HANUKA ÖYKÜSÜ / Soykırım’ın karanlığında bir “ışık”

Kavram
17 Aralık 2008 Çarşamba

Çeviri ve Uyarlama: Coya DELEVİ

Bayan Hannah Schiff’in çaldığı kapıyı, güler yüzlü genç bir kadın açıp, konuğu oldukça sade döşenmiş bir salona aldı. Evin hanımı olan genç Bn. Spitzer’in, evliliğinin dokuzuncu yılında beşizleri olmuştu... Zaten kıt, kanaat geçinmekte olan aile, bebeklerinin doğumuyla maddi sıkıntı içine girmişlerdi. Nitekim, Bn. Schiff de o gün, başında kendisinin  bulunduğu hayırsever bir grubun çabalarıyle toplanan yardımları getirmek için gelmişti...

Yaşlı kadın, sevgiyle, beşiklerinde uyumakta olan beş masuma baktı, içini çekti... Tam bu sırada gözü, duvara asılmış, şık bir çerçeve içindeki bir kadın portresine takıldı. Bu yüzde kendini ona çeken, nedeninini anlayamadığı, açıklayamadığı gizemli bir güç var gibiydi... “Bu yüz bana hiç te yabancı gelmiyor!” diye mırıldandı kendi kendine Bayan Schiff, ve... baygın yere yığıldı... Anında, Bn. Spitzer’in çağırdığı ambülansla hastaneye götürüldü. Yaşlı kadının kendine geldiğinde ilk yaptığı, duvardaki resmin kime ait olduğunu sormak oldu...

“O, geçen yıl yitirdiğim annem”, diye cevapladı genç Bn. Spitzer. Bunun üzerine, az da olsa heyecanını yenmiş olan Bayan Schiff, ilginç öyküsünü anlatmaya başladı:

“Bergen-Belsen Toplama Kampı’na gönderildiğimde on beş yaşlarımdaydım. Aynı yaşta, aşağı, yukarı yetmiş kadar genç kızla bir barakaya yerleştirilmiştik. Yaşam koşullarının getirdiği zorluklar ve zorunluluklardan dolayı, kızların hemen, hemen hepsi inançlarını yitirmişti. Bense, dört arkadaşımla birlikte, ısrarla, inatla dinimize bağlılığımızı korumaya çalışıyorduk. Bunun içindir ki, “Hanuka”Bayramı geldiğinde, kesinlikle bir “Menora” yakmamız gerektiği hususunda birleştik...

“Evet ama, nasıl? Neyle?.. Yaptığımız plana göre, fabrikada çalışan kızlardan birinin bize sağlayacağı “yağ” karşılığında, ona günlük “ekmek” hakkımızı verecektik... İki küçük çakıl taşıyla da, kaba yün üniformalarımızdan kopardığımız liflerden hazırlayacağımız  “fitilleri”yakacaktık... Asıl sorun, yağı koyacağımız çanak görevini yapacak “kap”ları bulmaktı... Soyulmuş patates kabuklarının bu görevi görebileceğini düşündük. Var olan koşullarda, mutfaktaki çöp bidonlarından en kolay edinebileceğimiz şeylerdi bunlar...

“Tam gece yarısı, nöbetçi değişimi esnasında, beş dakikalık bir süre boyunca mutfak boş kalırdı. İçimizden biri içeri girecek, diğerleri de, tehlikeli bir durumda uyarmak için dışarda bekliyecekti... Öyle yaptık, ben girer, girmez çöpleri karıştırmaya başladım. Kalbimin çılgınca vuruşları yanında, açlıktan guruldayan midemin sesini de duyabiliyordum... Öyle ki, hiç düşünmeden, çöplerin arasında bulduğum yemek artıklarını tereddüt etmeden ağzıma attım... Bu arada iki güzel patates kabuğu da bulmuştum... Aramayı sürdürüyordum ki, Sarale’nin sesini duydum, ama aldırmadım: “Çabuk Hanna ordan çık!”... Nasıl çıkabilirdim ki, yalnızca iki patates kabuğuyla!?.. Kendimden geçmişçesine, çılgıncasına, çöpleri sağa, sola dağıtmaya başladım...

“HALT!”... “Başımı kaldırdığımda, tüfeğini bana doğrultmuş, zalimce sırıtan Nazi subayını gördüm... Yanında da, korkularından tir, tir titreyen zavallı dört arkadaşımı..”

“Yarın beşiniz, bu büyük hırsızlığın cezası olarak, tüm kampın gözü önünde asılacaksınız,” dedikten sonra adam uzaklaştı. Gittikçe daha tehditkar görünen koyu karanlıkta, barakamıza dönüp, değerli “Hanukiya’mızın etrafına oturduk. Beşimiz de, geçmişte ailelerimizle beraber kutladığımız “Hanuka” Bayramlarını andık... O muhteşem gümüş “Menora”ları, oynadığımız oyunları anımsadık... En çok ta, ailelerimizin bizlere sağladıkları birlik ve güven duygularını hatırladık... Hatırladıkça da, saatlerce ağladık, ağladık...

“Bir kaç saat içinde kavuşacağımız yakınlarımızı düşünerek ağladık... Rivke, kurşuna dizilerek ölen anne, babasına, ben de, henüz küçücük bir bebekken, bu vahşi barbarların  katlettikleri kardeşime kavuşacaktık.. O kargaşaya, büyük korkumuza  rağmen saklamayı başardığımız “Menora”mızı yakabildik... Alevi ancak yarım saniye aydınlattı ama, bu bile, hüzünlü yüreklerimize bir umut “Işığı”vermeye yetti...

“Kampımızda, ormanın kenarındaki bir barakada tek başına, bizlerden ayrı yaşayan Shaina’dan yardım istemeye karar verdik. O da biz yaşta, Yahudi bir kızdı ama, altı yabancı dil bilmesi ona ayrıcalık! tanınmasına neden olmuştu... Almanların verdiği radyodan öğrendiği haberleri,“Müttefik”ordularına ait bilgileri tercüme ediyor, yani bir tür “ajan”lık yapıyordu. Aslında o bir piyondu, ve bunu yapmaya  zorlandığını bilmemize rağmen, Shaina’nın aleyhimize casusluk yaptığından ve icabında bizleri ele vereceğinden de  emindik. Kısacası, kampın tüm kızları ondan nefret ediyor, ona güvenmiyordu. Bize bu ümitsiz durumumuzda da yardım etmeyeceğini düşünüyorduk ama, beşimizin zaten kaybedecek neyimiz vardı ki?...

“Ve o gece, ikinci kez, ormanın derinliklerine girip, Shaina’nın kapısını çaldık, hiç bir cevap alamadık. Rahel’in, ağaçlar  arasından süzülen zayıf bir ışık görmesi üzerine, o tarafa yöneldik, ve...inanılmaz bir manzarayla karşılaştık... Shaina, gümüşten “gerçek” bir “Menora”nın önünde, elinde Sidur’la dua ediyordu... Gerçek bir “Hanukiya” ve bizleri heyecanlandıran Shaina’nın sesi!.. Bir ara nerede olduğumuzu unuttuk, ne ölüm, ne de kan gördük... Yalnızca, zafere koşan “Makkabe”ler, cesur kardeşler vardı orada... Umutsuzluk değil, kahramanlık gördük...

“Aniden, bizim farkımıza varan Shaina, korkunç bir öfkeyle bağırmaya ve bizi casuslukla suçlamaya başladı. Bununla yetinmeyip, görevlileri çağırıp bizi onlara teslim etmekle de tehdit etti.. Onu  sakinleştirmenin, istediğimizin sadece biraz yardım olduğunu anlatmanın  olanaksızlığı karşısında, oradan uzaklaştık... Artık kötü kaderimizi kabullenmekten başka bir seçeneğimiz olmadığını idrak etmiş, tam anlamıyla çökmüş bir haldeydik... Gecenin kalan bölümünü, bizler gibi Yahudi olan bu acımasız kızı lanetlemek ve sürekli ağlamakla geçirdik...

“Ertesi gün, bütün Kamp sakinleri, meydanda, bizim asılmamıza tanık olmak için toplanmıştı. Görevliler, boynumuza geçirilen ipin düğümlerini sıkıştırmak üzereydi ki, elinde radyosu bize doğru koşan ve “STOP” diye bağıran Shaina göründü. O inanılmaz anla ilgili anımsadığın tek şey, Gestapo subayının  büyük bir hiddetle bizi çözdüğü ve kuvvetli,“son” bir tekmeyle beraber, beşimizi barakamıza yollaması oldu...

“Kısa bir süre sonra tamamen özgürlüğümüze kavuştuk. Yoğun araştırmalara karşın, hiç bir zaman Shaina’nın izine rastlayamadık. Ona minnetimizi ifade etme şansını bulamadık... Ve, bugün evinizde o resmi, ölüme o denli yaklaştığım günü anımsatan, annenizin resmini gördüm ve bilincimi yitirdim... Giveret Spitzer, Tanrı beni, Shaina’nın kızına yardım etmem için seçti! Bir mucize bu!...”

“Evet. Bn. Schiff, inanılmaz bir rastlantı bu!.” diye cevapladı genç anne ve devam etti: “Ama bende “Puzzle”in diğer eksik parçaları var... Annem, birkaç kez rüyamda, bana göründü... Gülümsüyor, ve sürekli şu sözleri yineliyordu: “Beş Can  için beş Can...” Şimdi ancak bu sözlerin ne anlama geldiğini biliyorum. Tanrı, Shaina’nın kurtardığı beş Can’ın ödülü olarak, onun kızını, yani beni, beş harika yavruya hayat vermek için seçti...”

P-S- Kahramanlarının bir bölümünün hayatta olduğu bu gerçek öyküyü naklederken, esas  kimliklerinin  deşifre edilmemesi gayesiyle, isimleri değiştirilmiştir. C.D.