March of the Living 2008

28 Nisan-2 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen March of the Living kapsamındaki Polonya yolculuğunu geçen haftaki gazetemizde okurlara geniş bir şekilde aktarmıştık. Bu hafta March of the Living’e Hahambaşılık görevlisi olarak katılan Rav İsak Alaluf’un ve kafilemizdeki bazı gençlerin izlenimlerine yer veriyoruz

Perspektif
14 Mayıs 2008 Çarşamba

Nelly BAROKAS

March of the Living’e bu yıl Türkiye’den 42 kişilik bir kafile ile katıldık. Hahambaşılık her yıl olduğu gibi bu yıl da bir din adamının kafilemizde yer almasını sağladı. Bu yıl bize eşlik eden din adamımız Rav İsak Alaluf’tu.

Gezdiğimiz ölüm kamplarında, toplu mezarlarda, dindaşlarımızın yakıldığı fırınların yanı başında kurbanlar anısına yaptığımız anma törenleri Rav İsak Alaluf sayesinde daha bir anlam kazandı. Rav İsak Alaluf’un okuduğu, grubumuzun da eşlik ettiği dualarla, Nazilerin kurbanı olmuş dindaşlarımıza layık oldukları saygıyı tam olarak gösterdiğimizi düşünüyorum.

42 kişilik kafilemizde çoğunluğun lise ve üniversite çağı gençlerden oluşması, bu yıl March of the Living’e katılan Türk grubunun farklı bir özelliğiydi. Gençler beş gün boyunca Polonya’yı bir Holokost Kurtulanı ile gezdiler, yaşananları onun ağzından dinlediler. Bir Holokost Kurtulanı’nı gören ve dinleyen son nesil olan gençlerimiz, Holokost inkarcılığına karşı mücadelede yeterli donanıma sahipler şimdi…

Gelecek March of the Living’lere daha fazla gencin katılmasını diliyorum.

Majdanek’te bir gün…

Rav İsak ALALUF

Soğuk bir kış günü Polonya’da, Majdanek ölüm kampında ve birçok yerde bir insanlık trajedisi, ayıbı yaşanıyor. Gecelerden bir gece, bir gurup Yahudi hiçbir şey bilmeden endişeli bir şekilde duşlardan gelecek suyu bekliyor. Aklında buraya neden getirildiği var. Kalbinde burada alacağı duştan sonra daha sıcak bir yere gitme ve yaşama umudu var. Birden deliklerden su yerine atılan zehirli kristaller insan vücudunun sıcaklığı ile buharlaşmaya başlıyor ve öldürücü bir gaza dönüşüyor. Bu gaz umutları, hayalleri, kısacası yaşamı sona erdirecek darbeyi vuruyor. Can çekişen zavallılar birkaç dakika içinde ölüyor. Subaylar gece vakti kimseler görmeden ölenleri krematoryuma götürüyor. Yakılan insanların külleri havaya saçılırken bunalan SS subayı, fırınların hemen yanındaki duşta ferahlamaya ve stres atmaya çalışıyor. Sadece orada da değil. Başta Auschwitz – Birkenau olmak üzere Nazi Almanya’sının kurduğu ölüm kamplarında milyonlarca insan sadece Yahudi oldukları için öldürülüp bedenleri yakılırken dünya olanları seyretmekle kalıyor. Yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen bu olaylar daha sonra özel bir isimle anılmaya başlıyor. Soykırım. Bu cehennemden kurtulanlar bildiklerini paylaşmaya başladıkça ve olaylar gün ışığına çıktıkça, olayın boyutları ve ciddiyeti ortaya çıkıyor ve insanları bu konuda düşünmeye itiyor.

Ve günümüzden yirmi yıl önce “bir daha asla” diye haykıranlar sadece konuşmanın yeterli olmayacağını anlayarak bir gelenek başlatıyor. Yaşam Yürüyüşü veya bilinen ismi ile March of the Living. On binlerce insan her yıl aynı tarihte kampları ziyaret ederek Soykırım’ı ve nedenlerini anlamaya gayret ediyor.

Biz de bu yıl Yaşam Yürüyüşü’nün yirminci yılında Majdanek’in taşlı yollarında yürüyüp rehberimizin anlattıklarını dinlerken, kendi kendimize defalarca “neden?” diye soruyoruz. Gaz odasında Soykırım’dan kurtulan Miriam’ın gözlerine bakarken, sanki olayları ve acıları yeniden yaşadığını görebiliyoruz. Dudaklarımızdan dökülen yakarış dolu şarkılar, okunan dualar hissettiğimiz duygusallıkla gözyaşlarına karışıyor. Herkes kol kola girmiş bir şekilde Hannah Szenes’in sözlerini tekrarlıyor. “Tanrım dünyadan deniz ve kum, suların sesi, gökyüzündeki şimşek ve kalplerdeki dualar asla tükenmesin” diye. Birden buraya getirilen mahkumları düşünüyoruz. Evet, ağlasak da duygusallaşsak da birazdan bu odayı yürüyerek terk edeceğiz. Ama onlar yürüyerek girdikleri odayı cansız bir şekilde krematoryuma bir taşıyıcının tekerlekleri üzerinde terk etmişlerdi. Oradan çıkıp ağır adımlarla krematoryuma ilerliyoruz. Vahşetin boyutu bir kez daha tüm çıplaklığı ile gözümüzün önünde beliriyor. O anda rehberimizin teklifi ile kendimize geliyoruz. “Gelin burada Minha söyleyelim.” Hemen başlıyoruz “Aşre” ile Minha okumaya. Yaşadığımızın, var olduğumuzun ve var olmaya devam edeceğimizin bir göstergesi gibi sanki bu.

Sonraki durağımız, insanların külleri ile yapılmış bir anıt. Yeniden duygularımızın esiri oluyoruz. Okunan Teilim, söylenen Kadiş ve Eşkava’nın yanı sıra genç arkadaşlarımızın okuduğu duygusal bir şiir. Umut dolu bir dua ile orayı terk ederken batmakta olan güneş içimizden de bir şeyler götürüyor.

İki gün sonra Yaşam Yürüyüşü’nde on binler yürüyor, hep birlikte aynı şarkıyı söylüyor ve çalınan Şofar seslerine kulak veriyoruz. Tören boyunca Rabiler evrensel mesajlar veriyor ve insanlığı yaşanan trajedilere karşı duyarlı olmaya çağırıyor. Harabeye dönmüş krematoryum kalıntılarına, tren yollarına tahtaların üzerine yazılmış anlam dolu mesajlar bırakılıyor. Kendi payıma, bunlardan biri olduğum için doğru bir şey yapmanın huzuru ile şu satırları yazıyorum:

Sadece Yahudi olduğunuz için ölüme doğru yürümek zorunda bırakılan sizleri anmak üzere her yıl burada on binler yaşama yürüyorlar. Onlardan biri de benim. Sizleri hiç unutmayacağız ve her zaman haykırmaya devam edeceğiz. Bir Daha Asla…

 

Yaşayamamak

LİNDA DEKOHEN

Ulus Özel Musevi Lisesi 10. sınıf öğrencisi

Saniyeler düşünün; konuşmak isteyip de konuşamadığınız, doğru kelimeleri bir türlü bulamadığınız, insanların neler hissettiklerini anlayamadığınız saniyeler, insan olduğunuzu ya da bir aileniz olduğunu unuttuğunuz, gözyaşlarınızın donduğunu, ayaklarınızın çözüldüğünü, düşüncelerinizin durduğunu, hislerinizin kaybolduğunu belki de hiç olmadığını zannettiğiniz saniyeler. Ben bu saniyelerin arasında sıkıştım işte. Bir yandan hala bizim hayatımız devam ediyordu bunu biliyordum, diğer yandansa yaşamalarına bile izin verilmemiş insanların çaresizliklerini düşünüyordum. Kendimi suçladım hala hayatımda bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğüm için, oysa yaşıyordum, hayat güvencem vardı ve her an ölmeyi beklemiyordum. Bir ailem vardı ve onlardan zorla koparılıp alınmak diye bir korkum da yoktu üstelik. Özgürdüm her şeyi yapabilmek için özgürdüm! Acı çekmiyordum, açlık çekmiyordum, çaresiz değildim.

İnsanlığın durduğu, hatta hiç yaşanmadığı bir yere gitmiştim ben. Benim gibi bir sürü çocuk yaşayamadan ölmüştü. Ölmeye gitme nedenlerini bilmiyorlardı, ölüme gittiklerini de. Öldürülme nedenleri sadece Yahudi doğmalarıydı fakat aralarında Yahudi olmanın ne demek olduğunu bilmeyenler bile vardı. Çok masumdular, çok yalnızdılar, çok çaresizdiler… Hayatları sadece dinleri yüzünden onlardan çalınmıştı. Karar verme hakları, aileleriyle büyüme hakları ellerinden alınmıştı. Kimileri çocuklarını bırakmıştı karanlığa… Bir daha görememek üzere…

Bu gezide çok kere başkası yerine koymaya çalıştım kendimi, kolay olmadığını biliyorum ama yapmaya çalıştım. Gerek elinde bebeğini sımsıkı saran annenin, gerekse insanlığını tamamen yitirmiş bir askerin… Başaramıyorsunuz hayal edemiyorsunuz. Boş kamplar film setleri gibi geliyor. Anlayamıyorsunuz, bir  “din’” uğruna bu kadar insanın görmezden gelinip öldürüldüğünü düşünemiyorsunuz.

Onlar için yürümek yetmedi bu yüzden… Yumruğunuzu sıkıyorsunuz, insanın bir başka insana nasıl bunu yapabildiğini soruyorsunuz, fakat cevabını alamıyorsunuz. Tek duyabildiğiniz boş toplama kamplarının uğultusu. Canınız yanıyor çünkü biz mutluluğun ne demek olduğunu ne yazık ki anlayamıyoruz. Yaşadıklarımız dert değil, ne şanslıyız ki gözümüzde büyüttüğümüz küçük şeyler. Sevinin, gülün… Çünkü biz yaşıyoruz, toplumumuz hala yaşıyor. Tekrar birbirimize sahip çıkmak için geç değil. Gidin ve sarılın çocuğunuza, şimdi sıcaklığını hissedin ve mutlu olun, yaşantınızdan memnun olmamak yerine yaşadığınız için mutlu olun. Yeni bir şeyler yapın bu gün. Eğer bu gün yapamadıysanız yarın mutlaka yapın çünkü bizim için hiçbir şey geç değil.

Ve eğer ölenler için yapabileceğimiz hiçbir şeyin kalmadığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onların anısını hep uyanık tutmak belki de onlar için yapabileceğiniz en büyük iyiliktir. Onları hiç unutmamak seneler geçse de hep hatırlamak ve hatırlatmak. ‘Bir daha asla’ demek ve birbirimize sıkı sıkı sarılmak… Geçmişten ders almak, günümüzü doya doya yaşamak ve en önemlisi ise ‘yarınlarımızın olduğunu bilmek’ onları mutlu edecektir inanın.

Hayatlarını asla geri veremeyeceğiz bunu biliyoruz… O zaman son bir iyilik yapın ve Onlar için de yaşayın…

 

Unutmak Asla!

AYLİN PETİLON

Boğaziçi Üniversitesi-  Okul öncesi öğretmenlik bölümü- 3.sınıf

İnsanlık tarihinde BİR DAHA ASLA olarak söz ettiğimiz 6 milyon Yahudi’nin, insanın, katledilmesi, yakılması, öldürülmesi... Nasıl olur da bir insan başka bir insanı bu kadar içten öldürmek ister ve bunun için elinden geleni yapar? Sistematik, kolay ve ucuz olması için tüm zekâsını kullanabiliyorsa yaptıklarına nasıl akıl erdirebiliyor, buna niye zekası yetmiyor?

Tüm yaşananlara inanabilmek için kitaplar, resimler ya da görüntüler yeterli olmuyor. Olayların yaşandığı yere gitmek belki inanmayı sağlar gibi düşünsem de zekam buna yetmiyor!  Gittim, gördüm, inanamadım, inanmak istemedim. Ama anlamaya çalıştım yaşananları, orda ölenlerin neler hissedebileceğini, bizim neler hissettiğimizi… Bunun için de ayakkabıları elledim, kendimi onların yerine koydum, gaz odalarındaki tırnak izlerine baktım, saçları inceledim ve kendimi düşündüm. O acıyı hissettikçe kafamdaki sorular arttı.  Nasıl bir grup insanda böyle bir düşünce oluşuyor? Neden insanlar tepki vermiyor, niye dünya sessiz duruyor? Bütün bunlara cevap ararken beni ayakta ne tutuyor diye düşündüm.

Bu yolculuk sadece yürüyüşten ibaret değildi. Polonya’da o zamanki Yahudilerin yaşayışlarını da görebilmek onların yerine kendimizi koyabilmemize yardımcı olan unsurlardı. Sinagoglar, Gettolar, Yahudi yerleşim yerleri, mezarlıklar orda nasıl bir hayatın var olduğunun kanıtıydı. Günümüzde çok az Yahudi yaşıyor Polonya’da; ama orayı gezerken biz canlandırdık bir çok mekanı. Özellikle de sinagogda dua okumak, Kadiş söylemek ve hatta folklor yapabilmek belki de onların ruhlarının yansıması olmuştur.

Katıldığım yürüyüşte on binlerce insanın benimle, bizimle aynı hisleri paylaşması, aynı soruları soruyor olması…

Biz, March of the Living 2008’de, 10.000 Yahudi yürüdük. Bu sayı o gün gözüme öyle çok göründü ki, ama 6.000.000’un çok küçük bir bölümü bile değildi. Bu yürüyüş bana Yahudiliğimi bir kez daha gururla taşımamı hatırlattı. Sırtımda taşıdığım bayraktan da ayrı bir gurur duydum.

Biz o gün Yahudiler olarak yaşadığımızı, dünyada var olduğumuzu bir kez daha gösterdik,

Biz o gün Yahudiler olarak marşımızı bağırarak söyledik ve sesimizi dünyaya duyurduk,

Biz o gün Yahudiler olarak, Auschwitz’e yüz binlerce kurbanı taşımış olan ve boş dönen trenlerin anısına ‘biz hala hayattayız’ dercesine oradan boş trenlere binerek ayrıldık.

İşte bu nedenle Biz Yahudiler olarak cevabımızı veriyoruz: “Affetmek belki Ama Unutmak Asla!”

“Unutmak Asla” diyebilmek için bunları yaşamak gerekir. Her sene bu yürüyüşlerde bulunmak, o sinagoglarda dua etmek lazım ki ölenleri ruhları yaşasın ve bir Yahudi halkının devam ettiğini görebilsinler.

 

Yaşamın Kokusu...

LİSYA BARAKAS

Peyzaj Mimarı

Polonya’ya gittiğimde ne hissetmeliydim, ne görmeliydim bilmiyordum. Tek bildiğim ve duyduğum barakaların olduğu, gaz odalarının Zyklon B,  krematoryumların hala yanmış insan kokmasıydı. Beni en çok etkileyecek şeylerin bunlar olacağını düşünmüştüm. Fakat oraya gittiğimizde tur rehberimiz Dvora Kohen ve Auschwitz’den kurtulan Miriam Akavia ile tanıştıktan sonra benim için Holokost bambaşka bir anlam kazandı. Her saniyeyi, her dakikayı burada yazmak imkansız; çünkü anlatılamayacak, sadece yaşanacak şeylere şahit olduk.

İlk olarak Varşova gettosunu görmeye gittik. İkinci Dünya Savaşı sırasında her şey yerle bir olduğu için sadece küçücük bir duvardan gettonun nasıl bir yer olduğunu hayal etmeye çalıştık. Hayat nasıldı, bir insan gettonun içinde nasıl yaşardı?  Tam bunları düşünürken 1940’lardan kalma bir binanın önüne geldik. Küçük küçük camları olan beş katlı bir bina… Dvora bize bu camların her birinde üç veya dört ailenin yaşadığını söylediğinde her şey yerine oturmaya başladı. Ta ki üç çocuk gelene ve bizi görüp yüksek sesle konuşmaya başlayıncaya kadar... Dvora böyle şeylerin normal olduğunu sürekli insanların buralara gelip konuştuklarını ve evlerine bakmalarından rahatsız olduklarını söyledi. İşte o anda gettonun nasıl korkunç bir yer olduğunu anladım. Ben üç çocuğun bakışlarından ve konuşmalarından tedirgin olmuştum, burada yaşayan aileler her gün S.S subaylarıyla ve durmadan havlayan köpeklerle karşı karşıya kalıyorlardı. Kendileri için, çocukları için yaşamak zorundaydılar ve hala içlerinde bir umut vardı: ‘Bunların hepsi geçecek ve biz yine özgür olacağız’…

Ertesi gün Miriam Akavia’nın o güzel dünyasında gezintiye çıktık. Gezdiği sokakları, oyun oynadığı parkları, gittiği okulu gördük. Hayatımda gördüğüm en güzel sinagogları gezdik. Bunları yaşamak güzeldi… Yavaş yavaş kamplara doğru yol alırken hikayenin güzel tarafları yok olmaya başladı. Bizi altı sene korkuyla, acıyla geçen yıllar bekliyordu. İlk önce herkesin merak ettiği gaz odalarını ve krematoryumları gördük. Hiç beklediğim gibi değildi. Ne bir koku, ne bir yaşanmışlık… Evet, duvarlar gazın etkisiyle yeşile dönmüştü, krematoryumların o korkunç görüntüsü olduğu gibi duruyordu, ama aklım bir türlü burada altı milyon insanın öldüğünü almıyordu. Zaten altı milyon ne demekti, ne kadar büyük bir rakamdı? Bu gaz odalarına ve krematoryumlara bakarak anlaşılmıyordu. Kampın içine doğru ilerlerken bir baraka gözüme çarptı, kapkaranlıktı. Ve içeri girdik… İşte o zaman altı milyonun ne kadar fazla olduğunu anladım. Karşımda duran demir parmaklıkların arkasında sekiz yüz bin tane ayakkabı öylece bana bakıyordu, sonu olmayan bir barakaydı sanki… Çocuk ayakkabıları, bayan ayakkabıları, erkek ayakkabıları, kırmızı beyaz hasır kaplı sandaletler… Ama çoğu siyah, tozlu, kimliği belirsiz ayakkabılardı...  İşte burada hayat vardı, insanların kokusu vardı, çocukların şaşırmış bakan yüzleri vardı. Dört yüz bin kişi… Şimdi hepsi canlansa o ayakkabılar hayat bulsa, kim bilir bizlere neler anlatırlardı…

Ve tabii ki ‘Yaşam Yürüyüşü’nün’ yapıldığı 1 Mayıs günü… On bin kişi Auschwitz’den Birkenau’ya yürürken belki altı milyon değildik; ama ‘ buradayız, unutmadık, unutmayacağız ve unutturmayacağız’ duygularıyla attı kalplerimiz. Bir zamanlar ölüme giden yolu yaşama çevirdik, kaybettiklerimiz adına yazı yazdık, mum yaktık…

Tur rehberimiz Dvora’nın dediği gibi ‘onlara yaptıklarından dolayı anormal demeyin, çünkü bu onları haklı yapar ve onlar anormal değillerdi’...