yazardan > Hrant Dink`e Mektup

6 Şubat Salı günü, Barınyurt`da, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Geropsikiyatri Anabilimdalı Başkanı Prof. Dr. Engin Eker “Yaşlılıkta Depresyon ve Bakıcının Tükenmişliği” konulu bir seminer verdi. Katılımcıların son derece yararlı buldukları seminerin notlarını, David Ojalvo`nun derlemesiyle yayınlıyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

Mario Levi, Agos, 9 Şubat 2007

Sevgili Hrant;
Sana günün birinde böyle bir mektup yazmaktan, daha da doğrusu yazmaya mecbur kalmaktan hep korktum..
Bu korkunun birçok anlamı vardı. Duyarlı birçok insanın anlayabileceği, seninse, anlamaktan da öte, hissedebileceğin bir anlamı... Korku hep vardı üstelik. Ben bu korkuyu en cesur anlarında bile gözlerinde görmüştüm, sesindeki titreyişte görmüştüm, duygularının hayat bulduğu o kâğıtları tutan ellerinde görmüştüm. Nasıl görmezdim, çok derinlerde gizlenen bu ayrıntıyı nasıl kaçırabilirdim?.. Bu toprakların ve bu dilin duygu dünyasının bize verdiği ortak bir tarihimiz, hatta kaderimiz vardı elbet. Bizi birarada tutan harç da bu harçtı. Farklı kültürlerden de geldiğimizi, farklı duruşları seçen insanların çocukları olarak büyümeye çalıştığımızı, dahası çok farklı tarihleri yaşadığımızı kabul etmemiz gerekiyordu ama. Ne var ki, bu gerçeklerimize rağmen, ‘büyüklerimizin’ bize birçok kez fazla ileri gitmememizi, hatta kendimizi çok göstermememizi telkin eden uyarılarıyla da tüm varlığımızla kendimizi bağlı hissettiğimiz bu ülkeyi tanımaya ve yaşamaya çalışmıştık değil mi?.. Türkiye Cumhuriyeti’nin 90’lı yıllarının sonuna kadar yaşamış, dahası Osmanlı’nın son onbeş yılının tanıklığını da yapmış dedemin, yazar olmak istediğimi duyduğunda, kararımı nasıl endişeyle karşıladığı, tüm zarafetiyle beni bu işten vazgeçirmeye çalıştığı günleri hiç unutmadım. Bir silah, şekli ne olursa olsun bir silah, her an bize yönelebilirdi... Uyarı bir tarihin derinliklerinden geliyordu. Kitaplardan değil, yaşanarak öğrenilmiş bir tarihti bu... Bu duyguyu bizim böyle yaşamamız mümkün değildi. Biz başka günlerin çocuklarıydık çünkü. Ancak bu sesteki hakikiliği görmememiz de mümkün değildi... Bu silahın soğukluğunu belki de bu yüzden hep duydum. Belki de yine bu yüzden kimi zamanlarda, romanlarımı, hikâyelerimi, makalelerimi yazarken, televizyonda ya da herhangi bir yerde, yurtta ya da yurt dışında yaptığım birçok konuşmada, kendimi birçok kez, belki de kafamda yarattığım, içimde çizdiğim bir sınırdan dönerken gördüm. Bir konuşmamda, Boğaz’ın sularının bizi beklenmedik bir zamanda yutabileceğini boşuna söylemedim. Gerçekte bir karşılığı yoktu belki de bu endişenin. Tüm yaşananlar bir yanılsamadan ibaretti belki de. Gelgelelim bu gerçek de benim gerçeğimdi sonuçta. Yapabileceğimi yaptım, dahasını da yapabileceğime inanıyorum.
Benim savaşım henüz bitmedi...
Neden mi?.. Nedeni basit. Çünkü ben ülkemi, beni ben yapan bu ülkeyi, anavatanım bildiğim, uğruna militanca bir mücadele verdiğim bu dili, hepimizi birörnekleştirmeye çalışanlardan çok daha fazla seviyorum. Kimi insanlar buna inanmayabilir, samimiyetimden kuşku bile duyabilir. Ama ben inanıyorum ya, bu yeter... Tıpkı senin inandığın gibi... Biz daha uygar, daha onurlu, daha başı dik bir Türkiye’nin çok daha iyi bir bugüne ve geleceğe layık olduğuna hep inandık değil mi?... Sen bu uğurda birçoğumuzdan çok daha ileri gittin... İçimden bu cesaretin ödülü bu olmamalıydı diyesim geliyor. Haklısın, sen bu cesaretini hayatınla ödedin. Ama ölümünden sonra arkanda durmayı bilen o insan selini de gördün değil mi?.. Türkiye ses verdi Hrant... Türkiye ses verdi... En nihayet verdi... Bu Türkiye bizim Türkiyemiz... Bu Türkiye sana en büyük gönül borcunu ödemek için elinden geleni yapmaya hazır olan Türkiye... Bizim vicdanımız olan Türkiye...
Bir ‘Siyaset Meydanı’ programına birlikte katılmış, yan yana oturmuştuk... Ben içimizdeki surların artık yıkılması gerektiğinden söz etmiştim, sen her zamanki duyarlığınla elinden alınan o yetimhaneden... Programdan sonra elini sıkmıştım. Sen de benimkini... Biraz mesafeliydin. Daha yürekli olmamı beklemiştin belki de... Şimdi bu sesi daha iyi duyabiliyorum. Sana bir borcum var. Herkes özeleştirisini yapıyor artık. Ben de yapıyorum. Çünkü başka bir Türkiye yok, biliyoruz...
Bir korkum daha vardı... O da günün birinde böyle bir olay nedeniyle sana bu mektubu yazmaya mecbur kalmam. Bu korku gerçekleşti ne yazık ki... Ama yaşadıklarımız, içimizde uyananlar, bu korkunun bir cesarete dönüşmesini de sağladı. Böyle olmasını istemezdim ama, sonuna kadar sahip çıktığımız bu ülke, neyin, nasıl olması gerektiği konusunda bize bir ışık da yakmış bulunuyor artık...
Rahat uyu ‘ahbarik’... Biz buradayız... Ülkemiz için buradayız... Birtakım insanların ‘abuş’lukları  bu ülke için duyduğumuz sevgiyi gölgeleyemeyecek... Çünkü biz de bu ülkenin gerçek sahipleriyiz... Çünkü bizim hiç kimseyle ayrımız gayrımız yok... Topraklarımız için kalemimizle, sonuna kadar nöbetteyiz...

Bu yazı www.yazidegirmenleri.com adlı edebiyat dergisinde önümüzdeki ay yayınlanacak.