‘Yahudi sorunu’nun analizi üstüne bir deneme / Auschwitz’i anlamak... – 2

Dünya
6 Şubat 2008 Çarşamba

Bursa Barosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat Sayın E. Hakan Özdemir’in II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi soykırımı üzerine hazırladığı çalışmasının ikinci bölümü

Yanıt’ a dair…

II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Avrupa’nın savaşın üstünde yarattığı travmayı sağaltmak adına yapmış olduğu özeleştiri, Avrupa’nın kendini meşrulaştırması ve beraberinde de o ”Büyük Suç” karşısında bir fail olarak suçsuzluğunu ilan edişi, sonuç olarak da kültürel kimliğini ve yaşam tarzını muhafaza etmesi gibi kendisi açısından işlevsel bir sonuçla tamamlanmış olsa da, bu durum otopsi sürecinin başarısızlıkla sonlanmış olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır: Girilen hesaplaşma/ yapılan özeleştiri Soru’ya doğru bir Yanıt verememiştir. Ve Soru tüm radikalliği ve görkemiyle orada durmaya devam etmektedir.

Peki ‘Yanıt’ nedir? Yanıt’a ulaşabilmek için, öncelikle ‘Otopsi’ sürecinin neden başarısızlıkla sonuçlan- mış olduğunun analiz edilmesi gerekir: Tıp bilimi bir otopsi uygulamasının nesnel kurallarını koymuştur. Tam ve gerçek bir otopsi, bedenin üç noktasına müdahale edilmesiyle gerçekleştirilir. Karın, göğüs ve baş. Avrupa’nın kendisine uyguladığı kültürel otopsi ise, yarım bırakılmış bir otopsidir. Karın ve göğüs açılmış, fakat kafatasına dokunulmamıştır.

Ayrıca, uygulanan otopsi bir travmayı tedavi etmek amacıyla gerçekleştiriliyor ise, bu amaca ulaşabilmek için travmayı yaşayanın travmatik o durumu ittiği derinlerden çıkartıp, onunla doğrudan yüzleşmesi gerekir. Uygulanan otopsi ise, Avrupa’nın

Auschwitz

travmasını aşabilmesini sağlayabilecek ‘Kendini ve Kendi Gerçeğini Görme’ noktasına kadar derinleştirilmemiş, derinleştirile- memiştir. Otopsinin başarısız, sonuçlarının yetersiz kalmasının nedenlerini buralarda aramak gerekir.

İddiamıza göre, Avrupa açısından otopsi sonucunun ‘işlevselliğini’ ortaya çıkartan şey, otopsi sürecinin başarısızlıkla sonlanmış olması gerçeğinin bizatihi kendisidir. Ama bundan çok daha önemli olan, bu başarısız otopsiden elde edilen yanıtların yanlış ve yanıltıcı olup, gerçek Yanıt’ın üstünü örtmesi ve onu çarpıtmasıdır. Bu durum, insanlığın aynı dehşet deneyimini yeniden yaşayabilme olasılığının devam ettiğini, kapının bu ihtimale sürekli olarak açık bırakıldığını göstermesi açısından, aynı zamanda fazlasıyla ürkütücüdür.

Bilinçli ya da bilinçsizce mistifikasyon ve manipülasyonlara maruz kalmış ve bizden uzaklaştırılmış olan Yanıt’a ulaşılabilmek için Feingold’un devam etmesine, gerçeğe korkmadan bakabilmesine izin verelim:

Auschwitz

modern fabrika sisteminin kendisi idi. Mal üretmek yerine bu kez hammadde insanlar, ürün ise ölümdü ve bu ürün ‘günde şu kadar birim’ diye üretim çizelgesinde özenle belirlenmişti. Modern fabrika sisteminin en önemli simgesi olan bacalar, insan etinin yakılmasıyla oluşan keskin dumanlar püskürtüyordu. Modern Avrupa’nın son derece akıllıca düzenlenmiş olan demiryolu ağı, bu fabrikalara yeni bir tür hammadde taşıyordu. Tıpkı öteki kargolarda olduğu gibi yapıyordu bunu.

Gaz odalarındaki kurbanlar, gelişmiş Alman sanayi tarafından üretilen zehirli gazları soluyordu. Mühendisler krematoryumları düzenlediler. Yöneticiler ise yüksek verimle çalışacak bürokratik bir sistem kurdular. Tanık olduğumuz, örgütlü aklın gerçekleştirdiği bir sosyal mühendislik uygulamasının büyük bir şemasından başka bir şey değildi. “

Modernizmin tarihsel seyrini aktarırken görmüş olduğumuz üzere, insanın doğanın matematiğini çözüp onun üzerinde hakimiyet kurmasıyla başlayan müdahil ve mühendis tavrı, onun doğa alanında kazandığı başarıların verdiği özgüvenle toplumsal yaşamı da ‘Kontrol altına alınabilecek ya da yönlendirilebilecek bir alan‘, ‘Islah edilecek ya da yeniden üretilebilecek bir nesne’ olarak algılamasına ve zihin dünyasında ‘Sosyal Hayat’ ile ‘Doğal Hayat’ arasında bir korelasyon geliştirmesine yol açmıştır.

Yaklaşık 250 yıllık bir geçmişe sahip olan bu sosyal mühendis yaklaşım, yöneticilerin toplumsal yapıyı da, aynen bir bahçıvan - bahçe ilişkisinde olduğu gibi, önceden alınan karar ve yapılan planlar doğrultusunda ve genellikle zor yoluyla re-organize edilmesi gereken “Doğal Bir Alan” olarak görmesine neden olmuştur.

Bu anlamı ile Modernizm aynı zamanda bir ‘Bahçe Kültürü’dür ve modern toplumlarda sosyal bütüne dair söz sahibi olan kişiler, idareciler / aydınlar, ihtiyaç hissettiklerinde o toplumsal bahçeye müdahale edip ona şekil vermeyi, meşru ve gerekli bir amaç olarak görürler. Yapılan bu çözümlemenin projeksiyon ışığında Hitler imgesi, Dünya perdesine yansıyan ‘Büyük Bahçıvan’ simgesi altında yeniden okunabilir: Beklenen bahçıvan gelmiştir. Bahçıvanın yaptığı şey ise, mükemmel bir bahçe oluşturabilmek için, güzel ve sağlıklı diğer bitkilerin arasındaki zararlı otları ayıklamaktır. Söz konusu zararlı bitkiler bahçenin saflığını ve güzelliğini bozduğu için sökülüp atılmalı, yabani dallar bahçe makası ile budanmalıdır.

Yaptığı bir çok propaganda konuşmasında Yahudilerden ‘haşere’ olarak söz

eden

Hitler’in ‘Irksal olarak saf, üstün bir sosyal düzen kurma‘ amacı ve bu amaca ulaşmak adına gerçekleştirdiği dehşet pratiklerinin tümü Modernizm’in en derin hattı olan, açıklamış olduğumuz bu sosyal mühendis mantığın, bu bahçe kültürünün birer ürünüdür.

Auschwitz

deneyimine biraz uzaktan ve geniş bir perspektifle baktığımızda, yaşanan vahşetin garip bir biçimde modernitenin toplumsal norm ve kurumlarıyla çatışmadığını görürüz. Tam tersine Auschwitz’i gerçekleşebilir kılan bu norm ve kurumlardır: Modern Ulus Devlet; Modern Bilimler (Kimya, Tıp - Dr.Mengel’i hatırlayalım -, Biyoloji …); Modern Bürokrasi’nin kurum ve aygıtları; modern kültüre ait olan kapitalist ekonomi-politiğin çalışma prensipleri (…Unutulmaz Fordist bant sistemi) ve tüm bu bileşenleri bir amaca odaklayan, bir araya getirip örgütleyen modern çekirdek… Akıl.  

Aklın ürettiği saf ve üstün bir ırk yaratma amacı ve bu amaç için bulduğu Kesin Çözüm fikrine, yine Aklın ürettiği araçlarla, yani mesafeli ve nesnel olabilen bilimsel çalışmalar ve bürokratik mekanizmalarla gidilebilirdi. Modernizmin teknik araç ve kaynakları, Holokost’u engelleyen, zorlaştıran unsurlar değil, tam tersine “onlarsız olabilmesinin mümkün olmadığı” bir niteliğe sahiptirler. Başka bir deyimle, Modern uygarlık ve onun en önemli başarıları olmasaydı, Holokost’ da olamazdı.

İnsanlığın

Auschwitz

deneyimini, modern kültürün yüzyıllar içinde kendisini olgunlaştırması, sahip olduğu teknik mekanizmaları yetkinleştirmesi sonrası yani Geç-Modernizm Dönemi’nde yaşaması gerekiyordu ve öyle de oldu. Bu nedenle, Auschwitz’i ilkel, geri, arkaik bir şey olarak değil, bizzat gelişmiş akılcı uygarlığın bir ürünü ve modernitenin ‘son çıktısı’ olarak değerlendirmek gerekir.

Gerçekten de Auschwitz’in benzersizliği, Auschwitz’i açıklamaya çalışırken Holokost tarihçilerini en çok zorlayan şey olmuştur. Oysa Auschwitz’i anlamanın anahtarı, tam da onun bu benzersizliğidir: Modern soykırım, tarihteki diğer toplu imha hareketlerinden ayrılır. Modern soykırım bir amacı olan soykırımdır. Modern soykırım için, imha edilmek istenenden kurtulmak, kendi içinde sonlanan bir amaç değildir. O bir araçtır, yolun sonuna varmak isteyenin atması gereken bir adım, arkada bırakması gereken bir safhadır. Yolun sonu ise, eskisine oranla kökten farklı ve kökten yenilenmiş sağlıklı bir toplumun büyük hayalidir: Naziler, Yahudiler için gaz odalarını inşa etmeden çok önce, Hitler’in emriyle, kendi zihinsel ve bedensel özürlü yurttaşlarının öldürülmesi, bedensel olarak sağlıklı kadınların ırksal olarak üstün erkeklerle örgütlü bir şekilde döllenmesi biçimindeki yöntemlerle Üstün Bir Irk Yetiştirme’ye (Öjenik amaç) başlamışlardı bile. Yahudilerin yok edilmesi işlemi de, yine toplumun ırksal ıslahı ve Öjenik son amaca ulaşmak için yapılmış diğer bir uygulama idi.

Öjenik Amaç, Aklın ürettiği bilinçli bir tasarımdır ve Holokost’u modern yapan şey de, bir ‘Amaca’ ve o amacı üretmiş olan bir ‘Akla’ dayanmasıdır. Öjenik Amaca ulaşmanın bir aracı olarak

Auschwitz

ise, modernizmin kurucu çekirdeği olan Aklın çalışma biçimine içkin olan zorunlu totaliteryen eğilimin açık bir örneğidir:

Akıl denen mekanizmanın tek ve asli çalışma şekli, düşünmektir. Düşünmek ise, daima bir şeyi düşünmektir. Akıl, düşündüğü şeyi bütünden kopartıp, nesneleştirir. Daha sonra nesneleştirdiği o şeyi anlamak için ona yönelir. Anlamak ise ‘yüzeyin altındaki derinliğe inmek’tir. Çünkü düşünmek, aklın sanki bir yerçekimi yasasına tabi olması gibi, düşmektir aslında. Düşünce daima aşağıya doğru iner. Düşünmek, bir kök ve köken arayışıdır. Kök ise, saf ve pür olan’dır. Düşünce süreğen biçimde bu saflığı, bu kesinliği arar.

İşte Aklın ‘Kesinlik’ e (ya da ‘Hakikat’ e) ulaşma isteği; kesinliği bozan unsurların, yerine oturmayanın, farklı olanların bastırılmasına ya da dışarıda bırakılmasına neden olur. Öteki’nin, farklı olanın sadece var oluşu dahi, ulaşılan ya da üzerinde uzlaşılan kesinliği sabote ettiği, sakatladığı için tehlikelidir ve yok edilmelidir. Akıl, ötekine karşı kayıtsız ve acımasızdır.

“Avrupa Akıl İmparatorluğu” nun ileri uç beyi Almanya’da Hitler ve kadrosunun eliyle tasarlanan ‘Saf Bir Irk Yaratma İsteği’, Aklın bu saflık, kesinlik isteğinden başka bir şey değildir. Yahudiler ise bu denklemde, söz konusu kesinlik istemine uymayan unsuru ifade etmektedir. Gerçekten de Yahudiler, Çingeneler’le birlikte, Dünya’nın yersiz, yurtsuzlarıdır ve yaşadıkları topluma uymayan, uydurulamayan, kendi farklarını özenle koruyan bir halk topluluğunu temsil ederler. Yahudi ‘Varoluşsal Farklılık’ tır: Yahudilerin etnik farklılığı, ırksal kesinliğin yaratılması yani Öjenik Amaç ve kurulacak Büyük Germen İmparatorluğu için bir tehlike oluşturduğu gibi, sahip oldukları dinsel farklılıkları da, Avrupa topraklarında Hiristiyanlık Dini’nin geçerli tek dinsel hakikat olarak kabul görmesini engelleyen bir başka tehlikeli durum oluşturmaktaydı. Aklın karşı konulmaz kesinlik ihtiyacı ise, kesinliği iki ayrı noktadan bozan bu unsurun derhal ortadan kalkmasını gerektiriyordu. Ve Akıl kesin çözümü buldu: Bu çifte sabotajcıları en hızlı biçimde yok etmek için, özel fırınlarda yakmak.

Hayır, II. Dünya Savaşı Avrupa’nın çıktığı bir ‘Amok Koşusu’ DE/İLDİ. (Avusturalya’da örnekleri görülen, kişinin koştuğu güzergahta önüne çıkan diğer tüm insanları seri biçimde öldürdüğü bir çıldırış ve sinir krizi nöbeti)

Auschwitz

; bilimsel bilgi ve uzmanlıkla yürütülen, planlı bir biçimde koordine edilip ustaca yönetilen ve büyük bir soğukkanlılıkla gerçekleştirilen kitlesel bir ölüm projesi; teknik, sistematik ve yöntemli çalışan bir mühendis aklının adım adım tasarladığı toplu bir imha planıdır. Hayır, Hitler bir ‘Çılgın’ olmadığı gibi, onun izinden giden SS subayları da sosyopat ve sadist kişiler DE/İLDİ. Gerek Hitler gerek SS’ler Avrupa Akıl Kültürü’nün rahminden doğan, Modernizm’in akli ve meşru çocuklarıydı. Amerikalı Kren & Rappoport’un araştırmaları da bu tespitimizi doğrulamaktadır: “Bilinen klinik kriterlere göre ‘anormal’ olarak nitelendirilebilecek SS‘lerin oranı %10’dan fazla değildi. Bu

oran

, kamplardan sağ kurtulmuş kişilerin ifadelerine yansıyan, sadistçe vahşet patlamalarıyla ünlenmiş SS üyelerinin kamplarda genellikle bir ya da birkaç tane olduğu yönündeki beyanlarına da uygundur. Bizim kanımızca SS üyelerinin büyük çoğunluğu, Amerikan ordusuna yeni katılan erlere ya da Kansas City polisine uygulanan olağan psikiyatrik testlerin tümünden kolaylıkla geçebilirdi.”                             

***

Auschwitz

üzerine yapılan tartışma ve yorumlar arasında üzerinde yoğun bir biçimde durulan bir başka nokta ise, arkadaşı ya da komşusu olan Yahudiler çocuk ve yaşlı ayırımı yapılmadan soykırıma tabi tutulurken, özelde Alman halkının genelde de Avrupalı bireyin göstermiş olduğu ahlaki kayıtsızlık ve yaşananlar karşısında sessiz kalarak verdiği pasif onaydır. Gerçekten de yaşanan her şey Alman halkının tanıklığı altında gerçekleşmiş ve

eğer

onların aktif bir direnci söz konusu olabilseydi, soykırımın ya hiç başlatılamayacağı, ya da ileri noktalara götürülemeden durdurulabileceği ileri sürülmüştür.

Öncelikle, yaşanan süreçte Alman halkının ahlaki bir zaafiyet ya da kayıtsızlık içine düştüğü savına katılmadığımızı belirtmeliyiz: Sorun ahlakın yokluğu ya da eksikliği değildi, onlar ahlak sahibi insanlardı, problemde zaten sahip oldukları o ahlak, yani modern ahlaki değer ve değerlendirme çerçevesinin kendisi idi.

Yazımızın başında da aktarmış olduğumuz üzere, Kant tarafından oluşturulmuş modern ahlak anlayışında bireyin ‘Kişisel İradesi’ onun tek ve biricik ahlaki değerlendirme ölçütüdür: İnsan hayatla kurduğu ilişki içerisinde bir noktada ahlaki değerlendirme yapma ihtiyacı hissederse, kendisini aklının kollarına bırakacak ve akıl onu doğrudan ve doğal bir biçimde ahlaken doğru ve iyi olana götürecektir.

Peki insanoğlunun ahlaki değerlere en çok ihtiyaç duyduğu söz konusu soykırım sürecinde, etik adına yaşanan şey tam olarak nedir? Sizlere bir

oran

daha… Yahudiler evlerinden teker teker öldürülmek üzere alınırken, komşusunun kapısına gelen SS subaylarına ‘Durun, o insanı götüremezsiniz, buna izin veremem‘ diyebilen Almanların sayısı 100.000 kişide

1’

dir. Çünkü Hitler, Yahudilerin toplama kamplarına götürülmelerine karşı çıkan ya da onları evlerinde saklayan kişilerin, derhal ailelerinin gözlerinin önünde kurşuna dizilmesini emretmiştir. Ve ‘Hayır’ demekle, ‘Evinin Önünde Öldürülmek’ seçenekleri arasında seçim yapmak zorunda kalan Avrupa toplumunun bu en akılcı üyeleri, akli bir tercih yapıp, susmayı ve bakışlarını başka bir yöne çevirmeyi seçmişlerdir.

Peki bizler, kendisinin önüne konan ahlaka uyduğu ve o ahlakın değerlendirme kriterine dayanarak akılcı bir seçim yapmış olduğu için, o Alman vatandaşını ahlaken sorumlu tutma hakkına sahip miyiz?

Tanık olduğu olaylara aktif bir direnç göstermemek gibi ahlaken sorunlu bu tavırdan sorumlu tutulması gereken, sokaktaki Alman vatandaşı değildir. İnsanların yaşanan dehşet olaylarına sessiz kalarak verdiği pasif onaydan suçlu ve sorumlu olan, Kant ve O’nun yanlış formülize ettiği modern ahlak anlayışının kendisidir.

Çünkü Kant’ın öne sürmüş olduğu üzere, İyi’nin yuvası Akıl değildir. Akıl ‘İyi’nin ve ‘Kötü’nün ne olduğunu bilir, bunları ayırt etme yeteneğine sahiptir; fakat ‘İyiyi Yapmak’ denilen eylemsel tavır Akıl değil, vicdan denen bir başka alana aittir. Aklın varoluşsal kar-zarar hesapları, ‘Aklın Ekonomisi’ bizi iyi eyleme doğru yaklaştırmaz, bizi iyiyi yapmaktan uzaklaştırır. Bu anlamı ile ‘Akıl’ ve ‘İyi‘ ilişkisi doğru orantılı bir ilişki değil, ters orantılı bir ilişkidir. Bu gerçeği Dostoyevski görmüş ve Raskolnikov karakteri üzerinden bizlere de aktarmaya çalışmıştır: Raskolnikov’a Suç’u işleten Akıl’dır, fakat o işlediği suçla aklın düzleminde değil, ahlakında gerçek ve doğru yeri olan vicdan düzleminde hesaplaşır. Ceza’yı ödeyen Vicdan’dır.

Yukarıdaki sarsıcı oranın bizlere gösterdiği bir başka önemli gerçekte, ahlaki edimin çoğunluğun değil, azınlığın eylemi olduğudur. Ahlakı kuran kitleler değil, birey ya da küçük birey gruplarıdır. ‘Ahlakı Yapmak’, 50 kişilik bir toplulukta 49 kişinin ‘Evet, yapalım’ dediği bir konuya, 50 inci insan olarak ‘Hayır, bu yaptığınız doğru değil’ diyebilme cesaretini gösterebilmektir. Bu anlamı ile ahlak toplumsal bir kavram değildir. Ahlak ‘az kalmak‘ demektir.

***

Tüm bu açıklamalarımızın sonrasında, Avrupa’nın aynada kendi yüzüne bakıp da kendisine itiraf edemediği o Yanıt’ı, O’nun adına biz dile getirelim:

Auschwitz , Modern Avrupa Kültürü’nün geçici bir ‘hatası’ değildir.

Auschwitz , Modern Avrupa Kültürü’nün sürekli ilerleyen normal yolundan  ‘sapması’ değildir.

Auschwitz, modern kültürün doğal ve doğru(dan) sonucudur.

Auschwitz, modernitenin kurucu çekirdeği olan aklın zorunlu bir yönelimidir.

Auschwitz, Avrupa Akıl Kültürü’nün olmayan kalbidir.

Auschwitz, modernizmdir.

Auschwitz, Avrupa’dır…

 

Av. E. Hakan ÖZDEMİR

Bursa Barosu İnsan Hakları

Komisyonu Başkanı