Tiyatro mevsimi çoktan başladı...

Bazı sahneler kapanıyor: tamam! – tiyatro “krizde”: doğru! – ancak: gene de bu günlerde İstanbul sahnelerinde bir hafta içinde en az yirmi oyun sunulmakta, sevgili okurlar – asıl önemli olan, onları gidip izlemek ve böylece “kriz”e set çekmektir..!

-
7 Şubat 2008 Perşembe

Bu köşedeki ilk yazı 5 Kasım 1997’de yayımlanmıştı, değerli tiyatroseverler – dile kolay: on yılı devirdik, “perdeyi aralarken”..! Bilgisayarı karıştırırken bakıyorum, tam tamına 192 yazı çıkmış; arada bir genç konuk yazarlarımızın da katılımıyla iki yüz elliyi aşkın oyun irdelenmiştir bu köşede, Türkiye sahnelerinin yanı sıra İsrail’den, İngiltere’den ve Almanya’dan da...

 

“Alaydan” başladığım bu yazılar sayesinde çok şey öğrendim ve her gün bilgi dağarcığıma taze bilgiler katıyor, yurt içi ve dışında yeni yeni tiyatrocular ile tanışmayı sürdürüyorum, yazarlar, yönetmenler, dramaturglar ve oyuncularla... Heyecan ve gurur verici ortamlara girebildim, değişik dergi ve gazetelerde sürekli veya konuk yazar oldum, bu köşem sayesinde – kısacası, “Perde Aralığı”na bir çok sevindirici gelişme borçluyum!

 

2007-2008 tiyatro sezonu başlayalı bir ayı geçti ve çeşitli nedenlerle ilk yazıyı ancak bu hafta için kaleme alabildim... Bu arada ona yakın oyun izlediysem de, açıkçası daha tam anlamıyla “muhakkak gidip görün!” diyebileceğim bir yapıma rastlamadım desem, yanlış olmaz! Oysa ki, bazı ödenekli sahnelerin (İBŞT Haldun Taner ve İDT Taksim Sahnesi) kapanmasını içeren olumsuzlukları sanki giderircesine, bir takım yeni oluşumlar ile karşılaştık bu sezonun başında. Bunların arasında “Tiyatro Kahve” topluluğunun Sait Faik’in öyküleri oyunlaştırdığı “Hişt Hişt!” (Beyoğlu Cem Safran Sahnesi, 0212-2451314); yeni kurulmuş “Oyun Bozan” grubunda yer alan Erdem Akakçe gibi olağanüstü bir oyuncunun sahnelediği “9 Ay Son Gün” (Kenter Tiyatrosu, ayrıca Caddebostan ve Kadıköy’de, 0212-2536711); Cihangir/Firuzağa’da birkaç yıldır “gerçek” tiyatro yapan “Arama Tiyatrosu”nun “Göçmen Fahişeler” başlıklı, evlilik ilişkilerini irdeleyen yeni oyunu ve bu yıl Gencay Gürün’ün yönetiminde ustalığını sergileyen Cüneyt Türel’in “Çıkmaz Sokak Çocukları” (Tiyatro İstanbul, 0212-2164070), ilk aklıma gelenlerdir…

 

Yukarıda sıraladıklarımın arasında “Hişt Hişt” ve “Göçmen Fahişeleri” izledik – ve beğenmedik değil, ancak, diğer gördüklerimi de dahil edecek olursam, şu ana dek en başta önerebildiğim oyun, çağdaş “In-Yer-Face” tiyatrosunun ülkemizdeki önde gelen temsilcisi olan DOT’un, bu türün en yeni, belki de en “sert” örneği olan “Kürklü Merkür”üdür. Bu oyun hakkında “Tiyatro... Tiyatro” Dergisi’nın Kasım sayısında yayımlanmış eleştirimin bir bölümünü aşağıda okuyabilirsiniz..

 

 

Dot’un “suratımıza patlayan” yeni oyunu...

 

Tiyatro kuramcısı Alex Sierz’in “... etik kuralları sorgulayan, tabuları alt-üst eden, yasak olanları ortaya çıkaran ve rahatsızlıklar yaratan; ... oyuncuları sahnede soyunan, aşk yapan, mastürbasyonda bulunan, tüküren veya kusan...” kısacası: “insanoğlunun yapabileceğini, ancak yapmasını/en azından bizim görmek istemediğimizi gözlerimizin/düşgücümüzün önüne seren...” tanımlamalarıyla tiyatro literatürüne dahil ettiği bu türün öncülerinden olan Philip Ridley’in 2005’de ilkgösterimi yapılan “Kürklü Merkür”, In-Yer-Face tiyatrosuna alışmış olması gereken İngiltere tiyatro camiasında büyük çalkantılara yol açmıştı. Bir yandan “Daily Telegraph” gazetesinde yazarın “kendi sapkın düşgücüyle doyuma ulaştığı” savlanıyor, Ridley’in yayınevi olan Faber & Faber “Mercury Fur”ü basmayacağını belirtirken, oyunun kendisi büyük ilgi görüyor ve kısa sürede ABD, Avustralya, Japonya’da, ayrıca Paris, Roma ile Prag gibi Avrupa kentlerinde sahnelenmeye başlanıyor. Bizde ise, neredeyse on beş yıllık bir gecikme ile tanımaya başladığımız bu tiyatro türü, Murat Daltaban ve ekibinin yürekli girişimleri sonucu, en yeni yapıtlarından biriyle varlığını sürdürüyor...

 

Kağıt atıkları ile dolu, kullanılmayan bir apartman dairesindeyiz (bunlar acaba çöpü mü simgeliyor – ve öyleyse, neden sadece kâğıt atıkları?!). Elliot ve erkek kardeşi Darren, değişik ve özel bir parti hazırlığı içindeler; yan daire komşusu Naz da onlara katılıyor... Gençlerin dialoglarından, kardeşlerin mutlu bir çocukluk dönemi geçirdiklerini, ancak nedenleri karanlıkta kalan bir terör olayı sonucu ailenin parçalandığını öğreniyoruz. Ne var ki, geçmişi pek anımsamıyorlar; aynı şekilde Naz’ın dünyası da, içinde bulundukları ortamı pek aşamıyor... Tarih bilgisi ise hiç yok – piramit veya firavun gibi sözcükleri hiç duymamış! Aralarında tek okumuş olanı, Elliot’dur – o ise, İkinciDünya Savaşı’nın Marilyn Monroe için birbirleriyle kapışan John F.Kennedy ile Adolf Hitler’in arasında koptuğunu biliyor ve bu bilgilerini, zaman zaman bazı mitolojik öykü parçacıklarını da kardeşi ve arkadaşıyla paylaşıyor... Arka planda ise hep o korkunç, kâbusvari, bir mahşeri andıran olaylar: “... Çıkmaz sokağa doğru gidiyorum. Bir at. Hayır, zebra bu. Nasıl gelmiş buraya? Küçük çocuklar kovalaya kovalaya köşeye sıkıştırıp bıçaklıyorlar hayvanı... Her yeri alev almış. Ben diğer tarafa koşuyorum... Zar zor ayakta duruyor, sendeliyorum. Her şey puslu, dönüyor...”  İki yıl önce gene Dot’da izlediğimiz, Caryl Churchill’in “Çok Uzaklarda” oyununda sürekli olarak sözü edilen düşman ordular ve aynı kefeye konan çeşitli havyvan kümeleri akla geliyor – öte yandan, “zebra”, yazarın esinlendiği Ruanda katliamına bir çağrıştırmayı mı simgeliyor acaba?

 

 

... ve tiyatronun “asal” görevi...

 

Şurası kesindir ki, Philip Ridley’in gençlere anlattırdığı olaylar, oyunun ortamına yönelik bir hazırlık oluşturmakta: ancak terörün, kıyıcılığın gölgesinde gelişmiş bir dünyada, tanık olacağımız türde bir parti düzenlenebilir! Bu özel “parti”nin amacı, varlıklı olduğu kadar sapkın dürtülere sahip bir kişinin, Londra’nın bu metruk apartman dairesinde kendisine bir çeşit “kurban” olarak sunulacak genç bir oğlan ile cinsel ilişkiye girmesini sağlamaktır... İşte, kötülüklerin rehber olduğu bir dünyada, eğlencenin bu türü cazip hale gelmiş ve “prim” yapmakta – ve geçimlerini bu yoldan sağlamakta olan Elliot ve kardeşi, elebaşıları “Sfenks”in doğrultusunda, komşu Naz ve Elliot’un sevgilisi, travesti Lola’nın yardımıyla, kurban edilecek çocuğu “hazırlıyor”, çeşitli işkencelerden geçiriyor ve Parti Konuğu’na “sunuyorlar”.   

 

Kötülüğün bizi sarmaladığı bir dünyada, sapkınlıktan başka ne beklenebilir ki? Terör ekersen, işkence biçersin... Sevgi yok olduğunda, çıkar ilişkileri ağırlık kazanır... Aile ortamı, huzur ve sevgi çok gerilerde kalmıştır artık – oyunun  ortalarına doğru beliren kör “Düşes” (= kardeşlerin katliamdan kurtulmayı başarmış anneleri), çocuklarını hatırlamayacaktır bile. Ve işte anılar yitirildiğinde, onların yerini ancak uyuşturucular ile sağlanabilecek düşler alabilecektir – oyundaki gençlerin yuttukları renk renk “kelebekler”in simgelediği gibi...

 

Murat Daltaban, oyundaki başdöndürücü dinamizmi büyük bir ustalık ile tasarlamış, makinalı tüfek atışları gibi gelen replikleri tek tek yüklemiş genç oyuncularına. Sürekli yinelenen “belden aşağı” sözcükler yormuyor mu izleyicileri? Belirli bir süre sonra, onları duymuyorsunuz artık, devinimlere kaptırıyorsunuz kendinizi. Geriye dönüşler ve buradaki efektler yeterince çarpıcı ve belirgin mi? Bence hayır – ışık ve ses de daha güçlü biçimde “suratımıza patlamalı”.

 

Engin Altan Düzyatan (“Anna Karenina”/Kenterler: Vronsky) ve Cemil Büyükdöğerli’nin (“Mutlu Günler”/Beşiktaş BT: Willie) dışında  hiç birini sahnede görmediğim genç oyuncuların tümü, daha üçüncü sergilenişinde izlediğimiz oyunda, olduğunca başarılı ve rollerine hakim görünüyorlar. Kendi kanımca en rahat canlandırmayı Cemil Büyükdöğerli (Parti Konuğu) gerçekleştiriyor – öte yandan bu karakteri biraz daha “entel” veya “üst düzey yönetici”, yani gündelik yaşamında bir “Dr.Jekyll” olup, tanık olduğumuz parti boyunca “Mr.Hyde”leşen biri olarak çizmemiş midir Philip Ridley acaba..?

 

“Bu tür oyunlara gerek var mıdır?”“Bunca vahşeti, sapkınlığı sahnede görmesek de olmaz mı?”“Bulvar gazetelerinde okuduklarımız, TV’de izlediklerimiz yetmiyor mu bize?” Sık sık duyulan bu sorulara yanıtlarımız “var!”, “olmaz!” ve “yetmez!” şeklinde olmalıdır, kuşkusuz... Zira, tiyatroya salt “hoşca vakit geçirmek” için gitmiyorsak, sahne yaşamın bir aynası, dahası: irdelenmesine yönelik bir ortam olacaksa, gerçek yaşamdaki aşağılıkları, vahşeti ve sapkınlıkları tüm çıplaklığı ile izleyicilerin gözlerinin içine içine sokup suratlarına birer tokat gibi patlatarak çözümlemeyeçalışmıyorsa, tiyatro görevini yerine getirmiş olmaz, bence...

 

Dot:  İstiklal Caddesi Mısır Apartmanı 4. kat Beyoğlu; Tel 0212-2514545 – www.go-dot.org