basin-dan > Ölüm ve hatirlayiş

Marsel RUSSOHolokost`u öğrenme sürecinin önemli bir adımı olan ‘Yaşam Yürüyüşü` bu sene de gerçekleştirilecek. Bu yılki etkinliğe katkıda bulunan Elvir Kebudi ve Lita Russo ile yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

Doç. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN / Sabancı Üniversitesi

12 Nisan günü, her yıl olduğu gibi, Yahudi soykırımı hatırlandı. Dünyanın bir çok yerinde bu soykırımı unutturmamak, tam tersine hatırlatmak için yapılmış anıtlara gidildi. O gün, aslında Almanya’nın yaptırdığı ilk toplama kampı olan Buchenwald’in kurtarıldığı gündü.
Toplama Kampları diye bildiğimiz bu gerçek, insanlığın, ona yüklenmiş yüceltici anlamların yanında ayrıca ne olduğunu da anlatıyor. İnsanın içinde gezdirdiği, yaşattığı kötülük kavramının yeryüzünde belirmiş en korkunç halinin en önemli belgesi toplama kampları. Sadece Nazilerle sınırlı değil. Zulmeden bir varlık olarak, hemcinsini tasarlayarak, önceden kurarak, hesaplayarak öldüren tek varlık olarak insanın toplama kampıyla ve zulmetmeyle ilgili, onun sistemleştirmesiyle ilgili bir uzun geçmişi var. Gene de toplama kampı kavramı daha farklı anlamlar içeriyor. Nazilerin, Sovyetlerden, Stalin dönemi Rusya’sından, onun sistemli biçimde insanları ortadan kaldırma politikasından esinlenerek  kurduğu bu kamplar, bir ırkın, bir inancın yok edilmesine dönük en ‘akılcı’ uygulama. O nedenle de toplama kampı kavramını ‘imha kampı’ kavramından ayırarak ele almak gerekiyor.
Bugün bizim Batı dillerinden alarak ve ‘soykırım’ karşılığını üreterek karşıladığımız ‘Holokost’ sözcüğünün belli bir tarihi var. Bu sözcüğün kaynağını İbranicedeki ‘hurban’ oluşturuyor. ‘Hurban’, o dilde, ‘yakılarak sunulmuş kurban’ anlamına geliyor. Buna ‘şoa’ da deniyor. ‘Hurban’, Batı dillerine geçerken (tarih boyunca olduğu üzere) Grekçe bir sözcükle karşılanıyor. Bu defa Yunancada ‘tümüyle yanmış’ anlamına gelen ‘holokast’ sözcüğü kullanılmaya başlanıyor. Biz de oradan devam ediyoruz.
Neydi, hurban? Bunu tarihsel kökenleriyle açıklamak bu yazının işi değil. Ama şurası muhakkak ki, hurban, yukarıda belirttiğim gibi, insanın kötülük eden yanını, içindeki kötüyü gösteren yeryüzündeki en somut olgu. Arkasında büyük bir akıl var. Onu hazırlayan bir sistem var. Ocak 1933’te Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte başlayan bir tarih bu. Yahudilerin ortadan kaldırılmasının ama ondan önce haklarının ellerinden alınmasının, yasal konumlarını yitirmelerinin tarihi bu. Nihayet 1942 yılında yapılan bir toplantıda alınan bir karar var. Ona göre bu ırk yeryüzünde bütünüyle ortadan kaldırılacaktır. Toplama kampları ondan sonra kurulmaya başlıyor. Treblinka, Auschwitz, Buchenwald ve daha niceleri, zirkon gazıyla öldürülen insanların cesetlerinin yakılarak yok edilmesine dayanıyordu. Auschwitz’de günde 12.000 kişiye varmıştı öldürülen insan sayısı. O arada gıdasızlıktan, ağır çalışma şartlarından ötürü ölenlerin sayısı da cabasıydı. Sonuç olarak 6 milyona yakın Yahudi yok edildi. Toplama kampları belli bir modernite anlayışının, kusursuz insanlık yaratma gibi çarpık bir idealin en uç noktasıydı. Bir başka tarafta da doktorlar, ‘bilim insanları’ Yahudi bedenleri üstünde deneyler yapıyordu, onları kesip biçiyordu. Auschwitz’in kapısına ‘çalışmak özgür kılar’ diye yazılmıştı. Buchenwald’in kapısında ‘herkese kendi payı’ sözcükleri yer alıyordu.
Anlatıldığında insanı ürperten bu gerçeğin benim için daima daha çarpıcı bir yanı var; geride kalanlar. Sadece ölenlerin yakınlarını kastetmiyorum. Onların acıları başka bir şey. Ama bir de yaşananları izleyenler oldu. Asıl meselem onlarla. Onlar, bir ırkın adım adım yok edilişini ‘izlediler’. ‘Taraf Tutmak’ (o eşsiz film) yerine ‘tarafsız’ kalmayı, yani kör olmayı, sağır olmayı, dilsiz olmayı tercih ettiler. Şimdi, Binnie Kirscehbaum’un o derecede etkileyici romanında, ‘Hester Yıkıntılar Arasında’ (Agora Kitapları) anlattığı gibi, bir kuşak bu oluşu bir görmezlik ve unutuş olarak yaşamayı tercih etti. Zamanında görmedi, sonradan da hatırlamak istemedi. Yani, kötülüğe göz yumarak kötü olmayı, kötülük yapmayı göze aldı. Lantmann’ın ‘Şoa’ isimli nehir belgeselinde, Resnais’nin ‘Sis ve Gece’sinde anlattığı olayların başka türlü yaşanmasına olanak var mıydı? Kimse ‘hepimiz her şeye karşı sorumluyuz’ diyen Dostoyevski’nin ahlakçılığını anımsamıyordu.
Gene de bütün o tarihi benim için Jorge semprun’den daha iyi anlatmadı. Bir yeni yetme olarak girdiği Buchenwald’de  20. yüzyılın anıtsal kişiliklerinden birisi olan bu insan bir buçuk yıl kalmıştı. Sonra bir Nisan sabahı özgürlüğüne kavuştu ve bıraktığı yerden komünist etkinliklerini sürdürdü. 1964’e kadar sustu; hiçbir şey anlatmadı. Kamplardan söz edildiğinde ağzını açmadı. Ardından ‘Büyük Yolculuk’ isimli romanını yayınladı ve o kampa götürülüşünü dile getirerek benzersiz anlatıcılığına başladı. Arada geçen yıllarda Buchenwald her gece rüyalarındaydı: kabuslar olarak ve daima krematoryumun tüten bacası, yakılan insanlardan yayılan koku, üstlerine inen kül yağmuru ve bir başka kitabında, ‘Ne Güzel Bir Pazar’ (Everest Yayınları) anlattığı kış günü yağan kar olarak. Nihayet insanlık onurunun en büyük, insanı iliklerine kadar titreten metinlerinden birisi olan ‘Yazmak ya da Yaşamak’da (Can yayınları) ‘bu ölümü anlatmak için kaç ömür yaşamalıyım’ dediği yerden ayrıldı. Aynı yere 1992’de döndü. O gerçekle yüzleşti. Bu yıl Şubat ayında kendisine sorduğumda bir kin, öfke ve nefret duymadığını söylüyordu.
Bu yüceliğe erişmenin galiba bir tek yolu var: unutmamak! Hatırlamak değil, unutmamak. Toplama kamplarının önemi de o artık insanlık için: onları unutmadıkça insanın sefaletini de ihtişamını da anımsayacağız, sonuna kadar.