Rıdvan Akar: Onların anısı önünde saygıyla eğiliyorum (2)

“1933 ve sonrasında Nazi Almanyası’ndan kaçabilen bilim adamlarının öyküsü” gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. İlk bölümünü geçen hafta yayımladığımız, Rıdvan Akar'ın Limmud Kültür Festivali'ndeki sunumunun devamını aktarıyoruz

Perspektif
31 Aralık 2008 Çarşamba

Bilim adamları gerçekten İstanbul Üniversitesi'nde çok büyük bir açılım gerçekleştirirler. O yıllarda İstanbul’da bastıkları ancak merkezini Zürih olarak gösterdikleri “İstanbul Çalışmaları” adlı bir akademik dergi çıkarırlar ve bu dergi o dönemin dünyada en çok benimsenen referans kaynaklarından biri olur. İstanbul Üniversitesi akademik çevrelerde ismi en iyi üniversitelerle beraber geçen bir kuruluş haline gelir.

Tabii bütün bu gelişmeler esnasında Naziler büyük bir kaygıyla Türkiye’deki olayları izlemektedirler. Türkiye ile Almanya arasındaki bilimsel akademik değişim programları I. Dünya Savaşı'nda başlamıştır. Bu esnada, 19 profesör İstanbul Darülfünun’una gelip burada çalışmışlardır. Keza, yaklaşık - dikkatinizi çekerim 1914 yılından söz ediyoruz - 10.000 kadar çırak Almanya’ya gönderilerek burada çıraklık eğitimi alırlar. Bu programda hedeflenen, Alman kültürü ve dilinin yaygınlaştırılması, diğer yabancı kültürlerin etkilerinin azaltılması, Türk aydınlarında bir Alman etkisinin yaratılmasıydı…

Türkiye’nin mali olanaklarının savaş içinde azalması ile birlikte, bu proje bir süre sonra Türkiye’nin de yetişmiş insan gücüne ihtiyaç duyması nedeni ile durduruldu ve bu çıraklar Osmanlı İmparatorluğu'na çağırılarak fiili görevlere atandılar. İşte böyle bir tecrübeye sahip olan Nazi Almanya’sı etkisini geliştirmek amacıyla, özellikle Ankara’da, bir fiil çalışmalara başladı. 1928 – 1933 yılları arasında Ziraat Yüksek Mektebi'nde, yani bugünkü Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi içerisinde Alman bilim adamları görev almaya başladılar. Ankara’daki Alman bilim adamlarının önemli bir bölümü ağırlıklı olarak Naziler'in etkisi altında bir kesimdi. Bu öğretim üyelerinden biri, daha sonraki yıllarda, Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesi ile bu ülkenin birinci dereceden sorumlusu olarak görev alacak kadar Nazi yanlısı olan, parti üyesi bir kişiydi.

Naziler, özellikle İstanbul Üniversitesi'ndeki gelişmeden büyük bir rahatsızlık duyuyorlardı. Çünkü Türkiye’nin en büyük üniversitesinin aleni olarak bu kadar Yahudi etkisi altında kalmış olmasını Türkiye açısından çok ciddi bir kayıp ve Alman nüfuzu açısından da çok ciddi bir zafiyet olarak görüyorlardı. Bu dönemde Scurla adlı bir bakanlık yetkilisi, bir Nazi, Türkiye’ye gelerek gerek Türk yöneticilerle, gerekse de Türkiye’deki eğitim sistemi ile ilgili bir rapor hazırladı. Adı “Scurla Raporu” olarak geçen bu çalışmada, birkaç tespit vardı…

Bu tespitlerden biri, mülteci kliği olarak bilinen Yahudi bilim adamlarının Cumhuriyet Türkiye’sindeki etkisinin kolay kolay kırılacak gibi olmadığı şeklindedir. Kendileri (Naziler) İstanbul Üniversitesi'ndeki tüm boş kürsülere, Almanya olarak, istenilen bilim adamlarının atanacağı garantisini vermiş olmalarına rağmen, Türkiye Hükümeti her defasında mülteci kliğinin tavsiyelerini dinliyor ve onların istekleri doğrultusunda atamalar yapıyordu.

İkinci önemli tespit şuydu: Özellikle Yahudi bilim adamlarının eğitim alanındaki etki ve hukukunu kırmak üzere, bu bilim adamları içerisinde bulunan önemli isimlerin bir an önce Alman vatandaşlığından atılmaları gerekiyordu. Çünkü Alman uyruğunda olan insanların Türkiye’de barınmalarına izin verilmiyordu. Bu yöntemle Alman bilim adamlarının İstanbul Üniversitesi'ndeki etkisinin azaltılabileceğini düşünüyorlardı.

Bu içeriğe karşılık, Türkiye, çok açık bir biçimde, Nazi partisinden olan bilim adamlarına herhangi bir yetki ve görev vermeyeceğini ilan etti. Scurla Raporu buna atıfta bulunarak, “Birkaç kere yaşadığımız tatsız tecrübelerden hareketle, Türkiye’deki Misyonun başındaki isim Dr. Frein’ın da onayı ile, artık bilim adamlarımızın Nazi Partisi üyesi olması gerektiği şeklindeki talebimizden vazgeçmeliyiz” diyordu…

Temel dert şuydu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Almanya’nın “Sizler bizim buradaki prestijimizi sarsıyorsunuz, çünkü bu adamlar (Yahudi ve muhalif bilim adamları) Almanca eğitim yapmaktadırlar, oysa İngiltere’ye gitselerdi, İngilizce eğitim yapsalardı, biz onlara ses çıkarmazdık. Hem Almanca eğitim yapıyorlar, hem de bizim yasalarımızı çiğniyorlar. Çünkü Aryan olmadıkları için eğitim yaptırma konusundaki ayrıcalıkları ellerinden alınmıştır ki bizim bu koyduğumuz iki şartı Türkiye olarak çiğnemektesiniz…”

Türkiye Hükümeti gerçekten bilim adamlarından yana net bir biçimde tavır koymuştur. Anlaşılacağı üzere, Türkiye’deki Alman cemaati ikiye ayrılmıştır. Bunlardan biri Yahudi bilim adamları, Katolikler, liberaller ve komünistlerden oluşan muhalif grup… Diğeri ise, büyük ölçüde Nazi etkisi altında olan diğer bir gruptur. Bunlar arasında başlangıçta, yani 1933 yıllarında fazlaca bir rekabet yok. Schwartz, orta yollu bir bilim adamının talebi ile konsolosluğa davet edildiğinde şu şartı koşmuştur: “O gamalı haç bayrağının olduğu herhangi bir yere gitmem. Bayrağı indirsinler, görüşmeye gelirim.” Ve ilginçtir ki, o günün koşullarında – 1933’den söz ediyoruz – bu talebi kabul edilmiştir ve Yeniköy’de bulunan Alman rezidansına bayraksız bir motorla gitmiş ve rezidansta konsolos tarafından kabul edilmiş, ancak biraz da soğuk bir görüşme gerçekleştirmişlerdir…

O dönemde Alman bilim adamlarının Alman Konsolosluğu ile olan ilişkileri sınırlıdır. Sadece pasaport sürelerini uzatmak amacı ile gidiyorlardır. Öte yandan, Scurla tarafından hazırlanmış olan bir soru çizelgesi de her gelen kişiye verilmektedir. Bu soru çizelgesinde, kişinin işi, mesleği, Aryan olup olmadığı, Aryan olmayan bir akrabasının olup olmadığı, hangi nedenlerle Almanya’yı terk ettiği gibi çeşitli sorular sorularak, o kişilerin fişlenmeleri şeklinde bir politika da sürdürülüyordu. Muhalif olan bilim adamlarından kimileri bu formu imzalarken, kimileri de kendilerine verilen bu çizelgeyi doldurmayı ret ediyorlardı.

Türkiye’deki Alman misyonu bir yandan Yahudi bilim adamlarına karşı Türk basınını da kullanılarak karşıt propaganda faaliyeti sürdürülürken, öte yanda, Nazi bilim adamlarına özellikle Ankara’da bir nüfuz çevresi yaratma peşindeydiler. Sonraki yıllarda Ankara Üniversitesi'nin temellerinin atılacağı Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde, Scurla Raporu'ndan hareketle, Nazi bilim adamlarının çalışmalarının arttığına dikkat çekmek gerekir. Ziraat Meslek Yüksek Okulu'nda, Numune Hastanesi'nde, Hıfsıssıha Enstitüsü'nde çok önemli ölçüde bir birikim sağlamışlardı. Burada tarihsel olarak sizi bir on yıl ileriye götürdüğümde yani Adsız ile Sabahattin Ali arasındaki 1944’teki ünlü davanın hemen ardından, binlerce Ziraat Meslek Yüksek Okulu öğrencisinin Ulus Meydanı'nda antisemitik miting yaptıklarını, Adsız’ı kutsadıklarını ve ırkçı Turancılık Davası'nın böylece başladığına dikkat çekerim. Ziraat Fakültesi'ndeki o rüzgar aradan 10 yıl geçtikten sonra Türkiye’ye bir fırtına olarak geri dönecektir.

Yahudi ve muhalif bilim adamları gerçekten büyük bir özveri ile Türkiye’nin yeniden inşa sürecine katıldılar. Ancak bir bölümü Türkiye ile uyum sağlayamadılar. Yani, Türkiye’deki temel atmosfer onların beklentilerine uygun, o Alman kültürü içerisinde yetişmiş insanlar için yeterli değildi. Bunlar çok kısa süre içerisinde Türkiye’ye terk ettiler, ancak bir bölümü de, her şeye rağmen kaldı. Örneğin Rüstow, ki kendisi son derece aktif bir bilim adamıydı, o dönemin CIA’sı olan bir örgüt için çalışmaktaydı. Adadaki evinde o zamanki Alman Nazi muhalifleri ile Amerikan istihbaratını buluşturması ile bilinen bir isimdi. Ancak bir türlü Türkiye’ye ısınamıyordu. Sonraki yıllarda, arkadaşlarına, “1683’te Viyana kapılarında Avrupa’yı ele geçirmek isteyen Türklerin şimdi tek tek bizleri Türkleştirmesine itiraz ediyor ve Türkçe öğrenmeyi ret ediyoruz” şeklinde mektup yazacaktı.

Türkiye’deki Alman Cemaati ikiye bölünmüştü. Naziler kendilerine “Koloni A” diyorlardı. Yahudi bilim adamları ise ironik olarak kendilerini “Koloni B” diye tanımlıyorlardı. Bu arada ilginç olan şey şuydu: Özellikle Yahudi ve muhalif bilim adamları için homojen bir yapıdan söz etmek söz konusu değildi.

Örneğin Kestler’in kendisi Nazi toplama kamplarından Türkiye’ye getirilen bilim adamlarından biriydi… 4 çocuğu ve karısı Yahudi, kendisi Aryan ırkından diye Scurla Raporu'nda konumlandırılmıştı. Ancak 4 çocuğu da Nazi Almanya’sının Reich Gençlik Derneği'nin üyesiydiler. Nitekim çocukları evden gizlice kaçtılar ve gidip Alman ordusuna yazıldılar. Bu aslına bakarsanız ilginç ve önemli bir paradokstu; çünkü özellikle Alman öğrenciler, Alman Lisesi'nde önemli ölçüde bir Nazi kontrolü altındaydılar ve burada propagandalar yapılmaktaydı. Çocuklarına Almanca eğitim vermek isteyen anne-babalar böyle bir enstrümanla karşı karşıya kalmışlardı. Keza yaz kampları Yeniköy’deki rezidansta bahçede kurulan çadırlarda gerçekleştirilmekteydi. Çocuklar o çadırlarda Nazi sembolleri ile, Nazi yaşam tarzı ile büyük ölçüde tanıştırılıyorlardı, öğrencilerin bir bölümü de bundan etkileniyorlardı. Yani aileler arasında da böyle dramatik parçalanmalar oluyordu.

II. Dünya Savaşı'nın bitmesine yakın, 1944 yılında Almanya yurt dışındaki bilim adamlarını ülkeye davet etti. Bu garip bir çelişki idi; çünkü 1938 yılında ısrarla Aryan olmayan kişilerin pasaportlarına konsolosluk tarafından el konulmuştu. Ancak Türkiye Hükümeti daha önce ifade ettiğim gibi, haymatlozlar için gösterdiği tavrı bu bilim adamları için göstermedi ve onların Türkiye’de bir şekilde kalmalarına rıza gösterdi. Bu bilim adamların bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmek için talepte bulundular. Gerçekten de daha sonraki anılarına baktığımızda bu bilim adamlarından bir bölümü Türkiye’den memleketimiz ya da ikinci vatanımız diye söz etmekteydiler.

Ancak onlar açısından şöyle bir sıkıntılı durum söz konusuydu: Türk vatandaşlığına geçmeleri durumunda maaşları Türkler gibi anında indiriliyordu. Örneğin Türkiye’nin ticaret hukuku rejiminin oluşmasını sağlayan çok değerli bilim adamı olan Hirsch, bu durumu Türk vatandaşlığına geçtikten sonra fark ettiğini ifade ediyordu. Evet ücretler yüksekti; ancak enflasyon ve savaş ekonomisi nedeniyle maaşlar hızla erimeye başlamıştı. Türklerin şöyle bir farklılığı vardı. Enflasyon oranında bir fark hükümet tarafından kendilerine verilirken, Alman bilim adamlarının maaşlarında benzer düzenlemeler yapılmadığı için bir süre sonra gerçekten çoğu mali sıkıntılar içine girmeye başladılar. Örneğin Neumark kenarda biriktirdiği bütün tasarrufları elden çıkarmak zorunda kaldığını söyler. Dediğim gibi, 1944 yılında bilim adamları Almanya’ya çağrıldılar. Ancak, eşinin Yahudi olduğu gerekçesi ile, kendisinin rejime muhalif olduğu gerekçesi ile ve benzeri gerekçelerle, çoğu Almanya’ya dönmeyi ret ettiler.

1945 yılında, Türkiye Almanya’ya savaş ilan etti. Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan etmesi bir prosedürü yerine getirmekten ibaretti. Almanya’ya ve Almanya’nın müttefiklerine savaş ilan etmeyen ülkeler Birleşmiş Milletler'e üye kabul edilmeyeceklerdi. Gerçekten de Türkiye, Amerikan ordusu Berlin’e yalnız 25 kilometre uzaklıktayken Almanya’ya savaş ilan ederek bu prosedürü yerine getirmiştir.

Buna karşılık olarak Almanya hemen Türk büyükelçiliği çalışanlarını enterne eder... Bunun üzerine Türkiye de buna cevap olarak Türkiye’de bulunan Alman cemaatinin enterne edilmesi şeklinde bir karar alır. Bu ilginç bir karardı. Cemaatin toplam sayısının 3 bin civarında olduğu tahmin ediliyordu… Teknisyenleri ile, mühendisleri ile, öğretim üyeleri ile… ve bunların enterne edilmeleri halinde Naziler'le, Yahudiler ve muhalifler aynı yerde tutulacaklardı.

Türkiye Hükümeti aralarında Yahudi bilim adamlarının da bulunduğu bu insanları, Alman pasaportu bulundurdukları için Kırşehir, Yozgat ve Çorum’a yolladı. Buralara gidenler aslına bakarsanız ne kadarlık bir süre için gittiklerini tam olarak bilmiyorlardı. Bir bölümü sadece kitaplarını, bir bölümü sadece bavullarını aldı. Türkiye’deki uygulamaları daha iyi bilenler, çoluk çocuk, eşya hazırlayıp öyle gittiler ve yaklaşık 8 ay kadar kaldılar. Çok zor bir dönemdi; çünkü bir bölümü çok hazırlıksız yakalanmışlardı bu sürece. Orada maaş almaları, herhangi bir gelir elde etmeleri söz konusu değildi ve büyük bir maddi sıkıntı içerisinde yaşadılar. Bazıları orada intihar ettikler, bazıları depresyona girdiler…

Buna karşılık, örneğin Bade adında bir profesör ve ailesi Kırşehir’e gittiklerinde hem parasızlardı hem de bir akademisyen olarak nasıl yaşayacakları hakkında ciddi kaygıları vardı. Bade oturdu ve Kırşehir yöresel tariflerine çalışmaya başladı ve çok kısa bir süre sonra Kırşehir’de antik bir şifalı suyun varlığını keşfetti. Onu ekonomiye kazandırdı. Kendisi 70’lerde Türkiye’ye geri geldiğinde Kırşehir’in fahri hemşerisi olarak nitelendirildi.

Savaşın bitiminden sonra enterne edilenlerin yeniden İstanbul’a dönmelerine izin verildi. İstanbul’a dönenlerin çok büyük bir bölümü Amerika’ya gittiler ve Amerika’nın önde gelen üniversitelerinde kürsü sahibi öğretim üyeleri olarak işe başladılar. Buradan giden, moleküler fizikçi 2 öğretim üyesi atom bombasının ve nükleer silahların yapımında çok önemli ve bilimsel katkılarda bulundu…

Öğretim üyelerinden bir bölümü Türkiye’ye döndüler. Türkiye’ye dönenler arasında ayrı bir yer açmam gereken bir isim Heinrich Reuter idi. Kendisi komünistti, Sosyal Demokrat Parti üyesiydi. Şehir planlamacısıydı. Türkiye’ye geldi ve Türkiye’de çok kısa bir süre içerisinde büyük bir sevgiye mazhar oldu. Çok çalışkandı. Gerek Ankara’nın görece daha düzenli bir yapıya kavuşmasını, gerekse Maçka Parkı ve civarındaki düzeni ona borçluyuz. Oysa, Reuter  1940 – 44 döneminde yani Nazi Almanyası'nın en kuvvetli olduğu dönemlerde, Naziler'in talebi ile bir süre sürgüne de yollandı. Daha sonra kendisi savaşın bitimi ile birlikte ülkesine geri döndü ve ülkesinin inşasına katkıda bulunmak istedi. Batı Berlin belediye başkanı oldu. Tam da o dönemde Sovyet Birliği, Batı Berlin’i ambargo altına almıştı. O kuşatmanın yarılmasında ve o kuşatma altındaki Batı Berlin halkının iaşesinin sağlanmasında Reuter’in çok özel bir yeri var.

Kendisi çok iyi Türkçe biliyordu ve akademik olarak Türkçe kitap yazmak koşulunu yerine getiren Hirsch’ten sonraki ikinci kişiydi. Çok iyi bir Türkçe öğrenmişti ve sonraki yıllarda hep Türkiye’den vatanım, ikinci vatanım şeklinde söz etti.

Aradan yıllar geçti, 70’li yıllarda, hükümet 302 Mercedes otobüslerini Türkiye’ye getirmek için büyük bir çabaya girişti. Ancak Mercedes, Almanya dışında herhangi bir yatırım yapmayı ret ediyordu ve o nedenle bir türlü Türkiye’nin bu talebi yerine gelmiyordu. O dönemde Mercedes’in başında Reuter’in oğlu CEO konumundaydı. Türkiye’de yetişmişti, Türkçe biliyordu ve Mercedes, tarihinde ilk olarak Almanya dışında bir ülkede yatırım yapma kararını onun sayesinde çıkardı. Biz 302 Merecedesler'e binme olanağını Ernest Reuter’in anısına elde etmiş olduk…

Bana göre, bu dönem Cumhuriyet tarihinin en güzel ve en parlak sayfalarından biridir. Bugün 1 milyona yakın öğrencisi ve 85 üniversitesi olan bir Türkiye’yi o bilim adamlarının büyük bir inançla, özveri ile, dirayetle gerçekleştirdikleri bir sisteme borçluyuz. Ben onların anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

RIDVAN AKAR

1961'de Zara'da doğdu. 1983'te Galatasaray Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü'nü bitirdi. 1987'de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nde yüksek lisansını tamamladı. THA, Söz, Ekonomik Panorama, Tempo, Milliyet ve ATV'de çalıştı. 32. Gün Haber Programı'nda "Madalyon/Cumhuriyet'in Yabacı Tanıkları" ve "12 Eylül/Türkiye'nin Miladı" belgesellerini M. A. Birand ve Hikmet Bila ile birlikte hazırladı. Eserlerinden bazıları: ‘Varlık Vergisi: Tek Parti Döneminde Azınlık Karşıtı Politika Örneği’, ‘İstanbul'un Son Sürgünleri’, ‘Bir Prensin Hisseli Hikayesi İşini Bilen Bir Memur: Engin Civan’, ‘12 Eylül: Türkiye'nin Miladı, Aşkale Yolcuları: Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları’, ‘Lider Portrelerinde Türkiye, Bir Irkçının İhaneti’, ‘Karaoğlan (Can Dündar ile)’ ve ‘Suna Kıraç'ın Ömrümden Uzun İdeallerim Var’ adlı kitabını yayına hazırladı. Halen Bilgi Üniversitesi'nde lisans ve yüksek lisans bölümlerinde ders veren Akar, İstanbul Üniversitesi'nde "İslami Holdingler" konulu doktora tezini hazırlamaktadır.