim, inenler sıkıntıyla çıktılar. Bir de orada savaş boyunca yaşayanları düşünün!! “Cu Chi” tünelleri, Vietnam halkının, ihtilalcı ruhunun simgesi olmuş, “Çelik Toprak ve Bronz Kale” ismine layık görülmüş.

“Ho Chi Minh City”, Hanoi’den daha gizemli. Fransız’ların etkisi daha belirgin. Örneğin, “Eifel Kulesi”nin ünlü mimarı Gustave Eifel’in imzasını taşıyan ve halen kullanılan postane binası, şehrin göbeğinde, adeta bir mücevher! O zamanlar buralara gelip yerleşen Avrupalılardan kalan güzel kolonyal evlere devlet el koymuş, restoran veya kafe gibi yerlere dönüştüren kişilere kiraya veriyor. Sonuç gayet başarılı. Onlardan birinde (İndochine) öğle yemeği yedik, sahibi halen içinde yaşıyormuş gibi, iç dekorasyonu muhafaza edilmiş; aile resimlerinin altındaki konsolun üzerinde güzel bir “Menora” bulunuyordu.

İngilizler, sömürgeciliğe merak sardığında, Hindistan ve Pakistan’ı krallıklarına dahil edince, Fransızlar da aşağı kalmayıp, Vietnam, Kamboçya ve Laos’tan oluşan üçgeni kendilerine bağlamışlar ve bu bölgeye “İndochine” demişler. Burada bu adın sıkça kullanılması bu yüzden.

Gece açık pazarı, geniş caddeleri, yer yer Hong Kong’u anımsatan modern binalarıyla burayı daha çok sevdim.

Hanoi’de “Wild Lotus” ve “Rung Forest” Ho Chi Minh’de “Pho Co”, “Temple Club” ve “İndochine” (Menoralı villa) önerebileceğim restoranlar.

Vietnam’dan ayrılıp, uzun zamandır merak ettiğim, rüyalarımı süsleyen, “Anghor” tapınaklarının ülkesi Kamboçya’ya kısa bir uçuşla vardık ama dolu dolu geçen bu yolculuğu bir kerede anlatmak mümkün olamayacağından, sakın bir yere ayrılmayın devamı yakında diyorum.