YAŞAM YÜRÜYÜŞÜ 2007

HERŞEYE RAĞMEN...“Halen sorarız, Auschwitz neydi diye: Bir son mu yoksa bir başlangıç mı, veya onlarca yıldır devam eden bir karalama kampanyasının, komplo senaryolarının beslediği bir nefret midir?Ya da, insan karakterindeki şeytani dürtülerin görüntüsü müdür?

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Auschwitz, ekmeğini kaybetmenin hayatını kaybetmek, bir arkadaşın gülümsemesinin umut dolu bir yarın demek olduğu kötülükler prensliğiydi…” (Elie Wiesel)
Holokost zamanında Yahudi Soykırımı ile eşanlamlı olmuş bir mekan, Auschwitz bugün artık bir müze. Burada birçok iç burkucu obje sergileniyor… O kasvetli binaların zoraki misafirlerinin terk etmek zorunda kaldıkları, örneğin valizler, elbiseler, ayakkabılar, gözlükler, mutfak kapları sergileniyor. Anlamak zor!
Anlamak zor! O ayakkabıyı giyen adam kimdi? Veya o gözlükler kimin dünyasını aydınlık görmesine yardımcı olmuştu, kim bilir? O elbiseyi kim giymişti? Onu seçerken neler düşünmüştü kim bilir? Camekanın içinde asılı ve tüm heybeti ile geçen senelere meydan okuyan tallete, dua ederken kim sarılmıştı kim bilir?
Daha da acısı, saçlar!
Naziler insanları yerlerinden sökmüşlerdi… Çevrelerinden sökmüşlerdi… Ailelerinden sökmüşlerdi… Anılarından sökmüşlerdi… Naziler insanların saçlarını da sökmüşlerdi:
“Kız kardeşimin uzun bukleli altın sarısı saçları vardı… Annemin elleri, onu yıkarken altın rengi ile bezenmiş beyaz sabun köpüğünün içinde kaybolurdu. Kız kardeşimin saçlarını severdim. Makas onlara hiç değmemişti.
Auschwitz’de ölüme gönderilmeden kız kardeşimin saçlarını kestiler. 17 senedir onun kafasında uzayan o saçları kestiler... 17 senedir uzayan o altın sarısı kıvırcık saçları…
Ve çuvallara doldurup Almanya’ya gönderdiler kız kardeşimin o güzelim saçlarını… Battaniye yapmak için, ya da başka bir şey… Almanya’nın bir yerinde genç bir kız üstüne battaniye örtüyor… Ve iyi örülmemiş bir saç teli baş kaldırıyor! Genç kadın çıplak kolunu battaniyeden çıkartıyor ve o teli çekiyor, çekiyor… Frauline! O saç telini bana geri verin.
O kız kardeşimin altın saçlarından geliyor…”
Bunu anlamak zor!
Auschwitz’teki binaların birinin girişinde bilgelik dolu bir söze gözüm takılıyor. Herkes deklanşöre basıyor, flaşlar patlıyor ve o söz beynime kazınıyor:
“Tarihini hatırlamayanlar bunu tekrar yaşamağa mahkumdurlar.” (George Santayana)
Auschwitz’den Birkenau’ya uzanan birkaç kilometrelik yolda yürürken bu sözü geçiriyorum aklımdan… Bizler Holokostu yaşamamış şanslı bir toplumun çocuklarıyız. Ancak, tarihimizin bu acı dönemini bilmek zorundayız, onu hatırlamak zorundayız… O karanlık günleri yaşamamış olmamız, sorumluluğumuzu kat be kat arttırıyor benim gözümde…
Önümde ve arkamda bir insan seli, çağlayarak yürürken ben, Nazi imha endüstrisinin buradan geçmeye mahkum ettiği milyonları düşünüyorum. Gündüzün sıcağında mı yürümüşlerdi bu yollardan, yoksa gecenin ayazında mı? Demiryollarını görüyorum içim titreyerek… Yahudileri yaşadıkları ülkelerden, örneğin Macaristan’dan, Çekoslovakya’dan, ya da Yunanistan’dan getiren trenlere yataklık eden demiryollarının üzerinden aşıp Birkenau’nun tüyler ürperten kapısına doğru ilerlerken, daha birkaç gün önce okuduğum, Elie Wiesel’in bir konuşması geliyor aklıma…
“Acı olan şudur ki: Eğer devletler topluluğu Almanya’nın Avusturya’yı ve Çekoslovakya’yı işgaline tepki verseydi; Amerika Avrupa’dan daha fazla mülteci kabul etseydi; İngiltere, daha fazla Yahudi’nin tarihi yurtlarına gitmesine izin verseydi; Müttefikler örneğin Birkenau’ya giden demiryollarını yalnızca bir kez bombalamış olsalardı, bu trajedi önlenebilir, en azından sınırlandırılabilirdi…”
Anlamaya çalışıyorum… Ancak mümkün değil…
Savaş öncesi Polonya, Yahudi yaşantısının serpilip yeşerdiği bir ülke idi. Yahudi halkı, kah Mendelsohn’un Halakha hareketinin ardından aydınlama sürecine girmiş, dışarıda genel topluma entegre ancak Yahudi kimliğinden ödün vermeyen bir çizgide yaşamış; kah Hasid öğretiye sıkı sıkıya bağlı kalarak gelmiş savaş yıllarının eşiğine… Polonya toprakları onlar için bir yuva olmuş…
İşte Nazi rejimi bu toprakları Yahudi halkı için gerçek bir cehenneme çevirmiş, uygulama kararı aldığı Nihai Çözümü, tarihten öç almak istercesine, burada hayata geçirmiş… Yahudilerin yanında, siyasi muhalifler, Çingeneler, Polonyalı direnişçiler ve esir alınan Rus askerleri de bu kıyım hareketinden nasiplerini almışlardı… Yine de,
“Tüm kurbanlar Yahudi değildi, ancak tüm Yahudiler kurban olarak seçilmişlerdi. Tarihte ilk kez Yahudi olmak yasal bir suç haline gelmişti. Doğumları, ölüm emirleri haline gelmişti. Düzeltiyorum: Yahudi çocukları doğumlarından önce bile ölüme mahkum edilmişlerdi. Düşmanın ulaşmaya çalıştığı Yahudi tarihine bir son vermek, Yahudilerden tamamen ve geri dönüşsüz bir şekilde arındırılmış bir dünya kurmaktı. Dolayısı ile Auschwitz, Ponar, Treblinka, Belzec, Sobibor, Chelmno, nihai çözümü gerçekleştirecek kara bacalı ölüm fabrikaları şeklinde kuruldular. Katiller oraya öldürmeye geliyorlardı, kurbanlar da ölmeye…” (Elie Wiesel)
Majdanek ölüm kampını, oradaki barakaları, gaz odalarını, krematoryumları gezerken insan gördüklerinden utanıyor ve devamlı kendini sorguluyor, olayları anlamaya çalışıyor, ancak nafile… O günlerden kurtulan kişilerin bunu nasıl başardıklarını merak ediyor… Ancak şunu ıskalıyor: Kurtulanlar gerçekten ne kadar kurtulmuşlar? Kampların birinin gaz odasında ya da falanca ormanın bilinmeyen bir köşesinde bir askerin namlusunun ucunda ölümü bulan milyonlardan daha şanslı olanlar, acaba nasıl bir duygu halinde yaşantılarına devam etmişler? Bizlere gezimizde eşlik eden Holokost kurtulanı, sevgili Miriam Akavia’nın gözlerindeki derin hüzün buna yanıt teşkil ediyor aslında. Gözlerde hüzün var, ama nefret, kin yok, önü alınmaz bir intikam duygusu yok. Olan olmuş, bilmek ve unutmamak gerek dercesine Miriam her konuşmasında, her şeye rağmen sevgi dolu mesajlar vermeyi ihmal etmiyor.
“Auschwitz’den kurtulanlar umudu dile getirirler, umutsuzluğu değil; cömertliği söylerler, ekşiliği değil; kadirşinaslığı ön plana çıkarırlar, şiddeti ve intikamı değil…” (Elie Wiesel)
Auschwitz’den Birkenau’ya yürüyen insan seli içinde yüreğim buruk, gözlerim nemli, boğazım düğümlenmiş ağır adımlarla yol alırken bir yanda insan çılgınlığının nerelere kadar ulaşabileceğini, sorgulanamaz irrasyonelliğin nelere yol açabileceğini düşünüyorum ve ürperiyorum. Öte yanda ise, çeşitli ülkelerden gelen genç yaşlı birçok insanla o dakikaları paylaşmanın ve “herşeye rağmen buradayız!” demenin keyfini yaşıyorum…

Marsel RUSSO


BURADAYIZ
Bir otobüs dolusu insan toplanmış gidiyoruz. Kimisi birbirini hiç tanımıyor kimisiyse tanıdık. Daha önce duyduklarımızla, okuduğumuz kitaplardan edindiğimiz bilgileri bir araya getirerek kendimizi bu geziye hazırlamaya çalışıyoruz. İnsanların gözlerinde hüzün ile karışık bir merak var. Her ne kadar bilgi sahibi isek te, göreceklerimiz ve hissedeceklerimiz konusunda pek te emin değiliz.
Geçmişimizde yaşanan karanlık günlerin, başımıza gelenlerin ve bize yapılanların hem hüznü hem de merakı bizi biraraya getirmiş, ortak bir gaye için birleştirmiş. Bilgiye susamış bir otobüs dolusu insan, rehberimizin anlattıklarını, bir kelimesini bile kaçırmadan dinleyerek mevcut bilgilerimize katmaya ve gördüklerimizle bağdaştırmaya uğraşıyoruz. Aslında bazılarını bilmemize rağmen, gerçeği gözlerimizle görmeye çalışıyoruz. Gözlerimiz okuduklarımızı arıyor ve bulunca da isyanla karışık bir hüzün kaplıyor içimizi.
Aslında o gerçek bizimle beraber, bizim aramızdaydı. Bu gezide bize refakat eden, hayatta kalmayı başarabilmiş canlı bir gerçek, bir şahit. Onun anlattıklarında ve yaşadıklarında acı gerçeği bir kez daha yaşıyoruz dinledikçe ve yaşadıkça dehşete kapılıyoruz.
İşte bunun için buradayız. Bizler ve bizim gibi dünyanın dörtbir köşesinden gelen binlerce yahudi, atalarımızin yok edilmek üzere yürüdükleri yolda, onların yaşadıklarını hatırlayarak, birbirimize kenetlenerek biz hala buradayız demek için.

Kalef FRANKO

YAŞAM YÜRÜYÜŞÜ
Soykırım… Her Yahudi’nin mutlaka hatırlaması ve unutmaması gereken önemli bir olay.  Polonya’ya bu olayı ve yaşananları unutmamak ve hatırlamak adına yaşam yürüyüşüne katılmak için gittik. Katledilen 6000.000 Yahudi’yi anmaya ve onların yaşamlarını ne şekilde kaybettiklerini, verdikleri yaşam savaşını anlamak için gittik.
Ben kendi adıma, Polonya’da geçirdiğim altı günün  hayatımın en anlamlı ve en önemli günleri olduğunu anladım. Herkes soykırım hakkında az çok bir şey bilir. Ben de soykırımı her zaman detayına kadar öğrenmek isteyen biriydim… Polonya’ya gidip o kampları ve olayların yaşandığı yerleri görüp orada öğrenmenin çok farklı ve çok daha etkileyici bir şey olduğunu söyleyebilirim. Orada yaşanan duyguları anlatmak gerçekten çok zor… Polonya’ya “ben” olarak gidip oradan çok farklı bir “ben” olarak döndüğümü düşünüyorum.
Holokost bizim için acı bir olay ama onu unutmamak da öğrenmek kadar  önemli. Oraya gidip neredeyse bütün ülkelerden gelen Yahudileri görmek gerçekten çok güzeldi. Tarihini unutmak istemeyen, hatırlamak isteyen değişik ülkelerden yaklaşık 8000 kişi vardı.   Yıllar önce Yahudilerin zoraki çıkarıldıkları ölüm yürüyüşü,  seneler sonra tarihini unutmayan binler tarafından yaşam yürüyüşüne çevrildi. İnsanlar tarihini hatırlamalılar ve unutmamalılar ki tarih tekerrürden ibaret olmasın. Yaşananların bir daha tekrarlanmamasını sağlamak bizim elimizde. Sadece unutmayalım ve hatırlayalım!                                

Sarita ARKADAŞ

DÜN
Filmler, belgeseller izledim
Okudum, dinledim
Şaşırdım, etkilendim…

BUGÜN

Gördüm,
Hissettim, yaşadım, korktum
Üzüldüm, ağladım

YARIN

Anlatacağım,
Herkes bilmeli
Bir daha olmamalı.

Sabina KOHEN KASAR


TANIKLIK ETMEK
“Tanıklık etmek tanık olmaktır.” 
    Elie Wiesel
İtiraf etmek istiyorum; Polonya’ya ilk başta gitmeyi pek istemedim… Ağlamaktan perişan olacağımı düşünüyordum. Biliyorum, benim gibi düşünüp gitmekten vazgeçen  birçok kişi var.   Ama gittim, ve II. Dünya savaşı süresince insanların  maruz kaldığı korkuya, acıya, açlığa, hüzne, isyana tanıklık ettim.
Holokost’tan kurtulan Miriam Akavia ile tanışmak, hikayesini onun ağzından duymak ve adeta yaşamak, Dr. Mengele’nin üstünde deney yaptığı Martha Weiss’ın bir televizyon kanalıyla yaptığı röportajına tanık olmak, Schindler’in listesinde olan  bir kişinin kızıyla karşılaşmak, rehberimiz Dvora Kohen’in annesinin   hayat mücadelesini dinlemek, Istanbul’da sıcacık evlerimizdeki rahat koltuklarımızda bu konuyla ilgili filmler seyretmek, kitaplar okumakla aynı şey değil, emin olun. 
Ağladım mı ? Evet. Mümkün mü ağlamamak ? Gaz odalarında, krematoryumda. Neden biliyor musunuz? Çünkü hep kendimi ve ailemi onların yerine koydum. Fakat Yom Ha’shoa gecesi Avustralya’lı kantorun ilahisini dinlerken, onlar için ağladım… Sadece Yahudi oldukları için bu kadar vahşete, duygusal ve bedensel işkenceye maruz kalanların yok oluşlarına ağladım. 
Holokost’u inkar edenlerin arttığı günümüzde ve bir on yıl sonra holokost kurtulanlarından kaç tanesinin hayatta olabileceğini göz önünde de bulundurursak, Yaşam Yürüşüne katılmak , geçmişimize tanıklık etmek, inkarcıların sesini bastırmak hepimizin görevi olmalı.
16 Nisan 2007 Pazartesi, Yaşam Yürüyüşü günü bizim yedinci evlilik yıldönümümüzdü ve biz o günü  8000 kişi ile beraber Auschwitz- Birkenau’da kutladık.  Ne dersiniz? Sizce bunu unutmak mümkün mü?

Nil KOHEN


23 Nisan Bayramı kutlu olsun.  Okullarda, stadlarda, televizyonlarda çocukların coşkulu bir şekilde eğlendiklerini ve kutlamalar yaptıklarını görünce, İkinci Dünya Savaşı süresince katledilen 1,5 milyona yakın masum çocuk aklıma geldi ve içim burkuldu.
Yazıma böyle karanlık bir ruh hali ile başlamak istemezdim aslında ama, neden bilmiyorum harfler böyle döküldü.
Beni en çok etkileyen ve yaşama bakış tarzımı değiştiren Dvorah'nın sözleri ve onca korkunç şeyler yaşamış Miriam'ın felesefesiydi.
”Biz kimiz ki, bütün bu Holokost vahşetini yaşayan dindaşlarımızı yargılayalım.”
Kurtulanlara  soruyorlar? “Niye isyan etmediniz, neden tepki göstermediniz?
Neden kuzu kuzu ölüme gittiniz?”
Orada yaşamadıkça, o ortamı  ve pisliği hissetmedikçe nasıl bu soruları sorabiliriz? Bana kalırsa bize düşen, bu inanılmaz, eşi benzeri olmayan, insanlık dışı olayları yaşayanları yargılamadan sadece hatırlamak ve bütün bu öğrendiklerimizi daha da bilinçli bir şekilde herkese ama özellikle gençlerimize aktarmaktır.
Miriam'ın dediği gibi, Yahudilerin sadece geleneklerine bağlı içe dönük bir şekilde değil, sevgi dolu, çağdaş yüzünü tüm toplumlara göstermesi, örnek olması ve tüm dünyaya ışık saçması gerekir.

Efraim ÖZŞARDAŞ