Halkla ilişkilerin duayeni: Betül Mardin

Fırsatları başarıya, eksileri artıya dönüştüren Betül Mardin ile çocukluğundan bugüne yaşamının kapısını araladık. Dünya onu IPRA (Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği) ve PRSA (Amerika Halkla İlişkiler Derneği) gibi kuruluşlardan aldığı başarı ödülleriyle ve iletişimci kimliğiyle tanıyor. Hal

Kültür
9 Ocak 2008 Çarşamba
Hepimizin hayatında ulaşmak istediği bir hayal vardır. Siz ona ulaşabildiniz mi?
Evet ulaştım. Bir iki tane kötü hatıram var. Bir tanesi dilsizliğim, belirli bir yaşa kadar  konuşamadım. Konuşmaya başladıktan sonra da çok kavur kuvruk biriydim herhalde; benle çok alay edilirdi. 10 yaşında bir yemin ettim. Öyle bir şey yapacağım ki, insanlar benle alay edemeyeceklerdi.
Bu hedef doğrultusunda neler yaptınız?
Tabii sert bir kabuk oluşturdum ve bir amacım vardı. Amacım da İngilizce’yi çok iyi öğrenmek, konuşmak ve o dili kullanarak Türkiye’nin tanıtımını yapmak. Ben bunu düşünmeye  aşağı yukarı 13ᆢ yaşında başladım. Evvela bütün yaşamımı çok iyi İngilizceye çevirdim. Onu da çok iyi yapmışım, İngilizcem çok iyi bir silah oldu benim için. İngilizcemi ilerletirken de başka şeyler  yapmam gerektiğini anladım ve dedim ki; geniş bir genel kültürüm olursa, dışarıya karşı daha kuvvetli olurum. Alman, Rus edebiyatı gibi her sene bir ülkeyi seçerek edebiyat çalıştım, tercümeler yapmaya başladım. 16 yaşında çevirdiğim bir oyunu Muhsin Ertuğrul’a verdim. Böyle hafif bir çatlaktım.
Tuttuğunu koparan birisiniz…
Hayır bir inat, bir yere doğru gitmek ve o yola giderken de mütamadiyen kendimi daha da geliştirmek. Mesela; modern felsefe dersi, arkeoloji dersi aldım.  Liseyi bitirdiğim zaman üniversitede psikoloji, psikiyatri okuyacağım. Türkiye’de hiç yoktu psikiyatri falan; fakat 1946 senesiydı babam üniversiteye gitmemi yasakladı. Ben o zaman bir ders aldım. Bugün de hep onu söylüyorum gençlere; “Amacın yolunda giderken, önüne bir taş konursa, kapı kapanırsa o kapının açılmasını bekleyinceye kadar durma, bir şeyler yap. O yaptığın iş sonradan sana pozitif olarak dönebilir.” Böyle bir felsefe yaptım. Ne yapayım kendimi uyutuyorum.Yok çünkü, izin verilmiyor. Dolayısıyla, biçki dikişe izin verildi, o zamanlar modaydı. Kadınlar, genç kızlar akşam üstleri okullarda kursa giderlerdi. Ben de bir okulda 4 sene  yemek, pasta, üst baş, şapka, çiçek yapmayı öğrendim. Çok güzel ayakkabı yaparım, yemek yaparım.
Tüm bu öğrendiklerinizi nerede kullandınız?
Daha sonra tiyatroda kullandım. Tiyatroda “property manager” diye bir tabir var. Yani tiyatroda kullanılan şeyleri yapmak. Mesela adam sahneye bir kitapla çıkıyorsa; o kitabı buluyorsun, eline veriyorsun. Tiyatroda elbiseler her gece giyildiği için, en kuvvetli dikiş ve kumaşlardan yapılır. Bunların hepsini biliyordum!
Hayatınızda hiç esinlendiğiniz örnek aldığınız biri oldu mu?
Büyükbabam, annemin babasına inanılmaz derecede bir hayranlığım vardı. Bütün anlattığım şeylerin, adam almış üstünden geçmişti. Fevkalade bir halkla ilişkilerciydi; ama bilmiyordu.
Büyükbabanız ne işle uğraşırdı?
Avukat olarak çok büyük isim yapmıştı. Sonra Şirketerya’nın hisselerini aldı ve  yönetim kurulu başkanı oldu. Devletleşinceye kadar başında kaldı. Mesela Asya tarafında Küçüksu plajı yaptı. O zamanlar plaj yoktu, savaş vardı; Boğazlar kapanmıştı. İnsanlar denize giremiyordu. Yüzme havuzu falan yoktu o zamanlar. O da kumlar taşıdı, tanıtımını yaptı. Vapurlara gramafonlar soktu, müzikler çaldı. Senede bir defa Safiye Ayla gibi isimlerle mehtap geceleri yaptı.Çok iyiydi. O konuşurken ben dinlerdim, notlar alırdım; ama halkla ilişkiler yapacağımdan değil, onu çok beğendiğimden.
Siz iş hayatına nasıl başladınız?
Evvela bir dergide yazı yazmaya başladım, sonra gazetede çalıştım. Ondan sonra Haldun Dormen ile evlendim. Tiyatroya çok merak saldım, sonra tekrar gazeteci oldum. Hakkı Devrim’in yanında çalıştım, radyoya geçtim. Sonra da BBC’ye gittim ve televizyon okudum. Çocuklarım Türkiye’de diye televizyonculuktan ayrıldım. Döndüğüm zaman reklam ajansı kuracakken Akbank’a çağardılar ve gittim. Orada yapacağım iş olarak, bilmeden bana halkla ilişkiler tarif edildi. Ondan sonra okuya okuya 1967񮖀 gibi halkla ilişkilere  başladım.
Günümüz gençlerine rekabette ayakta kalabilmeleri için ne tavsiye edersiniz?
Rekabet var, iyi olmak lazım. Ne yaparsan yap, daha iyisini yapacaksın. Daha iyi yazı yazacaksın, daha iyi kalem tutacaksın, daha iyi konuşacaksın. Geniş bir çevren olacak, rahatlıkla konuşabileceksin ve etkileyeceksin.
Peki sizin başarınızın sırrı nedir?
Pozitif bakmak. Pozitif bakmak çok güzel bir şey. Negatif bakmıyorum. Yapamamışız, becerememişiz değil de; bak yapacaksın, göreceksin haftaya daha iyi olacak gibi. Aslında çok öfkelendiğim, çok kırıldığım olaylar var. Tahamülsüz bazı olaylar yaşıyorum; ama her defasında gülümsüyorum. Fakat, benim bazen bir sözümle karşımdakini mahfettiğim anlar var, o da iyi geliyor bana. Yani bir söz söyleyip geçip gidiyorum geçiyorum; yoksa çatlarım. Bazen de söyleyeceksin bir şeyler; ama negatif değil, o çok önemli sağlığa da iyi geliyor.
Trend yaratıcısı Marian Salzman ülkemize geldiğinde, Türkiye’nin halkla ilişkilerinin çok kötü durumda olduğunu söylemişti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Biz kendi haberimizi kendimize veriyoruz. Tabii devlete düşüyor evvela iş. Devletin bunu aktif hale getirmesi gerekiyor. Türkiye’nin halkla ilişkilerini yapmak için önce bir araştırma yapacaksın, durumun gidişatını göreceksin. Hangi ülkede ne durumda olduğunu göreceksin. Tabii ki Arap ülkelerinde iyi; ama bazı ülkeler bizi hiç tanımıyor. İstanbul’un yanındaki ülke mi? diyor, o kadar bilmiyor. Dolayısıyla ona göre bir strateji kuracaksın, planlama yapacaksın. Yapmıyorlar, araştırmayı bile yapmıyorlar.
Size Ahtopot Betül dediklerini duydum. Acaba bu lakap nereden geliyor?
Bu lakap Ferzan Özpetek’ten geliyor bana, çok adam tanırım ya ben. Mesela bana gelip bavulum kayboldu diyorlar. Dur bakayım deyip, hemen birini bulabiliyorum. Onun gibi bir şey. Unutabilirim diye çok iyi bir defterim var. O defterde bazı kodlar var; mesela Ankara diyorum aradığım isim o kodun altında oluyor.
Son olarak bize; daha önce bir lisede liderlik üzerine yaptığınız ve çok beğenilen konuşmanızı anlatır mısınız?
 Okula beni mezuniyet konuşmasını yapmam için çağırdılar. Önceden gittim konuşma yapacağım yeri gördüm. Daha sonra eve geldim, biraz liderlikle ilgili kitaplar okudum. Önce konuşmamda liderlerin vasıflarına yer vermek istedim. Bir bunu ekledim konuşmama. Sonra bir yerde bir şey okudum. Lider önden gidiyor; yaptığı konuşmalarla, olaylarla arkadakileri tetikliyor. Arkadaki kitle de o kadar büyük bir heyecanla geliyor ki, o enerji de lideri tetikliyor.
Böyle bir sinerji halinde gidiyorlar. Lider bazen savaşta çok iyi olabiliyor, bazen de çok iyi bir devlet adamı olabiliyor. Bunları okuyunca benim aklıma Hitler geldi. Hitler biliyorsun bağırıyor çağırıyor, elini uzatıyor; insanları tetikliyor, kıyametleri koparıyor. İnsanlar da çıldırıyor, Musevileri katlediyorlar  felaket bir şey. 
Adam aslında feci bir lider, insanları barıştıracağına, bir yerlere götüreceğine mahfediyor. Atatürk ise hem kumandan hem devlet adamı olarak en başarılı lider.Dolayısıyla konuşmama Hitler ile başladım, diyorum ki “ Lider bir diktatör olur mahfedebilir halkını, insanları.”  Hemen arkasından yavaş yavaş Hitler’in “Heil Hitler” sesi salonda hoparlörden yükselmeye başladı. Sonra da “Bir lider çıkar şanslı bir ülkeye ve o ülkeyi, milleti alır...”derken, tam bu sırada  “Türk Milleti zekidir, Türk Milleti çalışkandır” diye Atatürk’ün sesi ve ardından 10. Yıl Marşı aşağıdan yükselmeye başladı. Bitiremedim konuşmamı. İnsanlar ayağa kalkıp iskemlelerin üstüne çıkmaya başladı. Ben böyle bir şey görmedim, müthiş bir şeydi.
Bize bu röportajda vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkürler.