60. yılda iki devletli çözüm üzerine (1)

Filozof Alain Finkielkraut ile Filistin’in UNESCO nezdinde bulunan temsilcisi Elias Sanbar’ın, İsrail-Filistin barışı ve iki devletli çözüm önerisi konusunda yaptıkları sohbeti bu hafta ve önümüzdeki sayıda yayınlıyoruz.

Perspektif
21 Mayıs 2008 Çarşamba

Bir yandan, İsrail’in 60. yıl kutlamaları sürerken, öte yanda Hamas’ın bu ülkeyi kesinlikle tanımayacağı mesajını verdiği, İran Cumhurbaşkanı’nın İsrail’in bu topraklardan sökülüp atılması gerektiğini yinelediği bir ortamda, entelektüel düzeydeki bu tartışma, “Var olmak için kendi kendini tanımanın önemini” ortaya koyuyor.

(Philosophie Dergisi, Mart 2008 sayısı)

Elias Sanbar: 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulması bizim için bir yok oluşun, bir silinmenin başlangıcı olmuştur. Bizler isimlerimizi kaybettik. Olayları ebedi bir seviyeye taşımak rahatlatıcıdır aslında. Bu şekilde düşünmeniz, gerçekle yüzleşmeniz gerekmez. İsrail-Filistin anlaşmazlığı “zamanda” yazılıdır, “yerlerde” yazılıdır, tarihle, coğrafya ile ilgilidir. Bu eskiden olduğu gibi günümüzde de hareket halinde bir gerçeği ifade eder. Uzun soluklu bir sorundur, ancak hayatın gerçekleri ile değişiklikler de göstermiştir, mutasyona uğramış, gelişmeler ve kırılmalar göstermiştir. Filistin sorunu, statik bir perspektifte, mutlak değerlerden hareketle incelendiği taktirde, çözülebilirliğini yitirir.

Alain Finkielkraut: 31 Mart 1980 tarihinde tarihçi Jacob Talmon dönemin İsrail Başbakanı Menahem Begin’e açık bir mektup yayınladı: “Günümüzde iki halk arasında bir beraberlik kurabilmenin tek yolu, çok ironik olmakla beraber, bu halkları tamamen ayırmaktır” der bu mektubunda. Tarafların öncelikle böylesi bir ayrılmanın gerekliliği üzerinde hem fikir olmaları gerekir. O zaman sorunun ayakları yere basar ve çözüme giden yolda ilerleme sağlanabilir. Oysa hem İsrail’de hem de Filistin tarafında insanlar bölünmüş durumda. İki devlet fikrine karşı olan ancak aynı zamanda barış yapılması gerektiğini savunan ve terörü kınayan Filistinlilerle tanıştım. Demokratik olma iddiasında olan yeni bir umudun doğduğu söyleniyor: “Vatandaşların Devleti”…  Bir insandan, bir sesten söz ediliyor, duvara ne gerek var diye soruluyor. Bu mümkün mü? Bunun Avrupa’da yeri yok, Filistin’de olması da çok muhtemel değil…

E.S: Filistin’in bölünmesini bir sonuç olarak ortaya koymak, sorunun hal çaresi için tek bir seçeneğin kaldığını kabul etmek demektir ki bu çok da kötü değil. Aranan sonuç barıştır. Bölünme olayı belki bizi barışa yaklaştıracaktır. Kendilerini karşılıklı olumsuzluklara mahkûm etmiş iki halkın ilişkilerinin iyileştirilmesi fikrini besleyeceksek, “paylaşma” fikrini “bölünme” fikrine tercih edebilirim. Bölünme, kendine hedef seçtikleri ne kadar büyük olursa olsun, daha kesin bir sonu ifade eder. Oysa paylaşma, halklar arasındaki ilişkilerin tamir edilebileceği umudunu taşır.

A.F: Paylaşma gereğinin yeniden onaylanması gerekir. Oradan başlamak lazım... Gerçek Nakba, Filistin halkının gerçek felaketi aslında 1947 ve 1948 savaşı ile oluşmadı. Bu aslında, Filistinli Arapların kendilerine önerdikleri tüm taksim planlarını, 1936 Peel Komisyonu’nun önerisi ile 1947’deki Birleşmiş Milletler önerisini reddetmeleri ile başladı.

E.S: Nakba veya 1948 felaketi, korkunç bir acıya eşittir çünkü bu tarihte yalnız masif bir sürgün ve toprak kaybı olmadı. Aynı zamanda Filistinliler adlarını da kaybettiler. 1948, bir ülkenin fethi veya tekrardan fethi değildir, bu bir toprağın kimliğini yitirmesidir. Dereler isimlerini kaybettiler, köyler de. Bu tarihten itibaren Filistin’in ve Filistinlilerin adları silindi. Adımızı tekrar edinmek için yarım yüzyıl beklememiz gerekti. Siz taksimin 1937 yılında veya 1949 yılında olması gerektiğini söylüyorsunuz. Bu bir revizyonizmdir. Bu olanaksızdı.

A.F: Neden?

E.S: Toplumun bunu kabul etmesi mümkün değildi, bu bir gerçek, bunu değiştiremem. O dönemde burada 1,4 milyon Filistinli ve çoğu yüzyılın başında gelmiş 600.000 Yahudi vardı. Böylesi bir çoğunluğa topraklarının yarısını gelenlere vermeleri gerektiğini nasıl anlatabilirdiniz ve onlar bu önerinin karşısında kendilerini nasıl hissederlerdi? Bunu ifade ettikten sonra, o günkü Filistin yönetimini, Ben Gurion’un samimiyetsizliğini takip etmediği için kınamanın doğru olmadığını düşünüyorum: Filistin’in tamamını ele geçirmek için başta bir bölümü ile yetinmek. Bugün iktidarda olsaydı Arafat bir bölünmeyi taktik olarak kabul ederdi, ancak buna ikna olmazdı. Bu da belki iyi olurdu, fakat tarihi yeniden şekillendirmek mümkün değildir.

A.F: 1948 yılında olanaksız olan taksim, bugün mümkün olabilir mi?

E.S: İki devletli çözüm fikrinin, üzüntü, acı, savaş dolu onlarca yıldan sonra akıllara yatmaya başlaması, Ulus-Devlet oluşumunun sürecinin sonuçlanma aşamasına gelmesi ile izah edilebilir. Bugün artık kristalleşen bazı şeyler var. Bu elbette ki sosyal ve ulusal boyuttaki geçmiş gerçekleri değiştirmez. Ancak artık her iki tarafta da, 2 devletli formülün uygunluğu ve iyi komşuluk ilişkilerinin gerekliliği konusunda bir hem fikirlik var. Bunun iyi bir çözüm olduğu paylaşılan bir kanı.

A.F: Filistinlilerin daha önce BM taksim kararına uymamalarının yanlış olduğunu söylemek revizyonizmden kaynaklanmıyor. Bunun nedeni İsraillilerin bugün sıkça 1948 yılında olanları sorgulamalarından kaynaklanıyor. Haganah o zamanlar daha değişik şekilde davranabilir miydi? Postsiyonist olarak tanımlanabilecek bu sorgu, ne yazık ki adil değil ve Filistin anlatımını güçlendiriyor. Benzer bir yaklaşımı diğer kampta görmek çok olası değil.

E.S: Birçok Filistinli gibi benim de, dönemin Filistinli idarecilerinin birçok hata yaptıklarını kabul etmemek gibi bir sorunum yok. Manda idaresi altında yeşermeye başlayan ulusal hareketin doğru yönlendirilmemesinden, o dönem en güçlü siyasi lider konumundaki Kudüs Müftüsü Hacı El Hüseyin’in savaş sırasında Berlin’e Hitler’i görmeye gitmesine kadar birçok şey hatalı yapıldı. Bugün aslında bizi eleştirenler, tarihimizle yüzleşmekten çekindiğimiz için değil, bunu İsrailliler kadar iyi yapamadığımız için eleştiriyorlar. Bunu böyle düşünmek, kurbanınızın – kendisine tüm çektirdiklerinize rağmen – sizi izlemesini istemek kolonyal bir yaklaşım olur. Barış yanlısı birçok İsrailli’nin anlamadığı bir nokta var, o da bizlerin tarihin aynı tarafında olmadığımız.

A.F: Burada İsrail tarafının yeni yerleşim birimleri kurulması siyasetinin barışa getirdiği engelleri küçümsemiyorum, ancak söylediklerinizden yola çıkarak sormak istiyorum: Tüm Filistinliler, Filistinli midir? İslami Cihad gibi ya da Hamas gibi örgütleri Filistinli aşırı örgütler olarak mı tanımlamalıyız? Le Monde’da yayınlanan bir yazıda, muhabir, Gaza’da faaliyet gösteren ve El Fetih’e yakınlığı ile bilinen bir milis grubunun sorumlusuna sözü veriyor ve işte söyledikleri: “İsrail bize hiçbir zaman sıkıntı yaratmayacaktır, çünkü onlardan farklı olarak bizler ölmekten korkmuyoruz. Zaten bakın onları korkutuyoruz. Sderot’un sakinleri buradan gidiyorlar. Onları kuzeye, Hizbullah’a doğru iteceğiz. Sandviç gibi olacaklar...” Deli saçması? Belki!  Ancak bu şekilde fikir beyan eden Filistinli kendini Müslüman olarak konumlandırıyor, Filistinli olarak değil.

E.S: Köktencilik Filistin toplumu için bir felaket midir? Evet. Ancak bu durum Hamas militanlarının Filistinli kimliklerini teslim etmememiz gerektiğini ortadan kaldırmaz. “Tüm Filistinlilerin Filistinli” olduklarından emin olup olmadığımı soruyorsunuz. Burada ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum ve size bir soru ile cevap vermek istiyorum: “Baruh Goldştayn*, İsrailli miydi? Ve sanırım ki sorunun cevabı evettir. (*Baruh Goldstein Hebron’daki yerleşimlerde yaşayan bir doktordur. 25 Şubat 1994 tarihinde 29 Filistinliyi öldürdükten sonra, geri kalanlarca öldürülür.)

A.F: Başbakan Rabin bu olayı kınadı. Bundan daha da ileri gitti ve üzüntü duyduğunu, hatta utandığını da ifade etti. Bu utancı birçok Yahudi kendi içinde hissetti.

E.S: Size tüm açıklığımla söylemek isterim ki Filistin tarafında, terör olaylarına verilen tepkinin daha kesin ve daha güçlü olması gerekir. Sivillerin hedef alındığı bir ortamda, hafifletici hiçbir sebep olamaz. Bu toplumun kişiliğini kaybettiği anlamına gelmez. Bu, toplumu oluşturan bazı kişilerin kimliklerinde hastalık bulunduğu anlamına gelir.

devamı haftaya...

Çeviri: Marsel Russo

Alain Finkielkraut, 1949 yılında Paris’te, Aushcwitz kurtulanı Polonya Yahudi’si bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Halen Ecole Polytechnique’te “Düşünce Tarihi ve Modernite” üzerine dersler vermekte.

Elias Sanbar, 1947 Haifa doğumlu. Ailesi 1948 savaşları esnasında kenti terk etmek zorunda kalmış. Tarih öğrenimi gördükten sonra Paris, Lübnan ve ABD’nin çeşitli üniversitelerinde dersler verdi. Halen Filistin’in UNESCO nezdindeki temsilciliğini yürütüyor.