Cennette bir evlilik? Ülkeler ve azinliklari - 2

“Doğu ve Batı arasında sıkışmış bir kimlik: dünümüz, bugünümüz ve yarınımız” konulu toplantı ile kutladığımız gazetemizin 60. yıl etkinliklerinin son bölümünde, Moris Farhi`nin konuşmasının devamını yayınlıyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Ayatollah Khomeini’nin Salman Rushdie adına çıkarttığı ölüm fermanını ben eleştirmiştim ve bu metinde Cristopher Hering adlı psikanalistin yazısına değinmiştim. Orada “Alien (yabancı)” sorunundan söz ediyordu yazar, “Alien” bilim kurgu filmine ve onun devamına değiniyordu. Psikanalist Hering şunu diyordu, “Duygusal faşizm diye bir şey vardır” ve “eğer yaşamı tehdit eden bir güç, en büyük düşman olarak efsaneleştirilirse o zaman psikotik kurgu da gerçek olarak yayılabilir. Yayılınca da, o zaman içimizdeki en yıkıcı güdüler tolere edilir, hatta bunların bir kurtuluş yolu olduğu düşünülür. Dolayısıyla, şefkat, ilgi ve itina etme gibi duygular devreden çıkarılır.Böyle bir psikotik kurgunun son adımı da başka halkları yok etmektir. Bu da kurgu içinde rasyonel, uygun ve meşrulaştırılabilir bir hedef ve hatta ahlaki bir kurak olarak görülür.” Psikotik kurgu, dışlayıcılık ihtiyacından kaynaklanır ve nerede dışlayıcılık görürsek orada insan haklarının çiğnendiğini fark ederiz. Zira dışlayıcılık, biz olarak görülmeyen herkesin, insanlığından çıkarılması demektir. Bu talihsiz insanlar, yabancı, alien, dokunulmaz olarak algılanır.
Çingeneler için Nazilerin kullandığı bir terminolojiyi ele alırsak, “bizim gibi olmayan, bize benzemeyenler yaşamaya değmez. Bunlar olmasa da olur yaşamlardır.” Oysa Eski Ahit ne diyordu? İçindeki yabancıyı sev, dolayısıyla yaratılışın bize verdiği en büyük armağana, yaşama da büyük bir saygısızlık edilmiş oluyor ve yaşamı aldatmış oluyoruz. Dışlayıcılık olduğu yerde insan haklarının olamaz; ancak imtiyazlı insan hakları olur. Bu da sadece güç sahiplerinin ve onların seçkin olduğu düşündüğü kişilerin insan haklarıdır. Evrensel insan hakları, şu durumda da olamaz: despot siyasetçilerin kendi işlerine gelen siyasetlerini, ruhsuz generalleri ve aslında Tanrı’ya inanmayan sahte dindarların sözlerini dinlediğimizde de çoğulculuğa ulaşamayız. Onlar gösterdikleri yoldan çıkan insanların, marjinalleştirilmesi, sürgün edilmesi veya yok edilmesi gerektiğini söylerler. Bu dışlayıcılık aslında güya asil bir güdüden gelir. Bu da ütopya arayışıdır.
Ütopya için Isaiah Berlin‘in çok güzel bir şekilde söylediği gibi, kabul edilmemesi gereken bir şeydir. Bir çıkmaz sokaktır. 20. Yüzyılın, dünyayı en kötü çağı hale getiren kırılımlarının en büyük nedeni insanların kusursuz bir devlete olan ihtiyacı, ütopyaydı. Mükemmel bir siyasi sistem olabileceğini düşündüler ve buna “ütopya” dediler. Ancak biz insanların en önemli hakkının “herkes için kişisel mutluluk” olduğunu düşünürsek o zaman bir ütopya mümkün olamaz ve herkes dediğimizde bize benzemeyenlerin de kişisel mutluluğunu tanımamız gerekir. Diğer yandan ütopya, davranış, din ve fiziki görünüş özgürlüğü de tolere edemez. Kabaca söylemek gerekirse, ütopya konformizm ve aynılık demektir. Bunlar her zaman baskıya ve en kötü haliyle de Nazizm ve komünizmin öğelerine yol açarlar. En insancıl toplum eleştirmenlerinin, muhaliflerinin ve dolayısıyla dışarıdakilerin ve daha yoksul kesimdekilerin sözünü dinleyen bir devlettir. Dışlayıcılık ise toplumu böler.
Elimizde bir alternatif de var. İçimizde etik bir kimlik var ve bu temel etik içimizdeki içgüdülere bir denge ve fren oluşturuyor. Britanyalı psikanalist D. W. Winnicott’un söylediği gibi insan ne kadar zarar görürse görsün gene sağlığına ulaşmaya çalışır. Dolayısıyla insanlık da ne kadar kendi kendini yok etmeye çalışsa bile ayakta kalmak ister. Aslında yaşama saygı duyan bir yaşama biçimi arar. Ayrımcılık, marjinalleşme, yoksulluk, kıtlık, soykırım, tiranlığa karşı çıkan, herkesin haklarını savunur. Diğerinin dışlanması üzerine kurulu bir yaşama biçimi bir çeşit yok oluştur. Bu arada bu tür dışlayıcılık en fazla, kriz zamanlarında yaşanır; çünkü kriz zamanlarında insanlara yaşama anlam veremezler, bu çıkmazdan kurtulmak isterler ve ötekine yoğunlaşırlar. Kriz dönemlerinde aslında çoğulculuk arayışı sekteye uğrar, belirsizlik, istikrarsızlık ve vahşetin kurbanı olur. Özellikle bu tür kriz durumlarında çoğulculuk etiğini ve onun getirebileceği zenginliği savunmalıyız. Çok bildiğimiz bir kriz, değişikliktir. Tabi değişikliğe her zaman güvenilmez. Bu değişikliğin ilerici mi gerici mi olduğu daha az önemlidir.
Başkaca görülen bir kriz tarihtir. Öteki, her zaman tarihte mevcuttur. İmparatorluklar yabancılar tarafından inşa edilmiş ve onlar tarafından yıkılmıştır.  Taptığımız tüm kurtarıcılar ve nefret ettiğimiz şeytanlar dünyada öteki olarak dolaşırlar. Tarih bizi tehdit eder ve tarih bizim içimizdeki huzursuzluğu ortaya koyar. Bizim etik kimliği inkâr etmemiz için bizi teşvik eder. Saldırganlık ile fetihte onur ve şeref olduğunu söyler. Tarih aynı zamanda bizi bir kozanın içine girmek istediğimizde teşvik eder. Bu kozanın içinde ise sözünü ettiğim psikotik kurgu vardır. Öteki ise bizi görmeye, düşünmeye teşvik eder.
Wilhelm Reich şöyle demiştir, “Bu korkudan kurtulmak için yaptığımız şey algılarımızı körleştirmek ve bu korkularımızı ötekine yüklemektir.” Öteki olmadan ulusçuluk olmaz. Düşman olarak görülen yabancı, insanlar bir bayrak altında toplanmaya yöneltir. Aynı şekilde öteki olmadan enternasyonalizm ve kardeşlik de olmazdı. Kabul edilmeyi bekleyen dışarıdaki ve öteki, aslında tek insanlık ve tek dünya konseptini ortaya çıkarmıştır. Yabancıdır ve özellikle kendisinin ve başkalarının gördüğü baskının en çok bilincinde olan yabancılar ve ötekiler, insanlık bilincinin gelişmesi için mücadeleye devam etmektedirler. Kusura bakmayın belki ötekinin varlığını tehdit eden teorik esaslardan çok fazla söz ettim; ancak eğer ülkeler azınlıklarını kucaklayacaklarsa bu durumu göz önünde tutmamız gerekir.
Her ülkede sığınmacılar, göçmenler ve yerli olmayan haklar bulunmaktadır. Dolayısıyla, ev sahibi ülkelerde azınlıklarla beraber yaşamak, çatışmayı önleyecek tek şeydir. Herkese refah getirecek, demokrasi ve mutluluğu sağlayacak tek koşuldur bu tür bir beraber yaşamak.
Tezimi özetleyecek olursam dahil etmenin, dışlayıcılığa tezat oluşturan bir şekilde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Üzerinde durmamız gereken nokta şu, azınlıkların, ötekinin, yabancıların diğer topluma getirdikleri maddi ve manevi zenginliği hatırlamalıyız. Şarkıların şarkısında olduğu gibi onlar damatları için ideal bir eştir. Sevgi ve yaşam getirir.Tek beklentilerinin bunun karşılığın sevgi ve yaşam almaktır. Şöyle fısıldarlar: sol kolum başımın altında, sağ kolunla da beni sar. Sevgi ve yaşam çiçek verdiğinde o zaman bu evlilik cennet tarafından da kutsanır ve yeni bir yaşam doğar. Bu çok büyük bir katkıdır. Nitekim, kendisi değişirken bizi de değiştirir. Onların güveni sonucunda insanlık değerlerine olan inancımız tekrar canlanır. Narsisizm, sinizm, tembellik, dar görüşlülük ve hırsı ortaya koyarlar, bu maskeleri düşürürler ve yeni derinlikler, iç görüler ve yeni bir şefkati gündeme getirirler. Öteki, her zaman barışın da en büyük destekçisidir.
Benim ütopyam ki bu sözcüğü kullanmaktan hoşlanmıyorum ama şöyle diyebilirim: dünyadaki her ülkenin, farklı ırk, din ve kültürlerden insanları tolere ettiği bir ülkedir. Rum, Kürt, Laz, Hintli, Çinli, Siyahi, tüm bunların yaşadığı bir ülkedir benim için ütopya. Böyle bir ülkeyi bulduğumuzda da dünyadaki cenneti bulmuş olacağımızı düşünüyorum. Bu arada Türkiye’nin hâlâ bu dünyadaki cennet olma potansiyeli vardır; çünkü dünyadaki herhangi bir ülkeden daha çok Türkiye, içindeki yabancıyı sevmektedir.

Çeviri: Renata Katz