Alti Gün Savaşi`nin yildönümünde iki farkli g

Altı Gün Savaşı`nın kırkıncı yıldönümünde konuyu kapağına taşıyan The Economist Dergisi, 1967`de kazanılan zaferin “ boşa harcanmış” olduğunu iddia etti. Ynet news yazarlarından Sever Plocker`ın dergiye cevap niteliğindeki makalesinde ise bu zaferin tarih akışını olumlu yönde değiştirdiği vurguladı

Toplum
9 Ocak 2008 Çarşamba

İsrail’in boşa harcanmış zaferi*

İsrail'in 1967'de kazandığı 'eksiksiz' zafer, dünyanın en pahalı zaferlerinden birine dönüştü. O günden bu yana süren işgal nedeniyle bitmeyen kavga, her altüst oluşla derinleşiyor ve Ortadoğu'nun ötesine yayılıyor. İsrail artık Batı Şeria'dan vazgeçip Kudüs'ü paylaşmalı

Altıncı gün bitip yedinci güne girildiğinde, Yahudiler her yerde İsrail'in tehlikeden kurtuluşunu kutluyordu. Ancak o fırtınalı 1967 Haziranı'ndan 40 yıl sonra, Altı Gün Savaşı, tarihin en pahalıya mal olan zaferlerinden biri haline gelmiş görünüyor. Bununla, savaşın gereksiz olduğunu kastetmiyoruz. İsrail, Mısır Devlet Başkanı Nasır'ın ordusunu Sina Yarımadası'na gönderip, BM barış gücü askerlerini tahliye ettirmesi ve İsrail gemilerinin Akabe Körfezi'nden geçişini engellemesinin ardından saldırmıştı. İsrail'in zaferi su yolunu açtı ve düşmanlarının etrafı kuşatan ordularını dağıtarak birçok İsraillinin beklediği ikinci bir soykırımı önledi. Ancak uzun vadede bu savaşın sonuçları, Yahudi Devletine komşularına getirdiğinden daha az felaket getirmedi.

Tüm bölgenin kaderini etkiledi
Belanın bir kısmı, zaferin eksiksiz olmasıydı. Hızı ve kapsamı, birçok İsrailliyi zaferlerinde ilahi bir elin bulunduğuna inanmaya sevk etti. Bu, işgal topraklarının sömürgeleştirilmesi yoluyla vaat edilen toprakları alma amaçlı bir dini- milliyetçi hareketi doğurarak, bizzat İsrail'i de değiştirdi. Altı Gün Savaşı'ndan sonra İsrail, sadece Sina'yı ve Suriye'ye ait Golan Tepeleri'ni değil, aynı zamanda eski Kudüs'ü ve Yahudiliğin başladığı, Tevrat'taki adı Yudea ve Samara olan Batı Şeria'yı da işgal etti. Teorideyse, İsrail'in kuruluşundan bu yana Arapların elinde bulunan topraklarda barış sağlanmalıydı. BM Güvenlik Konseyi'nin 242 sayılı kararında önerilen de bu. Ancak İsrailler, zaferleriyle sarhoş ve Araplar da küçük düşmekten kötürüm olmuşlardı. Araplar barış talep etmedi ve İsrail de onlardan bunu duymamayı umursamadı. Bunun yerine, kibirli bir budalalıkla Kudüs'ün yarısını teşkil eden Arapları yok etmeye ve hukuku, nüfusu, sağduyuyu hiçe sayarak, Büyük İsrail'i güvenli kılmak adına bütün işgal topraklarında Yahudi yerleşimleri inşa etmeye girişti.
Altı Gün Savaşı Filistinlileri de değiştirdi. İsrail'in 1948'de kurulmasıyla birlikte çatışmayla dağılmışlardı. Bazısı Filistin'den öteye kaçtı, diğerleri Yahudi Devleti’nin vatandaşları oldu ya da Mısır'ın kontrolündeki Gazze'de ve Ürdün'ün kontrolündeki Batı Şeria'da yaşadı. 1967 savaşı, onları tekrar İsrail kontrolü altında birleştirdi ve bu kendi devletlerini kurma yönünde duydukları açlıklarını daha da depreştirdi. On yıllar sonra, Mısır ve Ürdün İsrail'le barış yaptığında, Filistinliler, Gazze ve Batı Şeria'yı geri alamadı. Bu, yaklaşık 4 milyon Filistinlinin bağımsızlık hayallerini yıkarak, Yahudi yerleşimlerinin, duvarların, kontrol noktalarının arasına hapsolmalarına ve askeri işgalin her türlü kötülüğüne ve onur kırıcı uygulamalarına maruz kalmalarına yol açtı. Ariel Şaron'un iki yıl önce İsrail'i Gazze'den çektiği doğru. Peki ne olmuş? Filistinliler, Batı Şeria ve Arap Kudüsü'nü alana kadar kendilerini barışa kavuşmuş saymayacak. Ve Hamas, Filistin hükümetinin başındaki İslamcılar, bunun da kalıcı bir barışı sağlamayacağını söylüyor.
Peki çıkış yolu var mı? Evet: Ancak barışı tesis etmek cesaret isteyecek ve birbirini suçlama oyununa değil barışı kurmaya harcanmak üzere çok fazla enerji gerektirecek. Kabul etmek gerekir ki, ortada herkese yetecek kadar bol miktarda suç var. 1917'de, Britanya'nın Yahudilere Filistin'de bir ülke sözü vermesinde doğru olan neydi? Neden Filistinliler 1947'de ayrılmayı reddetti? Neden İsrail 1967'den sonra toprakları sömürgeleri haline getirdi? Neden Amerikalılar, İsrail'in istediğini yapmasına göz yumdu? Neden Arap ülkeleri, mültecileri kamplarda 'iltihaplanmaya' terk etti? Filistinliler terörist, Siyonizm ırkçı, İsrail'in düşmanları antisemit. Yaser Arafat, 2000'de İsrail'in Camp David'teki 'cömert teklifini' kabul etmeliydi. Fakat İsrail'in teklifi de öyle çok cömert sayılmazdı...
Ve kavga her altüst oluşla birlikte büyüyor, daha da acılaşıyor ve Ortadoğu'nun ötesine yayılıyor. Bir toprak parçası için iki halk arasında başlayan ulusal mücadele, yavaş yavaş ve çoğunlukla kasıtlı biçimde bir bölge savaşına dönüştürülüyor, İslam ve Batı arasındaki zaten yaralı olan ilişkileri zehirliyor. İşgalin 1967'den beri sürmesi bir skandal. Bu çatışma çok uzun süre önce çözülmeliydi ve bunun sürmesi, savaşan taraflardan Filistin meselesini kendi çıkarları için kullanan bölgesel güçlere ve sürekli ilgisizliklerini sürdüren büyük güçlere kadar müdahil olan herkesin suçu. Bitmeli, ama nasıl?
Bu sorunun cevabı, en azından Lord Peel yönetimindeki Britanya kraliyet komisyonunun, Araplar ve Yahudiler arasında 'önlenemez bir çatışmanın' ortaya çıktığını ve ülkenin bölünmesi gerektiğini rapor ettiği 1937'den beri aşikar. Daha yakınlarda, bölünmenin nasıl gerçekleştirileceği de netlik kazandı. Tüm İsrail yerleşimlerine rağmen, nüfus ve adalet, hala 2000'de Bill Clinton'ın önerisindeki küçük ayarlamalarla 1967 öncesi sınırların temel alındığı bir sınırın oluşturulabileceğini gösteriyor.

'Dönüş hakkı' da esnetilmeli
Clinton'ın Camp David'deki başarısızlığının da kanıtladığı gibi, böyle bir uzlaşı için anlaşma sağlamak zor olacak. Clinton'ın çözümü, İsrail'in Batı Şeria'daki yerleşimlerinin çoğundan çekilmesini, Gazze'dekinden daha fazla yerleşim birimini boşaltmasını ve Kudüs'ün egemenliğini paylaşmasını gerektiriyordu. Filistinlilerin de, mültecilerin çoğunun İsrail'in içinde kalan 60 yıl önceki evlerine değil Batı Şeria ve Gazze'deki yeni bir devlete 'dönmesini' kabul etmesini öngörüyordu. Bunlar acı tavizler.
Ancak her iki taraf daha az verip daha çok talep ederek, sadece zaten zor olanı imkansız hale getirir.
Şu anda her iki taraf da çok az önerip, çok fazla talep etmeyi sürdürüyor. İsrail, en azından 1967'deki büyük zaferden sonra büyüsüne kapıldığı Büyük İsrail hayalinden vazgeçti. Filistinlilerin sakinleşeceği hayaliyse iki İntifada ve Hamas tarafından Gazze'den atılan her bir roketle paramparça halde. İsrail'in mevcut hükümeti, iki devletli çözüme bağlı olduğunu söylüyor. Ancak bu zayıf bir hükümet ve İsraillilerin ödemesi gereken toprak bedelinin tamamını dürüstçe ifşa etme cesaretinden yoksun. Bu arada Filistinliler geriye doğru gidiyor. Hamas gerçekten söylediği şeyi kastediyorsa, Yahudilerin Ortadoğu'da ulusal bir varlık olma hakkını reddetmeye devam ediyor.
Kendi kendini yok eden bir çılgınlık bu. Barışın gelmesi için, İsrail'in Batı Şeria'dan vazgeçmesi ve Kudüs'ü paylaşması, Filistinlilerin de 'dönüş' hayalinden vazgeçmesi ve İsrail'in bir Yahudi Devleti kimliğiyle güven içinde yaşayacağından emin olmasını sağlaması gerekiyor. Gerisi teferruat.

The Economist “Israel's wasted victory” 24 Mayıs 2007
www.economist.com/opinion/displaystory.cfm?story_id=9225670
Tercüme: Radikal Gazetesi
 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=222454
*Radikal’in tercih ettiği başlık; “İsrail felaketi 'altı gün'de yarattı”

“The Economist” yanılıyor
Altı Gün Savaşı’nın birçok pozitif etkisi var ve The Economist’in savunduğu gibi “boşa harcanmış bir zafer” değil

“İsrail’in harcanmış zaferi”, Altı Gün Savaşı’nın 40. yılında The Economist Dergisi’nin ana kapak konusu. Dergi bir milyondan fazla baskı sayısı ile dünyanın önde gelen finans, politika, ve kültür seçkinlerinden oluşan okuyucularına ulaşıyor. Dergi yazarları tarafından yazılan (fakat genellikle isim açıklanmayan) bu makaleler, Tanrı’nın buyruğu olarak görülüyor. “The Economist’e göre” -  birçok grupta tartışılmaz bir kanun olarak kabul ediliyor.
The Economist ciddi bir hata yapıyor. Altı Gün Savaşı tarihin akışını iyi yönde değiştirmiştir; İsrail Devleti’nin varolma hakkını güçlendirmiş, Arapların da bunu kabul etmesini sağlamıştır. İsrail’in eksiksiz ve üstün zaferi sayesinde Arap ülke liderleri İsrail’i ortadan kaldırma hedeflerinden vazgeçmişler, ve başka seçenekleri kalmadığından “barış için toprak” (Land for Peace) görüşü üzerinde diyaloga başlamışlardır.
“Altı Gün Savaşı” (The Six Day War) adlı kitabında tarihçi Michael Oren şöyle diyor; 1967 de savaşla sonuçlanan Ortadoğu’daki gelişmeler savaştan sonra bile barışa doğru yönelebilirdi. Oren’e göre, gerçekçi bulunmayan diplomatik hamleler savaştan sonra olağan çabalar olarak nitelendirildi.
Aynı yılın kasım ayında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 242 no’lu kararı kabul etti. Bu karar, Suudi Planı da dahil olmak üzere, o tarihten itibaren bölgedeki tüm diplomatik çabaların temel taşını oluşturdu.
242 no’lu karar Arap ve Yahudiler arasında “adil ve kalıcı barış” için çağrıda bulunuyordu, İsrail hemen kabul etti. Mısır’ın kabul etmesi ve Sina’nın geri verilmesi karşılığında İsrail ile barış antlaşması imzalaması on yılını aldı. Ürdün’ün olgunlaşması için bir yirmi yıl daha gerekti. Ocak 2000’de Suriye İsrail ile bir normalleşme antlaşması istediğini açıkladı.
Bu tartışılamaz bir gerçek: İsrail’in Haziran 1967’deki askeri zaferi sayesinde Arap ülkeleri İsrail’i barışçıl sınırlara sahip, meşru bir “Yahudi Devleti” olarak kabul ettiler. O zamana kadar bu topraklar İsrail olarak değil Siyonist işgali altında olarak tanımlanıyordu.

Kibirli budalalık
The Economist bu gelişmeleri göz ardı edip anlamlarını küçümsüyor. Makale, İsrail-  Filistin ilişkilerine odaklanıyor. The Economist’e göre İsrail: “kibirli bir budalalıkla Kudüs'ün yarısını teşkil eden Arapları yok etmeye ve hukuku, nüfusu, sağduyuyu hiçe sayarak, Büyük İsrail'i güvenli kılmak adına bütün işgal topraklarında Yahudi yerleşimleri inşa etmeye girişti” ve “On yıllar sonra, Mısır ve Ürdün İsrail'le barış yaptığında, Filistinliler, Gazze ve Batı Şeria'yı geri alamadı.”
Filistinliler Gaza ve Batı Şeria’ya sahip olamadılar mı? 1967’ye kadar Gazze ve Batı Şeria, Mısır ve Ürdün tarafından kontrol edilen bölgelerdi. Ürdün rejiminin Filistinli göçmenler ile onların çocuk ve torunlarının ulusal birliklerini kurup o bölgede bir Filistin Devleti kurmalarına izin vermeyeceğini rahatlıkla varsayabiliriz.
İsrail’in ilhak ve Yahudi yerleşimleri inşa etme konusundaki eleştiriye ise bu makalenin yazarı da dahil olmak üzere birçok İsrailli katılıyor. Altı Gün Savaşı’nın ardından, Moşe Dayan’ın karizmatik ve yıkıcı etkisi altındaki İsrail Hükümeti, Filistinlilerin kendi kendini yönetme hakkını engellemeyi, Filistinlilerin haklarını baskı altına almayı, Filistinli işgücünün İsrailli işverenin menfaatlerine boyun eğmesini tercih etti. Asıl “kibirli budalalık” budur.
Fakat sadece bizim mi? “Barış için toprak” hareketi Büyük İsrail hareketine meydan okudu ve İsrail halkını ikiye böldü. Filistinlileri değil.

Filistinliler “devlet olmayan devleti” tercih ediyor
Utanmadan söylenmesi lazım: Eğer Filistinliler gerçekten bir devlet kurma isteğinde olsalardı çok uzun zaman önce başarmış olurlardı; İsrail’in gelişmiş ordusu Filistin Devleti’nin bir çeşit sınır ile kurulmasını engellemeye yeterli gelmezdi.
Fakat Filistinliler “devlet olmayan” bir devleti tercih ediyorlar; sorumluluğu olmayan, taahhüdü olmayan, çözümü olmayan ve devam eden terör ile yan yana yaşayan. Kuşaktan kuşağa Filistin milliyetçiliği ithamda oldukça ilerledi. Eğer Yitzhak Rabin ve Şimon Peres FÖY (Filistin Özerk Yönetimi) hükümetini 1993 yılında Oslo görüşmelerine sürüklemeseydi, hiçbir şey kendiliğinden başlamayacaktı.
The Economist çok hatalı. 1967 zaferi İsrail için boşa harcanmış değil. İsrail nüfusu 2,6 milyondan 7,1 milyona yükseldi. Bu sayının 2 milyonunu yeni göçmenler oluşturuyor. Gayri safi milli hasıla yüzde 630 yükseldi. Ekonomik gelişme referansı olan kişi başına düşen pay yüzde 163 büyüdü ve geçen sene 21 bin Amerikan Doları barajını aştı. İsrail’deki ortalama yaşam standardı İngiltere’den sadece yüzde 22 daha düşük. Bu fark 1967 öncesi yüzde 44 idi. Ve The Economics’in sık sık değindiği gibi İsrail’in bilişim teknolojisi alanındaki başarıları yadsınamaz.
Filistinliler için ise durum şiddetli bir şekilde geriledi. Suçlu biz miyiz? Evet onlar kadar biz de suçluyuz. İki halk için iki devlet. Eğer bu vizyon boşa harcandıysa Altı Gün Savaşı yüzünden değil, Altı Gün Savaşı’na rağmen harcandı. Ve eğer bu vizyon gerçekleşirse Arap Planı’nın 1967’de yenilmesinin bir diğer sonucu olacaktır.

Sever Plocker “The Economist is wrong” 27 Mayıs 2007
http://www.ynetnews.com/articles/0,7340,L- 3404921,00.html
Tercüme: Karel Valansi