Rıdvan Akar: Onların anısı önünde saygıyla eğiliyorum (1)

“1933’te Yahudi bilim adamlarının Türkiye’ye gelişleri ve Türkiye’deki üniversite hayatında gerçekleştirdikleri o büyük dönüşümü irdelemek büyük bir keyif; çünkü bu süreç, Cumhuriyet tarihinde ender rastlanan bir organizasyon, ender rastlanan bir anlayış ve az rastlanan bir siyasetin ürünü.”

Perspektif
24 Aralık 2008 Çarşamba

Rıdvan Akar, Limmud Kültür Festivali çerçevesinde yaptığı sunuma böyle başlıyor… Kamuoyunun gitgide ilgisini çekmeye başlayan “Yahudi ve Muhalif Alman profesörlerin Türkiye’deki akademik çalışmalara katkısı” konusunu, Akar’ın sözleriyle aktarıyoruz…

Bu tarihsel olayı bir araya getiren iki temel dinamik vardır: Bunlardan bir tanesi Nazi Almanya’sında memuriyet ile ilgili çıkarılan bir yasa… Bu yasa çerçevesinde Aryan olmayanların memuriyet mesleğinden men edilmesi söz konusudur. 7 Nisan 1933’te çıkarılan bu yasa yalnız Aryan olmayanları değil, aynı zamanda Aryan biriyle evli olmayanları da kapsar... Dolayısı ile Yahudiler veya bir Yahudi ile evli olanları da içerir. Aynı şekilde politik olarak muhalif olanları da ilgilendirir.

Bu kararın alınmasından bir süre önce, bir kısım bilim adamları “burada artık akademik çalışma yapılamaz” diye ülkeyi zaten terk etmişlerdi. Yasa çıktığında bu derhal ve çok yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı. Bu politikanın bir ürünü olarak Yahudiler ve Yahudilerle evli olanlar işlerinden oldular. Bu iki şekilde oldu. Ya emekli oldular ya da doğrudan işten atıldılar. Emekliye sevk edilenler ise, ya ülkeyi terke zorlandılar ya da toplama kamplarına gönderildiler. Kendilerine hiçbir surette emekli maaşı bağlanmadı.

Bir yanda Almanya’da böylesi bir süreç yaşanırken, öte yanda Türkiye Cumhuriyeti’nde başka bir gelişme söz konusuydu. İstanbul Darülfünu’nu Osmanlı bakiyesi olan bir kurumdu ve bu kurum Cumhuriyet devrimleri ve Cumhuriyet dinamizmini taşımaktan uzaktı.

Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip İstanbul Darülfünunu ile ilgili gelişmeleri, İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu ile ilgili yaptığı bir konuşmada şöyle ifade eder:

“Biz devrimler gerçekleştiriyoruz. İstanbul’dakiler kayıtsız kalıyorlar. Biz dilde bambaşka bir dönüşüm gerçekleştiriyoruz, sanki bundan habersiz gibi davranıyorlar. Biz yepyeni bir tarih kurgusu gerçekleştiriyoruz, İstanbul’dakiler bu tarih kurgusuna bütünüyle kayıtsız kalıyorlar. Yani, devrimlerin gücünü İstanbul’dakiler taşımak eğiliminde değiller.”

 

İşte böylesi bir ihtiyaç, İstanbul Darülfünunu’nu yepyeni bir yapıya kavuşturmak, Cumhuriyet devrimlerinin ateşini bu yeni yapının taşımasını sağlamak ta o dönemde Ankara’nın üstünde durduğu önemli bir hedef haline gelmişti. Bu amaçla 1932’de İsviçreli bir bilim adamı olan Münch Ankara’ya davet edilmişti. Münch İstanbul Darülfünunu’nda yapılacak değişim ile ilgili bir rapor hazırlayacaktı ve gerçekten de oldukça kapsamlı bir rapor hazırlayarak bunu Ankara’dakilere sundu. Ona göre artık Darülfünu’nun ömrü dolmuştu ve yepyeni bir üniversiter yapı kurulması gerekiyordu. O tarihe kadar, yani Cumhuriyetin neredeyse onuncu yılına kadar, doğru düzgün üniversitesi olmayan bir Türkiye vardı. Dolayısı ile batıdaki üniversiteler gibi yepyeni bir üniversite anlayışının oluşturulması konusunda raporunu yazdı ve gitti.

Aynı dönemlerde, Almanya’da memuriyetten uzaklaştırılan Alman bilim adamları İsviçre’de, Zürih’te kendi aralarında bir örgütlenme içerisindeydiler. Bunda amaç, Almanya’dan gelen bilim adamlarını bir arada tutmak, onları dünya üniversite bilim hayatına yeniden kazandırmak, o bilimsel birikimi dünya medeniyeti için kullandırmaktı. Ancak dernek son derece parasızdı ve bilim adamları son derece zor maddi koşullarda yaşıyorlardı. Mallarını, hatta bir çoğu ev eşyalarını bırakarak Almanya’yı terk etmişlerdi. Servetleri Almanya’da kalmıştı. Pansiyonlarda tam bir sefalet içinde yaşantılarını sürdürüyorlardı…

İşte böylesi bir dönemde bu oluşumun başkanı olan patolog Felix Shwarz’ın kayınpederi, Münch ile bir görüşme yapmasını önerdi.

Görüşmede Münch kendisine, Ankara’nın, üniversiteler konusunda yeni bir anlayış içerisinde, yepyeni bir yapılanma gerçekleştirmek istediğini ve bu doğrultuda Avrupa’dan bilim adamlarına ihtiyaç duyduğunu ifade etti. Felix Schwarz çok umutlu olmamakla birlikte, Münch referansı ile Ankara’ya bir telgraf çekti ve görüşme talebinde bulundu. Kendisine anında cevap verildi ve hemen İstanbul’a beklendiği ifade edildi.

Schwarz, 5 Temmuz günü İstanbul’a geldi. Burada kendisini, daha sonra arkadaşlığı 20 yıl sürecek Kerim Bey karşıladı ve hemen Ankara’ya hareket etmesi gerektiğini söyledi. Ankara’ya vardığında bu defa kendisini Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve Milli Eğitimden bir komisyon karşıladı. Schwarz biraz şaşkındı; çünkü bu kadar böylesi bir ilgi beklemiyordu… Çok umutsuz bir şekilde İstanbul’a gelmişti.

Bir masaya oturdular. Masanın bir tarafında Milli Eğitim Bakanı ve komisyondaki üyeler vardı, öte tarafında tek başına Schwarz oturuyordu. Yanında bir kartoteks getirmişti. Kartotekste Almanlar tarafından kovulan Yahudi bilim adamları ve muhalif bilim adamlarının formasyonları ile ilgili bilgiler vardı. İlk olarak kendisine kimya alanında bir profesör önermesini istediler. Kendisi kartoteksini taradı bir profesör seçti ve onun formasyonundan söz etti. Karşı taraf etkilenmişti. Ardından bir fizikçi istediler, ardından tıp alanında bir profesör istediler, ve giderek sayı kabarmaya başladı. Schwarz büyük bir şaşkınlıkla bütün taleplere cevap veriyor, bir yandan da yaşadıklarına inanamıyordu. Toplantı bittiğinde 30 bilim adamının Türkiye’ye davet edilmesine karar verilmişti. Schwarz gerçekten büyük bir şaşkınlıkla solandan çıktı ve arkadaşlarına telgraf çekti. Telgraf şu cümlelerden oluşuyordu: “3 değil 30”… Telgraf bu kadar kısa ve netti.

 

Bu görüşme ile imza altına alınan anlaşma çerçevesinde Naziler tarafından kovulan bilim adamlarına Türkiye’nin kapıları açılmıştı… Yapılan mutabakata göre, öğretim üyeleri yaklaşık 750 ila 900 TL arasında bir maaş alacaklardır. Bu kendi muadilleri olan Türk öğretim üyelerinden yaklaşık 2 ila 2,5 katı kadar bir fark demektir. Yani oldukça yüksek bir ücret alacaklardır.

Ayrıca ülkeye gelişlerinde taşınmaları için bir para verilecektir. Maaşlarından herhangi bir vergi kesilmesi söz konusu değildir. Ölümleri halinde de altı aylık maaşları ailelerine teslim edilecek ve ülkeyi terk etmeleri sağlanacaktır. Hastalanmaları halinde ise 3 ay maaşları verilecek, maaşları ondan sonra kesilecektir – ki yalnız bir öğretim üyesi bu duruma düşmüştür.

Buna karşılık bilim adamlarından, en kısa zamanda Türkçe öğrenmeleri ve dersleri Türkçe vermeleri talep edilmektedir. Bunun yanında, üç ila beş yıl içerisinde Türkçe bir kitap yazmaları da istenmektedir. Keza bilirkişi taleplerinde de herhangi bir ücret talep etmeyecek ve bilirkişiliği kabul etmek durumunda olacaklardır. Bunun yanı sıra, o dönem Cumhuriyet’in ideallerinin anlatılması maksadıyla ve halk ile üniversite arasındaki bağı kurmak düşüncesi ile oluşturulan bilimsel toplantılarda, bu bilim adamlarının gerek İstanbul ve Ankara’ya gerekse Anadolu’nun diğer kentlerine gitmeleri ve halka konferanslar vermeleri istenmektedir…

Bu anlaşma çerçevesinde, yeni bir hayata doğru yola çıkan Schwarz ve arkadaşları bir gemiye binerek İstanbul’a geldiler. İstanbul’a gelişleri ile hem Schwartz’ın hem de Hirsch’in anılarında detaylı olarak yer alır.

Bir sonbahar güneş batımı sırasında, 27 Ekim günü geminin güvertesinde İstanbul’u seyrederek gelirler. Güneş batmak üzeredir. Puslu bir İstanbul günüdür. O günlerin İstanbul’u bir ahşap demetinden oluşmaktadır. Camiler ve o ahşap denizi kendilerinde son derece fantastik bir ülkeye geldikleri izlenimi uyandırır. Bu sırada havai fişekler patlamaya başlar ve bunu büyük bir coşku ile seyrederler. Gemiden indiklerinde kendilerini Milli Eğitim Bakanı, bandolar mızıkalar eşliğinde son derece tantanalı bir şekilde karşılar. Karşılananlardan 3 kişi, Türkiye’nin talebi üzerine Nazi Almanyası'nın toplama kamplarından kurtarılan profesörlerdendir. Türkiye bu kişileri devlet memurluğuna atadığı gerekçesi ile Nazi Almanya’sına başvurmuş ve bu profesörlerin toplama kamplarından çıkarılmasını sağlamıştır. Büyük bir yorgunluk, ama büyük bir umut ile karaya ayak bastıklarında Reşit Galip onlara şöyle bir konuşma yapar:

“Biz Türkler İstanbul’u fethettiğimizde Bizans’ın bilim adamları bizden çekindiler. Onlara kalmalarını tavsiye ettik. Her türlü desteği vereceğimizi söyledik, ancak ne yazık ki gittiler ve Floransa’da Rönesans’ı başlatan bilim adamları onlar oldular. Şimdi Avrupa’dan sizler geri dönüyorsunuz ve biz tarihle olan rövanşımızı geri alıyoruz sizler sayesinde…” Hepsinin eline altın varaklı birer davetiye tutuşturur. Davetiye 29 Ekim’de Dolmabahçe’de Cumhuriyetin 10. yıl kutlamalarına aittir. Çoğu biraz önce ifade ettiğim üzere yoksul ve bitkin olan bu öğretim üyeleri - ki sayıları artık 150 kişi kadardır - büyük bir iştahla Beyoğlu’na dağılırlar ve kalan iki gün içerisinde kendilerine bir frak yaptırmak için büyük bir çaba içerisine girerler. Hirsch daha sonra Dolmabahçe Sarayı'ndaki o anı şöyle anlatır: “Başka bir ülkeden istenmeyen, ötelenen bizler bu ülkede büyük bir onurla Cumhuriyetin 10 yıl kutlamalarına çağrılan insanlar konumuna gelmiştik.” Keza kutlama sırasında Enternasyonal Marşı’nın – çünkü bir Rus bakan vardı orada – çalınmış olması da Nazi Almanyası'ndan gelenler için adeta bir şok etkisi yaratmıştı.

 

Bilim adamları önemli yetkilerle donatılmış olarak İstanbul Üniversitesi’nde faaliyete başlarlar. Darülfünun, İstanbul Üniversitesi’nin ilanı ile birlikte tasfiye edilmiştir ve 147 civarında öğretim görevlisi Cumhuriyet ideallerine paylaşmadıkları gerekçesi ile işten atılmışlardır. Dolayısı ile, çok yoğun işleri vardır ve ortalığı toparlamak için çok hızlı bir şekilde hareket etmek durumundadırlar.

Gelen bilim adamları ilk etapta birkaç önemli konuda yetkililerin dikkatini çekerler. İlk konu yetersiz binalarla ilgilidir. Binaların bir an önce değiştirilmesi ve üniversite için gerekli olan yerlere bir an önce taşınılması gerekmektedir. Beyazıt’a taşınma projesi bu dönemde gerçekleştirilir. Bu dönemde, Haydarpaşa’daki Tıp Fakültesi’nin de Beyazıt’a taşınması teklif edilir. Hemen bu da gerçekleştirilir. Üniversite için gerekli olan laboratuarların kurulması işinde ön ayak olurlar. Keza kütüphane ve süreli yayınlar için son derece önemli taleplerde bulunurlar. Bu talepler mali küflet getirmekle beraber Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti hemen bu talepleri karşılar ve yerine getirir.

Hocaların ilk kaygıları Reşit Galip’in bir kaza geçirmesi ve zorunlu olarak görevden ayrılması ile başlar. Zira acaba yeni gelecek olan bakan aynı biçimde Yahudi bilim adamlarına sahip çıkacak mıdır? Gelen Refik Saydam’dır ve gerçekten de “Hayır, bu Mustafa Kemal tarafından takip edilen bir projedir ve sizin tüm ihtiyaçlarınız istediğiniz biçimde karşılanmaya devam edilecektir” diye bir açıklama yapar. Bilim adamları çalışmalarına devam ederler…

Çalışmalarında iki türlü dirençle karşılaşırlar. Bunlardan bir tanesi tabii ki kendilerinden çok daha düşük maaş alan ve buna karşılık kürsülerini kaptıran Türk bilim adamlarıdır. Bir bölüm Türk bilim adamı büyük bir iştahla bu kişilerden yepyeni bir bilimsel açılım öğrenme beklentisi içindeyken, bir bölümü ise, bu kişilerin çok fazla katkı sağlamadıkları ve aldıkları maaşı hak etmedikleri şeklinde bir propaganda içindedirler.

Peki bu propagandayı kamuya mal eden gelişme nedir? Naziler tarafından satın alınan kimi gazetelerde de Yahudi bilim adamlarına dönük bir kuşku, onlara dönük eleştirel bir bakış açısı yer almaya başlar. Ancak çok kısa bir zaman dilimi içerisinde bu bilim adamları gerek çalışkanlıkları, gerekse halkla kurdukları bağlar nedeni ile bu önyargıları silip atarlar.

Hocalar, anfide dersleri verdiklerinde bir sandalyeye çıkmaktadırlar ve hemen yanlarında çeviriyi yapan bir asistan bulunmaktadır. Hoca dersi anlatırken asistan birebir çeviriyi yapmaktadır. Ancak sonraki yıllarda, örneğin Prof. Neumark Türkçeyi öğrendikten sonra yaptığı açıklamada, o çevirilerde nüansların önemli ölçüde kaybolduğunu ve yuvarlak bir biçimde anlatıldığını söyleyecektir.

devam edecek...