20. yüzyilin başinda İstanbul Yahudi Cemaati- 2

İlk bölümünü geçtiğimiz hafta aktardığımız Prof. Edhem Eldem`in, 60. Yıl kutlamalarımız çerçevesinde, “19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında İstanbul`un Yahudi Cemaati” konulu konuşmasının devamını yayınlıyoruz. Prof. Eldem`in Osmanlı Bankası arşivleri ışığında 19. yü

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Ben Yahudi cemaati üzerinde doğrudan değil dolaylı olarak çalıştım, çünkü İstanbul üzerinde çalıştım. Sosyal ve ekonomik yaşamda önemli yansımaları olan bir kurum üzerine, Osmanlı Bankası’nın hem personeli hem de müşterileri üzerinde çalıştım. Dolayısı ile yaptığım çalışma aslında bu cemaatin yaşantısını çok da gözler önüne sermiyor.
Buradaki tasnifim yine kadın/erkek olarak başlıyor ve yine Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Ermeni ve Rum olarak devam ediyor. Başka kategorilerde çok zorlanıyoruz. Dolayısı ile başka şeyleri de geliştirmek gerek ve ben bir de “burjuvayı” geliştirmeye çalıştım.
Bu dönemdeki modernitenin aslı burjuvazidir… 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında buradan göç edip gelişmiş Avrupa’ya yerleşen Yahudi cemaat mensuplarına baktığız zaman bunların çoğunluğunun kaynadığını görüyorsunuz. Bunlar belki kimliklerini kaybetmiyorlar ama korkunç bir asimilasyon sürecine tabi tutuyorlar kendilerini… Bunu mümkün kılan nedir? Avrupa’da emansipasyonun 19. yüzyılda başlamış olması ilk nedendir. Bir de, ikincisi sosyo- ekonomik yapının geleneksel ayırım şekillerinden daha kuvvetli bir hale gelmesi… Yani kapitalizmin, yani endüstrileşmenin, şehirleşmenin, artık antisemitizme çok da yer vermeyecek bir toplum farklılaşmasını beraberinde getirdiğini söylemek mümkün. Tabi bunu abartmamak gerek, Almanya’da olanlar ortada… Dolayısı ile Avrupa’ya gelen kimlikler bunun içinde ya kaynıyor, ya yeniden şekilleniyor, yontuluyor ve yenileniyor. Bugün Fransa’da birçok kişi kendini Yahudi sayıyor ve bunu hissediyorsa, esas itibarı ile onlar önce Fransız sonra Yahudi’dir. Türkiye’de ise durum böyle değil. Kişi kendisini ilk önce Yahudi ve sonra Türk olarak belirliyor. Bu aşamada taşınan mirasın hâlâ baskın olduğunu ve geleneksel yaşamın bunun etrafında döndüğünü anlamak lazım.
19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı Yahudi nüfusuna iki şekilde bakıyorum: Bankada bir döküm yakalayabiliyorsunuz. Banka genelde yalan söyler ama kayıtlarda yalan söylemez. Şimdi bu kayıtlarda İstanbul’da bir iş bölümü olduğunu yakalıyorsunuz. Bu iş bölümüne göre, Yahudiler genel olarak küçük girişimci olmuş. Diğerleri, Müslümanlar genelde memuriyet üzerine yoğunlaşmışlar. İkincisi, işyeri seçiminde, yani İstanbul’da çalıştıkları yer konusunda az çok aynı karakteri gösteriyorlar. Değişen İstanbul’un Pera gibi yerlerinde varlar, Sirkeci’ye dek uzanıyorlar… Bu anlamda örneğin Ermenilerden daha batıdalar.
Ermenilere baktığınızda onların profili büyük oranda Müslümanlara benziyor, yani Aksaray gibi yerlerde oturan çok sayıda Ermeni var. Buralarda hiç Rum yok. Yahudiler ağırlıklı olarak Galata’dalar. Kuledibi’nde yoğunlaşıyor; ancak ikamet yeri olarak Pera’ya çıkmıyorlar. Pera’da var olan Rum ve Ermenilerle Galata’daki Yahudiler arasında sosyo- ekonomik açıdan çok ciddi farklar var.
Yahudi cemaati aslında modernleşme sürecinde en geri kalmış cemaat olarak gözüküyor. Tabii ki bunların içinden sıyrılmış ve toplumun ve ticaret dünyasının önlerinde yer almış olanlar var, ancak geneli için bunu söylemek mümkün değil.
Bu profil ağırlıklı olarak Haliç’ten gelen, Galata’da yoğunlaşan ve Pera’ya çıkmak için mücadele eden bir kesimi işaret ediyor. Türkiye’de bunun 1920’lerden itibaren değişmesinin iki ana nedeni var. Birincisi bu tarihlerden sonra Ermeni ve Rum nüfusta görülen ciddi çatışma. Bu çatışmadan dolayı Ermeni ve Rumlar birçok kazanımlarını yitiriyorlar ve Yahudi nüfus öne çıkmaya başlıyor. İkincisi 1948 göçü… İsrail’in kurulması ile büyük ölçüde 19. yüzyılda Yahudi nüfusunu karakterize eden küçük burjuvazi ve en proleter kesim buradan göç ediyor. Dolayısı ile ister istemez kalanların profilinin daha üst seviyelere çıkması söz konusu oluyor.
Son olarak ikinci tür kaynaklardan bahsedeceğim… Onlar da tanıklar,ve özelde Fransız tanıklar. Bunlar 18. yüzyıldan beri Yahudi cemaati ile son derece haşır neşirler. O tarihlerde simsarlar tamamen Yahudi, tüccarlar Yahudi. Burada tanıklıklar aşamasında Fransız tüccarların ve sefaretinin kullandığı söyleminin ne kadar antisemit olduğunu size anlatamam. Birçok metafor söz konusu. Yahudileri insanın boğazına sarılan zehirli sarmaşığa benzetenler, onları kendilerine karşı Kabala uygulamakla suçlayanlar. Antisemitizmin bütün köklerini orada görüyorsunuz. 19. yüzyılda Fransa’da görülen emansipasyon sayesinde biraz gevşeme oluyor belki; ama yine de bu antisemitizm ortadan kalkmıyor. Gene Fransız seyyahlarının yazılarında ve o dönemde yayınlanan Guide Jaune gibi kitaplarda Yahudi profili çok ağır şekilde hedef alınıyor. 1902’nin Guide Jaune kitabında, “La Race Semite – Sami Irkı” diye bir tanım altında – tabi bu arada Türkler hakkında zikredilenleri söylemiyorum bile – neler neler söyleniyor. Pislik, çirkinlik ve yozlaşmadan söz ediliyor. İlginç bir şekilde bunu yazan Fransız diyor ki, bütün dünyada yozlaşma, pislik ve fakirlik üzerine kurulu Yahudi imajı doğuda daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. En sonunda da belirtiyor ve diyor ki, “Müslümanların tahakkümünün bunda bir payı olabilir”… Bu da bir yerde bir hafifletici neden olmuş oluyor.
İstanbul’u anlatanlar her zaman aynı strereotipi kullanıyorlar. Yani tüccar Yahudi, fakir Yahudi ve en sevdikleri noktalardan biri, Yahudi dilenci olmaması… Bunu da çok değişik bir şekilde izah ediyorlar. Her çarşamba cemaatin başında gelen insanlar kendi içlerinde durumu sadaka ile toparlıyorlar ve dolayısı ile hiç Yahudi dilenci olmuyor. Bu doğru olabilir, kısmen doğru olabilir, çok doğru olabilir, az doğru olabilir… Ancak bu 18. yüzyıldan beri süregelen “Yahudiler kendi işlerini kendileri arasında yaparlar, sorunlarını kendileri arasında çözerler” komplo klişesinin modernleşmiş bir şeklidir. İlginç bir şekilde bunu iyi şekilde gösteriyorlar, ve bunu hemen hemen her şey için yapıyorlar. Hep kısır döngü içindeki bir cemaat görüntüsü vererek bunun üzerine gidiyorlar…
Gerçek manada Yahudi cemaatinin tarihini yapmak için elde yeterli malzeme yok. Cemaatin kendisi zaten buna pek sahip değil, dolayısı ile bunu cemaatin içinden yapmak zor. Dışından yaptığınız zaman strereotipler veya klişelerle karşılaşıyorsunuz. Cemaatin dışından ancak objektif verilerden hareket ettiğiniz zaman nispeten bir yere varabiliyorsunuz. Burada yanlış bir şey yapıldığını, bir Yahudi etnografyası yapmanın İstanbul tarihi ile pek bir alakası olmadığını teslim etmek gerekir. Buna yaklaşmanın yolu daha çok sosyo- ekonomik bir çalışma yapmak ve bunun içinde farklılaşmalar varsa ona bakmaktır. Ben bir Yahudi tarihi yapacağım veya bir Ermeni tarihi yapacağım diyerek yola çıkarsanız kendinizi fazlaca sınırlamış oluyorsunuz. İşin komiği bir Müslüman tarihi için daha da sıkıntılı olunduğudur. Özellikle bir burjuva tanımı koyduğunuz zaman, Müslüman burjuvazisinin ortaya çıktığı, ancak bunun her zaman anladığımız anlamda bir ticaret veya sanayi burjuvazisi olmadığını, saray mensubundan ordu mensubuna Osmanlıların aslında kültürel anlamda bir potada eriyerek burjuvalaştığını söylemek mümkün.
Son sözüm, 1914’de kadar, ya da 1908 sonrasındaki o heyecana kadar belki de İstanbul bir kozmopolitizme doğru gidiyordu ve belki de o cemaatler arasındaki sınırlarda bir yıkılma, bir yok olma süreci başlayabilirdi... 1914’den sonra Türk milliyetçiliğin ortaya çıkması, savaşın bitmesi ve Osmanlı’nın ulusal unsurlar üzerinden tekrar icat edilmesi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması sonucu bu hayal ister istemez çöktü. Şu anda öyle bir dönemdeyiz ki belki bizler bu kozmpolitizmi tekrar yaratmaya çalışıyoruz. Eğer biz bunu yapacaksak, aman dikkat, ilk başta söylediğim “azınlık azınlıktır, çoğunluk çoğunluktur” şeklinde bir mitolojiyi tekrarlamamak gerekir. Kimlik üzerinden, din üzerinden bu kompartımanları devam ettirmek hatasına düşmemek gerekir.