MARCH OF THE LIVING 2008

Perspektif
7 Mayıs 2008 Çarşamba

Polonya’da yaşam ve ölümün izinde… > Nelly BAROKAS

Bu yıl Türkiye’den March of the Living’e giden 42 kişilik kafileye Gila Erbeş ile gazetemizi temsilen katıldık. Kafilenin en önemli ve sevindirici özelliği katılımcıların çoğunluğunun lise ve üniversite öğrencisi gençlerden oluşmasıydı.

Varşova havaalanında Yad Vaşem Holokost Eğitimi Enstitüsü öğretmeni rehberimiz Dvora Cohen ile her yıl Türkiye kafilesine katılan Holokost Kurtulanı Miriam Akavia tarafından sımsıcak karşılandık.

Gördüğüm filmlerin, okuduğum kitapların etkisi ile belleğimde yer etmiş gri bir Polonya vardı. Oysa Polonya güneşli, aydınlık ve yemyeşildi.

Holokost’u öğrenmek için, ölümün izlerinden önce, Holokost öncesinde Polonya’daki yaşamın izlerini sürmeliydik. Çünkü üç buçuk milyonluk Yahudi nüfusuyla Polonya, demografik ve kültürel açıdan Yahudi ulusunun merkeziydi bir zamanlar. Çünkü bu topraklarda yedi yüz yıllık geçmişe sahip bu toplumun sinagogları, okulları, kurumları ile zengin bir cemaat yaşamı vardı. Biz bu yolculukta iki ayrı seyir izleyecektik; bir yandan mutlu ve iyi bir yaşamın seyri, diğer yandan tarihte hiçbir ulusun başına gelmemiş bir Soykırım’ın seyri…

Oysa Polonya’daki köklü Yahudi yaşamının izlerini bulamadık. Her şey yok edilmişti. Adeta hiç var olmamışlardı. Nazilerin de niyeti bu değil miydi? 

Varşova’da ayakta kamış tek bir sinagog ve mezarlık var. Mezarlıkların “Yahudi yaşamını” yansıttığı söylenir. Gesxa Mezarlığı’nda bazı mezar taşlarının başında durduk; rehberimiz Dvora’dan, Esperanto’nun yaratıcısı Dr. Zamenhoff, tarihçi Meir Balaban, çocuklarla birlikte ölüme giden Janus Korchak ve diğerlerinin yaşam öykülerini dinledik.

Varşova Gettosu’nun yıkıma direnmiş bir-iki binasını ve yer yer ayakta kalmış duvar kalıntılarını gezdik. Rehberimiz gettoda çekilmiş eski fotoğraflar göstererek hayal gücümüzü kullanmamamızı sağlıyordu. Fotoğraflardan birinde;  tam da üzerinde durduğumuz zeminde açlık ve hastalıktan kırılan insanlar yatmaktaydı.

Varşova’dan Kazimiers’e doğru yol alırken sol tarafımızda bir tepenin üzerinde yüksek bir duvarın önünde duruyoruz. Üzerine Yahudi mezar taşları döşenmiş duvar, bir yarıkla ortadan ayrılmış. Duvarın arkası bir zamanlar Yahudi Mezarlığı olan ormanlık bir alan. Ortadaki aralıktan güneş ışığı sızıyor. Naziler mezar taşlarını söküp bir yola döşemişler herkes üzerine bassın diye… 1983’te Polonya Hükümeti, mezar taşlarını bir duvara monte ederek, anıt oluşturdu ve o kişilerin saygınlıklarını korumaya çalıştı.

Bir zamanlar Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı Kazimiers kentinde antik sinagog, günümüzde bir kültür merkezine dönüştürülmüş. Orada yaşamış olan Yahudileri anmanın en güzel yolu, Sefarad cemaatlerinin Tanrı’ya bir methiye olarak özellikle Şabat günleri okudukları “Ein Keloenu”yu söylememiz olacaktı. Ve Kazimiers kenti sinagogunda hep birlikte “Ein Keloenu”yu söyledik.

Lublin kenti yakınında Majdanek Ölüm Kampı’ndayız şimdi. Kampa dev bir anıtın içinden giriyoruz. Etrafı kocaman kayalarla çevrili; giderek daralan ve yarılan Kızıldeniz’den Yahudi ulusunun geçişini temsil eden bir yoldan ilerliyoruz. Yolun bitiminde, kayaların arasındaki bir kesitten uçsuz bucaksız bir manzarayı görüyoruz. Bir an görebildiğimiz bu manzara ‘umudu’ çağrıştırırken, anıta yaklaşıyor, bir dehlize girdiğimiz izlenimini ediniyoruz.

Majdanek’te gaz odaları ve barakalar duruyor. Kızıl Ordu ilerlerken Naziler krematoryumu ateşe vermişler, ama gaz odalarını yok etmeye vakit bulamamışlar. Etraf yemyeşil çimenlik… Rehberimiz Dvora’ya; “O zaman da böyle yeşil miydi?” diye soruyorum. “Olsaydı, açlıktan kırılacaklarına, çimenleri yerlerdi” yanıtını veriyor.

Müzeye dönüştürülen Majdanek’in bazı barakalarında kurbanların yattıkları ranzalar, diğer bir bölümde de 800 bin çift ayakkabı sergileniyor. Holokost Kurtulanı Miriam Akavia, kampta bir günün nasıl geçtiğini anlatıyor bize; saatler süren içtima ardından Nazilerce yapılan ‘seleksiyon’… Verilecek ölüm ya da bir süre daha yaşama devam kararı…

Gaz odasında hayatlarını yitirenlerin anısına yaktığımız mumlardan zeminde bir Magen David oluşturduk. Rav İsak Alaluf, Kadiş Duası’nı okuduğunda gözlerinden yaşlar akıyor, sesi ara ara kısılıyor. Gaz odasının loş ışığında yaktığımız mumların etrafında kenetleniyoruz; “Kol ha olam kulo gesher tsar meod. Ve ha ikar lo lefahed klal” (Dünya çok dar bir köprü. Önemli olan hiç korkmamak) şarkısını gözlerimiz yaşlı, boğazımız düğümlenerek hep bir ağızdan sessizce söylüyoruz.

Majdanek çıkışında, bir tepede, bir mozole… Merdivenlerden çıkıyor, kubbe şeklindeki mozoleye ulaşıyoruz. Sağ tarafta alabildiğine uzanan yemyeşil bir alan. Toprak, uzun hatlar halinde alçalan yükselen deniz dalgaları misali yer yer çukurlaşmış. Zeminin çukur hatları gaz odalarında öldürülen insan bedenlerinin üst üste atıldığı toplu mezarlar. Yıllar sonra Polonyalılar bedenleri çıkararak yakmışlar, külleri korumuşlar. Toprakla karışmış insan külleri şimdi mozolenin çatısı altında… Bedenlerin çıkarılması ile boşalan toprak zemin, yıllardır çukurlaşmış hatlar halini koruyor.

Tarnow kenti yakınında bir orman… Sabahın erken saatlerinde oraya varıyoruz. Ormana girdiğimizde yeşillerin en güzelleri ile kuş cıvıltıları bizi karşılıyor. Ağaçların arasından sızan güneş ısıtıyor. Adeta huzur veren bir cennet…

Oysa öyle değil… Mavi çitlerle çevrilmiş iki toplu mezar; biri yetişkinlerin, diğeri çocukların. Civar yerleşimlerden bu güzel ormana getirilen sekiz yüzü çocuk, sekiz bin Yahudi başlarına kurşun sıkılarak öldürülmüş.

Kafilemizdeki gençler tek tek, bu masum çocukların ağzından cümleler okuyarak çekilen acıları dile getirdiler; ırkçılığa, etnik ayrımcılığa karşı mücadele sözü verdiler. Çitin etrafında yakılmış anı mumları ve bırakılmış küçük taşlar buranın sık sık ziyaret edildiğinin kanıtı…

Krakow’a doğru yol alırken Miriam Akavia anlatmaya başlıyor. Bugün Miriam’ın günü. Çünkü Krakow onun doğup büyüdüğü, parklarında oynadığı, mutlu bir çocukluk geçirdiği kent… Bu kentte üç sinagog geziyoruz; Polonya’nın en eski sinagogu Die Alte Schulle, yanında bir mezarlığın yer aldığı Rama Sinagogu ve 1860’da açılan Temple Sinagogu…

Krakow caddelerinden geçerken Miriam, bir zamanların Yahudi Krakow’unu anlatıyor. Yaşadığı sokağı göstererek, 12 yaşında tanıştığı acılara, ailece Krakow Gettosu’na götürülmelerine, babasını ve erkek kardeşini yitirmesine, annesi ve kız kardeşi ile Auschwitz’e götürülmelerine bizleri ortak ediyor.

Geçmişte var olanı bilmeden, Auschwitz’i algılamak ve ‘yitirilenin’ ne olduğunu anlamak mümkün değil. Sadece ölü bedenlerden ve gaz odalarından bahsederek altı milyonun kaybını kavrayamazdık. Rehberimiz ilk günden itibaren bizi bilgilendirirken, Holokost kurbanlarının veya kurtulanlarının yazdıkları şiirlerden, güncelerden bölümler okuyarak, yitirilenlerin aynen bizler gibi bir adı, bir yaşamı olduğunu özellikle vurguluyordu.

Auschwitz-Birkenau arasında on bin kişi ile birlikte yaptığımız Yaşam Yürüyüşü’nü, orada düzenlenen töreni ayrıntıları ile aktarmak üzere ayrı olarak ele almayı uygun gördüm.

Son gün yine Varşova’dayız. Bir zamanlar Varşova Gettosu’nun yer aldığı alanın Zamenhoff Sokağı sınırındaki güzergahta Polonyalıların Holokost’ta yaşamını yitirmiş ve tarihe iz bırakmış Yahudiler anısına diktikleri anıt taşları önünde duruyor, yaşam öykülerini öğreniyoruz.

Yahudilerin kamplara gönderilmek üzere toplandıkları Umschlagplatz’da ‘Talit’i temsil eden anıt, sonra Mila 18 anıtı… Ardından üzerinde bir zeytin dalı ile ‘Bereşit’, yani yeni bir başlangıcı temsil eden İbranice ‘Bet’ harfinin yer aldığı daire şeklindeki zeminin etrafında el ele kenetlenişimiz…

Varşova’nın tek sinagogu Nozyk, Polonya yolculuğumuzun son durağı… Orada noktayı nasıl koymalıydık? Belki de, altı milyon dindaşımızın katledilmesine rağmen, Yahudi yaşamının devam ettiğini ve edeceğini vurgulamalıydık. Kafilemizdeki gençler, sinagogun kutsal çatısı altında, Dvora ile birlikte elele, şarkılar eşliğinde dans ettiler.

Tanıştığımızda Nelly adı, Holokost Kurtulanımız Miriam Akavia’yı çok eskilere götürdü. “Ben bir Nelly tanımıştım. ‘Barakaların Kraliçesi Nelly’ … Üzücü bir öykü… Maariv Gazetesi’nde yayınlanan ilk öyküm… Onu sana yollayacağım. Tercüme eder gazetende yayınlarsın” dedi.

Şimdi adaşım Nelly’nin öyküsünü bekliyorum…

March of the Living’e niye katılmalı? > Gila ERBEŞ

25 Nisan Cuma günü, öğleden sonra saat 3’e 20 kala Nelly Barokas beni yanına çağırdı ve telaşla, “March of the Living’e katılmak ister misin?” diye sordu. Şalom’dan gidecek olan genç yazarlarımızdan biri maalesef ayağını incittiğinden yola çıkamayacaktı. “Tabi katılmak isterim,” dedim “ancak vizem yok ve uçak pazartesi sabahı.” Hiç vakit kaybetmeden Polonya Konsolosluğu’nu aradık. Sihirli kelime ‘March of the Living’di. Nazik konsolosluk görevlisi, turun ismini duyduğunda saat 16.00’dan evvel orada olabilirsem vizeyi verebileceğini söyledi. Sanki bir mucize gerçekleşmişti; saat 16.20’de vizem ve uçak biletim hazırdı.

28 Nisan Pazartesi sabahı uçaktan iner inmez başlayan programımızı ‘çok özel’ kılan, sadece ziyaret ettiğimiz yerler ya da uyanık olduğumuz süre içinde tartıştığımız konular değil; bizlere eşlik eden rehberimiz Dvora Cohen ve Holokost kurtulanı sevgili Miriam Akavia oldu.

Bilgilendirilme ve duygusal açıdan müthiş bir yoğunluk yaşadığımız bu dört buçuk gün boyunca ve özellikle sonrasında şu soruları kendime sordum: “Bu etkinliğe niye katılmalı?” “Bu yolculuğun bana kazandırdıkları?..”

Polonya’ya ilk kez gidiyordum. AB’ye katılmış modern Polonya’nın toplumsal yapısı, çağdaş kültürü ve insanlarının yaşam tarzı hakkında fazla bir bilgim yoktu. Varşova ve özellikle Krakow’un, mimari açıdan eskiyle yeniyi harmanlamış olması, yeşili ve doğayı bu denli özümsemesi beni etkiledi. Ancak, 700 yıllık bir Yahudi geçmişi olan bu kentlerde Yahudi yaşamına dair fazla bir kanıt görmemek ise beni çok şaşırttı. Savaştan sonra % 85’i yıkılmış olan Varşova’da bugün sadece bir sinagog mevcut. Varşova Gettosu’nun duvarları şehrin bir iki yerinde apartmanların arasında duruyor. Ne ilginç ki, kentte savaş öncesi ‘Yahudi yaşamı’ndan söz edebilmek için ‘mezarlığa’ gittik. O mezarlık ki, sadece gömü yeri olarak işlev görmemiş, savaş süresince gettoyla dışarısı arasında her nevi kaçakçılığın yapıldığı, insanların saklandığı ve sebze meyve yetiştirdikleri yer olmuş.

Her ne kadar çevrede savaş döneminden pek az bina ya da özgün sokak kalmış olsa da, yolculuğumuz süresince rehberimizin ve sevgili Miriam’ın anlattıkları kişisel hikâyeler hayal gücümüzün de yardımıyla olayları, yaşanan faciayı, kahramanlıkları ya da zaafları, insanların karşılaştıkları akıl almaz ikilemleri bir nebze de olsa algılamamızı sağlamaya çalıştı.

Pek çoğumuz toplama kampları ya da ‘kesin çözüm’ün uygulandığı ölüm kampları hakkında kitaplar okumuş ya da filmler görmüşüzdür. Ancak Majdanek’in içinde olmak, kurbanların yaşadıkları yerlerde bulunmak ya da yattıkları yataklara dokunmak, ve hatta tepeden su mu yoksa gaz mı geleceği belli olmayan odalara girmek, içeriden dışarıya veya dışarıdan içeriye minik göz deliğinden bakmak; kısacası orada olmak… Krematoryumun içinde el ele verip Kadiş duasını okumak, gözlerimizi kapatıp bir an için kendi evlatlarımızın ya da ebeveynlerimizin avuçlarımızdan kopartılıp bir daha asla göremeyeceğimiz bir yere götürülüşünü hayal etmek… Kanımca, “bu etkinliğe niye katılmalı?” sorusunun cevaplarından biri olan, facianın yaşandığı yerlerde bizzat bulunarak aynı havayı solumuş olma olgusu, konu hakkında bilgi açısından ne kadar donanımlı olursak olalım, bizlere çok yoğun duygular yaşattı.

Bu sorunun bir başka yanıtı ise, özellikle ‘March of the Living’ yani ‘Yaşam Yürüyüşü’ne katılmış olma ayrıcalığıdır. ‘March of the Living’, aslında ‘March of the Death’ yani ‘Ölüm Yürüyüşü’nü anmak için Polonya hükümetinin de katkılarıyla her yıl düzenlenen çok büyük bir organizasyon. Dünyanın her yerinden 10.000’i aşkın Yahudi ve Yahudi olmayan kişiler, bir zamanlar Auschwitz I kampından, inşa edilmiş en büyük ölüm fabrikası olan Auschwitz II – Birkenau’ya yürüyerek 3 km. giden kurbanların anısına aynı yolu birlikte yürüyor. Özellikle diasporada yaşayan bir Yahudi olarak böylesi bir oluşumun içinde bulunmak, düzenlenen törende hep bir ağızdan El Male Rahamim ve Kadiş dualarını okumak benim için tarifi imkânsız bir deneyim oldu. 

“Bu yolculuğun bana kazandırdıkları?..” sorusuna gelince… Yazımın başında bizimle birlikte olan Miriam Akavia’dan bahsetmiştim. Çoğumuz onu kitaplarından, aldığı ödüllerden, Limmud’dan tanıyor. Miriam’ın hikâyesini bazılarımız duymuştur: Çok varlıklı bir aileden gelen Miriam, Krakow doğumlu. Savaşın başlamasıyla ailesi ile birlikte evinden ayrılmak zorunda kalan Miriam, 12 yaşında önce Krakow Gettosu’na, daha sonra da Plaszow toplama ve çalışma kampına gider. Orada babasını ve erkek kardeşini kaybeder. Daha sonra Auschwitz kampına düşer ve savaşın bitimine yakın, Almanlar tarafından Bergen-Belsen kampına götürülür; ancak orada da annesini ve kız kardeşini yitirir. İngilizler tarafından kurtarıldığında sadece 35 kilodur. Kurtarıldığı için ya da savaş bittiği için mutlu değildir. Ölümün onun için kurtuluş olduğunu düşünür. Ta ki, savaştan sonra Almanların: “Ne var, biz de çok kişi kaybettik, yalnız sizler mi ailenizi yitirdiniz?” sözlerini duyana kadar. İşte 17 yaşındaki Miriam o zaman hayata dört elle sarılır. Yaşamalı ve herkese gerçekleri anlatmalıdır. İsveç’te tanıştığı kocasıyla, o gün Filistin olan İsrail’e gider ve çok sevdiği, gurur duyduğu ülkesinin oluşumuna katkıda bulunur. Daha sonra İsveç’te yıllarca kültür ataşeliği yapar.

Yavaş yavaş Holokost kurtulanlarını kaybettiğimiz bugünlerde, Miriam’ın yaşamından çok özel ayrıntıları bizzat kendi ağzından dinlemek büyük bir ayrıcalık. Ancak Miriam Akavia’dan etkilenmemin nedeni kendisinin sadece bir kurtulan olması ve anlattığı hikâyeler değil; onun hayat karşısındaki duruşu, bizimle paylaştıklarını anlatırkenki cesareti; hatta ses tonu, oturuşu, bakışlarındaki anlam oldu. Polonyalılar hakkındaki görüşü, benim olaylara farklı açıdan bakmamı sağladı. Antisemitizmin yoğun yaşandığı günümüzde, Yahudiler ve özellikle İsrail ile çok iyi ilişkiler içinde olan Polonya arasında arabuluculuk görevini üstlenen komitenin başında Miriam Akavia. Tüm yolculuk süresince Miriam’ın bize verdiği mesaj şu oldu: “Yüreğinizi açık tutun ve kötülüğe iyilikle yaklaşın. Bu yolculuktaki deneyimlerinizi, gördüklerinizi arkadaşlarınıza, çocuklarınıza anlatın. Genç nesile tanıklık yapın ki, onlar da unutmasınlar.”

Savaşın ardından bir rabiye sormuşlar, “Tüm bu olup bitenlerden sonra, kendimizi hala ‘seçilmiş halk’ olarak niteleyebilir miyiz?” Rabinin cevabı şu olmuş: “Çok şükür ki, bugün çocuklarımıza, ‘6 milyon kişiyi nasıl öldürdüğümüzü’ anlatan bizler değiliz.”

 

Türk Kafilesi Yaşam Yürüyüşü’nde > Nelly BAROKAS

Holokost’u anma günü Yahudi takvimine göre her yıl 27 Nisan tarihinde gerçekleşiyor. Bu yıl Şabat girişine denk geldiği için bir gün öncesine alındı. 26 Nisan’a rastlayan 1 Mayıs Perşembe günü Yaşam Yürüyüşü’ne katılmak üzere Auschwitz’deydik.

İlki 1988’de düzenlenen Yaşam Yürüyüşü’nün amacı, Auschwitz I ile Nazilerin kurdukları en büyük imha kampı Auschwitz II, yani Birkenau arasındaki üç kilometrelik yolda tüm Holokost kurbanlarını sessizce anmak.

Auschwitz’e vardığımızda, fotoğraflarda, filmlerde gördüğümüz, trenlerden inenlerin kampa giriş yaptıkları, tepesinde “Arbeit Macht Frei” yazısının bulunduğu kapıdan girdik.

Çeşitli ülkelerden gelen Yahudiler, Yahudi olmayan gençlik grupları, Polonyalılar, Yaşam Yürüyüşü’ne katılmak üzere on bini aşkın kişi Auschwitz’deydi.

Farklı ülkeleri temsil eden kafileler peş peşe dizildik. Yola çıkmamız öncesinde önümüz ve arkamızda yer alan farklı ülkelerden gruplarla ayaküstü kurulan yakınlıklar…  Gençlerimizin elinde “Turkey” ve “Bir Daha Asla”  pankartları…

Yaşam Yürüyüşü başlıyor. Auschwitz’i geride bırakırken tümüyle asfalt bir yolda, artık şehrin içinde kalmış bölümde ilerliyoruz. Eskiyi anımsatan, tutukluların Auschwitz - Birkenau arasında yürüdükleri yolun izini taşıyan hiçbir şey yok…

Türkiye kafilesi geçerken özellikle dikkati çekiyor. Yürürken rehberimiz Dvora’nın bize öğrettiği şarkıyı söylüyoruz. “Eli, eli, she lo igamer le olam” sözcükleri ile başlayan bir şarkı. Yahudileri kurtarmak üzere işgal altındaki Avrupa’ya giden, Macaristan’da yakalanarak öldürülen Chana Szenes’in şiiri. Sesimiz taşıdığımız portatif hoparlörden yankılanıyor. Yol kenarlarında bizi izleyenlerin gözyaşlarını fark ediyorum.

Birkenau uzaktan belirdiğinde, eskiye dönüyoruz.  Yürüdüğümüz zemin artık toprak, yanı başımızda o bildik tren rayları. Avrupa’nın her yerinden Yahudileri acı sona taşıyan raylar… Tren yolu boyunca ilerliyor, ölüm kampına giriyoruz. Gökler de nedense ağlamaya başlıyor.

Gaz odalarında yok edilen bir buçuk milyon çocuğun, adları tek tek okunuyor. Küçük Saralar Moisheleler, Rifkalar… Hoparlörden yankılanıyor isimler ve isimler, ve ait oldukları ülkeler…

Törenin yapılacağı çok geniş bir alana varıyoruz.

Türkiye kafilesinin herhalde bir ayrıcalığı vardı. Birçok kafile töreni ayakta, alanın dışından izlerken, bizlere ayrılmış iskemlelere yerleşiyoruz. Şofarlar çalıyor kurbanların anısına. Sahnede Japon gençlerden oluşan “Hashachar” Korosu bizim kafilemizin yolda söylediği aynı şarkıyı seslendiriyor. Bu koro Takeji Otsuki adlı Yahudi dostu bir Japon tarafından kurulmuş. Hiroshima yakınında, Fukuyama kentindeki “Holokost Eğitimi Merkezi”ne bağlı olan “Hashachar” Korosu, İsrail ve dünya barışı için dua etmekte.

Törenin sunuculuğunu, ailesinin büyük bölümünü Holokost’ta yitiren Haim Topol yapıyor. Uluslararası bir üne sahip olan Topol’u, Damdaki Kemancı filmindeki Sütçü Tevye rolünden anımsayacaksınız.

Bulgaristan kökenli bir Holokost Kurtulanı’nın oğlu olan İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Ashkenazi, Haim Topol tarafından konuşmasını yapmak üzere sahneye davet ediliyor. Ashkenazi’nin aynı zamanda Entebbe Operasyonu’nu başarıyla gerçekleştiren ekipte yer aldığını da anımsatmak istiyorum.

Gabi Ashkenazi’nin; “İnsanoğlunun tarihte bildiği en korkunç savaşın son bulmasından 63 yıl geçti. Alçaltıcı, küçük düşürücü bir simgeye dönüştürülen Magen David, artık Yahudi ulusunun bir simgesi.

Ben burada, onur duyduğum küçük fakat güçlü bir ülkenin, İsrail Savunma Ordusu’nun komutanı olarak, ‘Bir Daha Asla’ diyorum ve buna söz veriyorum. ‘Bir daha asla’ çaresizlik içinde başkalarının merhametine sığınmayacağımız, ‘bir daha asla’ kızlarımızın, oğullarımızın, dedelerimizin, ebeveynlerimizin yok edilmelerine izin vermeyeceğiz” şeklindeki sözlerinden sonra sıra altı milyon kurbanın anısına altı meşalenin yakılmasına geldi.

İlk meşale, cehennemden kurtulup, yeni bir hayat kurmayı başaranlar adına Dr. Félix Zandman tarafından yakıldı. Dr. Zandman yaptığı keşifle İsrail askeri sanayisine büyük katkıda bulunmuş girişimci bir bilim adamı.

Yaşamını tehlikeye atmak pahasına Yahudi kurtaran bir Uluslararası Dürüst, ikinci meşaleyi yaktı.

Dünyadaki Yahudi Eğitimi Merkezleri’nin bir temsilcisi, aralarında din adamlarının, entelektüellerin, eğitimci ve öğrencilerin de bulunduğu altı milyon kurban anısına üçüncü meşaleyi yaktı.

Dördüncü meşale bir buçuk milyon Yahudi çocuğun anısına, Yaşam Yürüyüşü 2008’e katılan bir genç tarafından yakıldı. Barışa kurban giden İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin’in yakın dostu Eitan Haber, büyük annelerini, büyükbabalarını tanıma olanağını bulamayan ikinci neslin adına beşinci meşaleyi yaktı.

Son meşale Yahudi ulusunun Holokost’tan sonra kurduğu İsrail Devleti ve ordusuna bir saygınlık ifadesi olarak savaş malulü genç askerler tarafından yakıldı.

1988’den beri düzenlenen her Yaşam Yürüyüşü’ne katılan İsrail’in eski Başhahamı, günümüzde Tel-Aviv-Yafo kenti Başhahamı Rav İsrael Meir Lau’nun ve bir Holokost Kurtulanının oğlu olan Chelsea takımı futbol direktörü Avram Grant’ın konuşmalarından sonra El Male Rahamim Duası, Kantor Haim Adler tarafından okundu. Tören Kadiş Duası ile son buldu.

Yağmur altında izlediğimiz törenin ardından, sıra kafilemizin tren rayları ile yıkık krematoryum arasında yapacağı törene geldi. Hepimiz önceden bize verilen tahta levhalara içimizden geleni yazdık, sivri ucunu rayların arasında toprağa sapladık. Gelinim Smadar’ın bana verdiği isimleri alt alta yazdım. Dora, Clara ve diğerleri… Anneannesinin dört kız kardeşinin isimleri… Hepsi çocuk… Önüne küçük kayığın içindeki renkli altı mumu yerleştirdim ve o çocukların anısına yaktım.

Huzur duydum… Çünkü Smadar bunu yapmaya henüz fırsat bulamadı, onun yerine bu görevi ben üstlendim.

“Yaşam Yürüyüşü günümüzde, gençlere yönelik en önemli eğitim programıdır. Bu program, Yahudiler kadar, Yahudi olmayanlara da yönelik olmalıdır.  Yahudi ve Yahudi olmayan binlerce kişinin birlikte yürüyeceği, birlikte öğreneceği, birlikte anlayacakları ve birlikte hiçbir zaman unutmayacakları günlerin geleceğine inanıyorum.” / Ehud Olmert

Varşova Gettosu Ayaklanması > Gila ERBEŞ

Savaşın başlamasıyla, yavaş yavaş tüm hakları ellerinden alınan Varşova Yahudileri, 16 Kasım 1940’da Avrupa’nın en büyük hapishanesi olan Varşova Gettosu’na kapatıldı. Şehir nüfusunun üçte birinin (yaklaşık 300.000) Yahudi olmasına rağmen, getto şehir alanının ancak yüzde 24’ünü kaplıyordu. Varşova’ya sevk edilen sığınmacı kitleler ile, getto nüfusu 500.000’e çıktı. Kendi elleri ile inşa ettikleri 3 metre yüksekliğindeki duvarlarla çevrili ve sert bir gözetim altındaki Varşova Yahudileri dış dünyadan tamamen koparıldılar. Getto içindeki yaşamları, hayatta kalmak için kıyasıya bir mücadele ile ölüm arasında gidip geliyordu. Az da olsa bazı getto sakinleri, Almanların hizmetinde çalışmak dışında geçimlerini sağlamalarının yasaklanmış olmasına rağmen, kaçak iş yapan fabrikalarda gizlice çalışmayı sürdürdü. Siyasi partiler ve özellikle gençlik hareketleri yeraltına indi.    

Savaş süresince gettolardaki yeraltı mücadelesinin en büyük başarısı ZOB – Zydowska Organizacja Bojowa (Yahudi Savaşçılar Örgütü)’nın komutanı Mordehai Anielewicz önderliğinde, Nisan 1943’te organize edilen Varşova Gettosu Ayaklanması’dır. Beitar Hareketi’nin neferlerinden oluşan ve Pavel Frenkiel komutasındaki Yahudi Askeri Birliği (ZZW – Zydovski Zwiazek Wojskowy) de bu mücadeleye katıldı. Naziler 18 Ocak 1943 tarihinde bir Aktion başlattı. Bunun nihai sevkıyatın başlangıcı olduğuna inanan yeraltı örgüt liderleri, kuvvetlerini silahla cevap verecek şekilde düzenledi. Direniş Aktion’nu durdurdu ve bu olay kitlesel direnişe o andan itibaren hazır olan getto sakinlerinin büyük kısmı için bir dönüm noktası oldu.

Nihai Aktion 19 Nisan 1943’te, Pesah Bayramı arifesinde başladı. 800 kişiden oluşan savaşçı gruplar ve getto sakinleri yeraltı sığınaklarına gizlendi. Direnişleri, Almanları gafil avladı. ZOB’ler gettonun çeşitli yerlerinde konumlandı; ZZW’ler ise Muranowska Meydanı’nda çarpışarak Almanların gettoya girmesine engel oldu. Buna karşılık Almanlar binaları sistematik olarak yakmaya başlayarak gettodan çıkmayı imkânsız hale getirdi. Özellikle çok genç yaştan oluşan Yahudiler, Almanlar stratejik direniş merkezlerini (Mila 18) ele geçirinceye kadar, bir ay boyunca kahramanca çarpıştı. Bu, Nazi işgali altındaki bir Avrupa şehrinde gerçekleşen ilk halk ayaklanması oldu ve diğer getto ve kamplardaki ayaklanmalara da örnek oldu.

 

- Mila 18 -

Mila Caddesi’ndeki 18 numaralı ev, Varşova Gettosu Ayaklanması’ndaki en son direniş hareketlerinin görüldüğü ve Almanlar tarafından en son ele geçirilen yer olduğundan ayaklanmanın en önemli simgelerinden biri olarak kabul edilir. 1943 yılının başında silah kaçakçıları tarafından inşa edilen evin altındaki sığınak, Yahudi savaşçılar tarafından ayaklanmanın son zamanlarında fark edildi ve isyanın merkezi konumuna geldi. SS askerleri ve direnişçiler arasında yaklaşık üç hafta süren çatışmalardan sonra, Almanlar 8 Mayıs 1943’te Mila 18’deki eve yönelik bir saldırı başlattılar. Daha fazla direnemeyeceğini anlayan Mordehai Anielewicz önderliğindeki 100 kadar Yahudi savaşçı, teslim olmak ve ele geçirilmektense ölmeyi tercih ettiler; Mila 18, Varşova Gettosu Ayaklanması’nda düşen en son sığınak olarak tarihte yerini aldı.

Günümüzde, Varşova Gettosu’nun bulunduğu yerde apartmanların arasında yarı yıkık bir iki duvar ve küf kokan iki binadan başka bir şey kalmamış. Gündelik yaşam kentte tüm hızıyla devam ediyor. Burada yaşanan faciaya, sadece çevreye bakarak, bugün inanmak maalesef çok güç !..

Kaynakça: Tanıklık Etmek

 

DİRENİŞ

Bir somun ekmeği kaçak sokmak - direnişti. 

Gizlilik içinde öğretmek - direnişti.

İnsanları uyarmak - direnişti.

Bir Sefer Tora kurtarmak - direnişti.

Kanıt, belge oluşturmak - direnişti.

İnsanları sınırlardan kaçırmak - direnişti.

Olayları yazmak, kayıtları gizlemek - direnişti.

İhtiyaçlılara yardım eli uzatmak - direnişti.

Kaçak silah sokmak - direnişti.

Sokaklarda, dağlarda,

ormanlarda silahla savaşmak - direnişti.

Ölüm kamplarında isyan - direnişti.

Gettoda yıkık duvarların arasında,

öleceğini bile bile direnmek - direnişti.

 

KÜÇÜK KAÇAKÇI

Duvarın üzerinden, deliklerin içinden, muhafızı atlatarak,

Tellerin, korkulukların ve yıkıntıların arasından,

Yürekli, aç ve kararlı

Sıvışıyor ve kedi gibi ileri atılıyorum…

Kaderin eli bu oyunda beni yakalarsa,

Cilvesidir bu hayatın.

Sen anne bekleme beni…

Dudaklarımı tek bir soru titretecek;

Kim, annem benim, kim

Yarınki ekmeğini sana getirecek?

Şair Henryka Lazowert

 

VARŞOVA GETTOSU’NDA SON PESAH SEDERİ

Varşova Gettosu’nda bir Moşele vardı,

Sonuncu Moşele.

Babasına soruyordu, “Ma Niştana?”

“Ma Niştana Alayla Aze Mikol Alelot?”

“Niçin bu gece diğerlerinden daha uzun ve

daha korkunç?”

Moşele bu soruları sorarken,

gökler ve yeryüzü suskundu,

Melekler ses çıkarmaya korktular.

Ve babası yanıtlamak istedi, “Avadim Ayinu”

“Sevgili baba, bir sorum daha var,” dedi Moşele

“Bilmek istiyorum, gelecek yıl sana ‘Ma Niştana?’ diye sorabilmek için hayatta olabilecek miyim?

Bu soruyu sorabilecek Yahudi bir çocuk

kalabilecek mi?

Bu soruya ‘Avadim Ayinu’ diye cevap verecek,

Yahudi bir baba kalabilecek mi?”

Ve babası yanıtladı,

“Bilmiyorum…

Bilmiyorum hayatta olacak mıyım,

Bilmiyorum, bilmiyorum hayatta olacak mısın?

Ancak şunu biliyorum ki,

Sadece bir Moşele olacak,

Bir yerlerde, ‘Ma Niştana?’ diye sormak için.

Bilmiyorum ben hayatta olacak mıyım?”

 

“Ölüme mahkûmuz ancak Yahudi tarihine üç satır yazmak zorundayız: Yahudi gençliği direndi ve ulusal onuru için savaştı.” / Yehuda Poldek 

 

“Silah gücü ile zafer kazanmaya gitmedik, biz ruhu savunmaya gittik. Düşman ruhumuzu öldürmedi. Ölüm ne yenilgidir ne de utanç…”

Ha-chalutz Halochem’in manifestosu       

“Bugün hala hayattayım! Yarın ne olur bilmem… Ben bunları yazarken, Varşova’da Yahudi kalmadı. Sevgili karımı ve iki çocuğumu görmek isterdim… Onları bir daha görebileceğimden kuşkuluyum. Yine de yaşamak isterdim…” / Sewek Kalnierzyk