Tiyatro = yaşamın ta kendisi...

Son haftalarda “büyük bir hızla daldığım” 2008/2009 tiyatro sezonunda gördüğüm üç seçilmiş yapıma aşağıda kısaca değindiğimde, bundan 104, 83 ve 67 yıl önce yazılmış iki oyun ve bir romanın, konularını bugünkü Hürriyet gazetesinden almış olabileceklerini göreceksiniz...!

-
17 Aralık 2008 Çarşamba

Bugünmüş gibi anımsıyorum, 1968 Alman Lisesi son sınıfındayken bir söyleşi için okulumuza gelen ünlü Alman belgesel tiyatro yazarı Heinar Kipphardt, “Edebiyat dalları arasında en etkileyici olanı, hiç kuşkusuz tiyatrodur...” diye savlamıştı – “ve bunlar arasında, politik tiyatro!” Sahne sanatlarına karşı yakınlığımı, atom bombasının yaratıcılarından J.Robert Oppenheimer ve Yahudi Soykırımı mimarlarından Adolf Eichmann hakkındaki oyunlarıyla bizleri derinden sarsmış olan bu yazara borçluyum – ve en başta bu tür “uyarıcı” oyunlara karşı özel ilgimi...

Oyunlar... ve tiyatrolar...

Şurası kesindir ki, (ve burada, “Perde Aralığından” köşemin ilk yazısının birkaç tümcesini aynen aktarıyorum:) tiyatro da kanımca tüm sanatları birleştiren bir ortamdır. Tiyatro’da öykü var, şiir var, görsel sanat (dekor, kostüm) var, söylem var, gerektiğinde müzik veya dans, ancak her şekliyle beden ile anlatım  var – tiyatro güldürdüğü kadar üzünç verebilir, simgesel olduğu gibi gösteri sırasında ve –daha önemlisi – gösteriden sonra da düşündürür, eğitir. Kısacası, tiyatro hayatın bir aynasıdır. Ve en önemlisi olan, tiyatro canlıdır. Sahnede “rol yapılır”, ancak yanlış yapılamaz. Oyuncu ile neredeyse “soluk yakınlığında” bulunan seyirci, yanlışlıkları affetmez. Kısacası, tiyatro özünde bir maske yöntemi uygulamakla birlikte, burada “dublör” yoktur, son yıllarda sinemada yoğunluk kazanmış olan “efektler” veya yapay ortamlar kullanılmaz. Tiyatro, gerçeğe belki de en yakın olan sanattır (“Salom”, 5 Kasım 1997).

“Küresel kriz” bir yana, bana kalırsa artık kendisi “kriz”den çıkmış olan ve bu mevsimde yüzü aşkın oyun ile haftanın her günü perde açan Türk tiyatro yapımlarını, üç ana grubu ayırabiliriz: Bunların ilki, kimi “salon”, kimi “kaba” (= kısmen belden aşağı şakalarla beslenen) güldürülerdir ki, bazılarında TV/show dünyasından kilit isimler de yer alır. Diğeri, en kısa tanımıyla “klasikler”den oluşan dağarcıktır – sıkça izleyebildiğimiz Shakespeare, Çehov, Brecht ve Moliére gibi yazarların başyapıtları (ki bu arada, Tiyatro Kedi’nin ustalıklı biçimde her iki türü birleştirdiği Haldun Dormen’li, Ebru Cündübeyoğlu’lu “Kibarlık Budalası” oyununu da gösterebiliriz..!). Üçüncü tür ise, daha çok çağdaş yazarların yapıtlarına dayanan deneysel / uyarıcı / çarpıcı oyunlardır... Bu üç türün dışında, bazıları daha sınırlı bütçelerle (örn. “Operadaki Hayalet”) ve iyi niyetli (“Damdaki Kemancı”), diğerleri ise ödenekli tiyatroların daha cömert (“Bir Şehnaz Oyun”) yapımları içeren müzikalleri de yabana atmamak gerek – veya (ne yazık ki, çoğu kez kaba-saba olmaktan pek öteye gidemeyen) kabare oyunlarını (ah – neredesin, Haldun Taner ve eski “Devekuşu”..!)

Bu oyunları sergileyen kumpanyaları da kabaca üç gruba ayırabiliyoruz. Hiç kuşku yoktur ki, “gişe” kaygısı olmayan ödenekli (Devlet ve Belediye) tiyatrolar(ı), bu nedenle bir yandan “klasikler”e kolaylıkla yer verebildikleri gibi, daha geniş bütçeler gerektiren kalabalık kadrolu oyun ve müzikallere el atabiliyor... İkinci grup, “repertuar tiyatroları” olarak adlandırabileceğimiz, çoğu kez belirli bir oyuncu grubuyla aynı anda birden fazla oyun sergileyen topluluklardır (Kenterler, Tiyatro Pera, Tiyatro Kedi, vbg). Son grup ise, küçük salonlarında (veya başka ortamlarda salt konuk olarak!) kısıtlı bütçelerle daha çok özel izleyici kesimlerine yönelen, öncelikle yenilikçi ve yukarıda sözünü ettiğim uyarıcı / çarpıcı oyunları sahneleyen kumpanyalardır (dot, garajistanbulpro, Oyunevi, Dostlar Tiyatrosu vbg.).

Bu kısa sınıflandırmaları yaptıktan sonra, ana sorumuza gelelim: Tiyatroya neden gidiyoruz? Hiç kuşku yoktur ki, çağımızın en önemli oyun yazarı ve tiyatro kuramcılarınan Bertolt Brecht’in de dediği gibi, “tiyatro, aynı zamanda eğlendirici de olmalıdır” – ne var ki, salt “hoşça vakit geçirmek” için tiyatroya gidecek olursanız, üçüncü tür oyunlar ve topluluklardan aman uzak durun!! Nedeni ise, orada “yaşam” ile karşı karşıya geleceğinizdir – ve yaşam, çoğu kez / çoğu toplum kesimi için “hoş” olmayabilir..!

Yaşamın bir izdüşümü...

Değerli tiyatrosever dostlarım, sizlere son haftalarda “büyük bir hızla daldığım” 2008/2009 tiyatro sezonunda gördüğüm üç seçilmiş yapıma kısaca değinerek, bundan 104 (Çehov: Vişne Bahçesi), 83 (Kafka: Duruşma) ve 67 (Brecht: Cesaret Ana) yıl önce yazılmış iki oyun ve bir romanın, konularını bugünkü Hürriyet gazetesinden almış olabileceklerini örnekleyerek göstermek istiyorum...

Çarlık Rusyasının oldukça yavan köy yaşamı bir yana, yeterince çağdaş bulmadığı Moskova toplumunu dahi beğenmeyip günlerini Paris’te geçirmeyi yeğlemiş Andrayevna Ranyevskaya (Jülide Kural), aile yadigârı çifliğini değerlendirmeyi düşünüyor. Büyük bir ”Vişne Bahçesi” ile çevrili bu malikanede ağabeyi ve kızlarıyla geçirdiği yaz günlerinde dostları, devrimci köy öğretmeni Trofimov (Tolga Yeter) ve tüccar Lopahin (Yıldıray Şahinler) ile gerek ülkenin içinde bulunduğu durumu, gerekse borç içinde olan çifliğin geleceği hakkında bol bol sohbet etme fırsatı buluyor – ve birden öğreniyor ki, ona çeşitli önerilerde bulunmuş (ancak bir türlü yanıt alamamış) girişimci genç tüccar, açık artırmayla çıkarılmış çiftliği edinmiş bile – kendisine layık gördüğü üvey kızına varmadan..! Tiyatromuzun duayenlerinden Ali Taygun’un, Anton Çehov’a layık biçimde (“dram olarak değil, bir komedi – hatta yer yer bir fars” olarak) sahnelediği bu önemli oyunda, Rus devrimi öncesi yozlaşmış aristokrasi karşısında, kurnaz burjuvazinin sermaye gücünün altı çizilirken, günümüzde aydın kesimine karşın köşe dönücülerinin başarıları simgeleniyor – ve burada, Ali hocanın da belirttiği gibi, ”Erenköy köşkleri”nin bahçelerine kurulan gökdelen sitelerini anımsıyoruz (İBB Şehir Tiyatroları: www.ibb.gov.tr) – günümüz yaşamından birinci kesit...

1920’li yılların bir sabahında iki sivil polis, işe gitmeye hazırlanan banka memuru Joseph K.’nin kapısını çalıp tutuklandığını söylerler... Nedeni ise ne onlar, ne de kendisi tarafından bilinmiyor! Kafka’nın “Duruşma” adlı romanı boyunca Bay K., ne ile suçlandığını araştıracak, ancak bunu öğrenmeden yargılanacaktır... Genç tiyatrocu Kerem Kurdoğlu, günümüz Türkiye’sinde çarpıcı benzerliklerinin yaşandığı bu olayı, İstanbul’a taşıyor – ancak bunu, çoğu kimsenin beklediği gibi “kafkaesk”, yani karanlık/kötümser biçimde değil, pırıl pırıl, sazlı/sözlü biçimde, kısacası bir müzikal olarak..! Derya Alabora ve Roza Erdem’in dışında bugüne dek izlemediğim genç kadronun başarılı oyunu, Imre Hadi’nin kulağa hoş gelen müzikleri ve Naz Erayda’nın yenilikçi sahne tasarımı, “İstanbul’da Bir Dava”yı birçok açıdan “gerçek” ve bu nedenle “banko” görünür kılıyor, Beyoğlu garajistanbul sahnesinde (www.garajistanbul.org) – günümüz yaşamından ikinci kesit...

Birinci Dünya Savaşı’nın son aylarını asker olarak yaşamış ve İkinci’sinin gelişini (ön)gören Bertolt Brecht, 1941’de İsveç’te kaleme aldığı, ilk epik başyapıtı olan “Cesaret Ana ve Çocukları” ile belki de değişik bir tiyatro türü yaratmasını bilmiştir: Büyük bir felaketin ön habercisi oldukları gittikçe belirginleşen 12 sahnenin “kronolojik” biçimde art arda sıralanmasıyla, izleyicilere bir şeyler öğretmeye çalışan bir oyun... Birinci sınıf bir “Lehrstück” (“öğretici oyun”) olan bu yapıtı ile yazar, “savaşlarda büyük kârların, küçük insanlar tarafından yapılmadığı”nı göstermek istediğini belirtmiş, savaş sürdüğü müddetçe “insanlık erdemlerini yok eden işler yapıldığına” parmak basmış ve “savaşla bu nedenle savaşılması gerek”tiğinin altını çizmişti...  Ülkemizin “en iyileri”nden Tilbe Saran’ın başrolü ve Işıl Kasapoğlu’nun yönetimi ile, ne yazık ki yüzyıllar boyu değişmeyen savaş vahşeti bir kez daha sahnelerimize taşınıyor (www.semaverkumpanya.com) – ancak,sadece Semaver Kumpanya’da değil, aynı konular, aynı acılar Akbank Yeni Kuşak Tiyatrosu’nda Mehmet Ergen’in yönettiği, Jose Rivera’nın kaleminden “Salvador Dali Göndermeleri İçimi Isıtıyor” (www.akbanksanat.com) ile Tiyatro dot’da, Murat Daltaban’ın yönettiği Mark Ravenhill’in “Vur / Yağmala / Yeniden” dizisinden “Savaş ve Barış” (www.dotbilsarda.org) oyunlarında da aynı biçimde sahnelerden taşıyor – günümüz yaşamından üçüncü kesit(ler)...

... ve böylece gerçek tiyatro’nun, yaşamın bir izdüşümü olduğunu görüyoruz yeniden, yeniden, yeniden...