İşçi Partisi geleceğini ariyor

İsrail Devleti`nin kuruluşunda büyük rol oynayan İşçi Partisi, mimarı olduğu Oslo barış sürecinin çökmesiyle birlikte sandıkta tarihinde görülmemiş yenilgiler aldı. Lübnan ve Gazze`den tek taraflı çekilme politikasının başarısızlığının 2006 yazında kanıtlanmasından sonra İşçi partisi, ülkeyi

Toplum
9 Ocak 2008 Çarşamba
‘İşçi Partisi artık beni temsil etmiyor,  partinin bugün kendini, başka bir deyişle üzerine kurulmuş olduğu ilkeleri dahi temsil ettiğini söylemekte zorlanıyorum.’ Bu yılki Limmud konferansı sırasında kendisiyle söyleşi yapma fırsatı bulduğum Abraham Burg İsrail İşçi Partisi’ni bu ağır sözlerle eleştirdi. İsrail parlamentosu Knesset’in bir dönem başkanlığını da yapmış olan barış kampının önemli liderlerinden Burg’un  25 yıl boyunca  siyasi yaşamını sürdürdüğü İşçi Partisi’nden istifa etmesinin ardında Genel Başkan Amir Peretz’in son dönemde aldığı iki kritik karar yatıyor: Lübnan Savaşı ve aşırı sağcı söylemleriyle ün salan Avigdor Lieberman önderliğindeki Yisrael Beitenu (Evimiz İsrail) Partisi’nin koalisyon hükümetine katılmasının onaylanması.  Bu iki hayati adım İşçi Partisi’nin geleneksel barış yanlısı kabuğunda çatlamaların başladığının göstergesi olmaktan öte 2000 yılında başarısızlıkla sonuçlanan Camp David ve 2001 Taba müzakerelerinden beri İsrail solunun içinde bulunduğu politika üretmekteki yetersizliğin  acı bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Taba görüşmelerinde Yaser Arafat’ın masadan kalkması ve Bill Clinton’un barış görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının vebalini Arafat’ın omuzlarına yüklemesinden beri, İsrail kamuoyu müzakere yoluyla barış çözümüne inanıcını nerdeyse tamamen yitirmiş durumda. Başarısızlıkla sonuçlanan Oslo sürecinin yıkıntıları arasında ezilen İşçi Partisi’nin tabanı ciddi bir erozyona uğradı.

Ülkeyi kuran ideoloji
1930’lu yılların başında kurulan İşçi Partisi ülkenin en büyük işçi sendikasını ve devlet öncesi savunma ordusunu da bizzat kurdu. Bağımsızlığın ilanından sonra Arap ülkelerinden sürülen yüzbinlerce Yahudi, genç devlete göç etmeye başladı. Ülkeyi kuran sosyalist öncülerin çocukları Avrupalılığın verdiği eğitimsel avantajlarla ülkenin gelişen ekonomik elitini oluşturmaya başladılar. İkinci sınıf davranışa maruz kaldığını hisseden doğu kökenli Mizrahi Yahudiler için İşçi Partisi Aşkenaz elitlerin sembolüydü. Bu siyasi boşluğu iyi gören - kendisi de bir Polonya göçmeni olan - Menahem Begin önderliğindeki Likud Partisi, Mizrahi Yahudilerin oylarını toplayarak 1977 yılında ülke kurulduğundan beri ilk defa İşçi Partisi’ni devirerek iktidara geldi. İşçi Partisi son yıllarda kuzey Tel Aviv’li Aşkenaz elitlerin partisi imajını yıkmak amacıyla saflarına birçok Mizrahi politikacı kattı. Bu açıdan bakıldığında İsrail Sendikası eski Başkanı Fas göçmeni Amir Peretz’in İşçi Partisi’nin başına geçmesi gerek siyasi gerekse sosyolojik bir dönüm noktasıdır.

Barış vizyonu soldan, uygulama sağdan
Genel anlamda İsrail Devleti’nin siyasi geçmişine bakıldığında barış anlaşmalarının vizyonu sol partiler tarafından konulmuş, ancak adımlar çoğunlukta sağ hükümetler tarafından atılmıştır. 1974 yılında Yom Kippur Savaşı sonrasında Mısır ile doğrudan barış görüşmeleri yapılması fikrini Başbakan Yitzhak Rabin önderliğinde dönemin İşçi Partisi hükümeti İsrail kamuoyuna kabul ettirmişti. Mısır ve İsrail arasında yapılacak görüşmeler için altyapı çalışmalarını üç yıl yürüten Rabin hükümeti, 1977 seçimlerinde yerini Likud’a kaptırarak ülkenin kuruluşundan beri ilk defa muhalefet sandalyesine oturunca, Mısır’la barış antlaşmasını Menahem Begin hükümeti imzalamıştı. 1973 Arap – İsrail savaşının çarpışan taraflar açısından da ortaya çıkardığı iki net sonuç oldu: Arap devletleri İsrail’in en başından beri savundukları gibi savaşla ‘denize dökülemeyeceğini’ idrak ettiler.  İsrail ise askeri üstünlüğün süreki sukuneti sağlayamayacağını, kalıcı bir barış için 1967 savaşında ele geçirilen toprakların geri verilmesi gerektiğini anladı. Oslo Anlaşması’nın da en acı haplarını İsrail halkına sağ tabanlı hükümetler yutturdu. 1993 yılında Oslo Antlaşması’na imza atan ikinci Rabin hükümetinin taahhüt ettiği El-Halil gibi kutsal öneme sahip birçok Filistin şehrinden çekilmeyi, üç yıl sonra Şimon Peres’i seçimlerde yenerek başa geçen Binyamin Netanyahu hükümeti gerçekleştirdi.

Lübnan Savaşı tek taraflılık anlayışını yıktı
İsrail toplumunun hafızasına ikinci Lübnan savaşı olarak kazınan geçtiğimiz yaz yaşanan İsrail – Hizbullah ve perde arkasında ABD – İran savaşı, İsrail toplumu açısından, Türkiye’deki yaygın kanının aksine İsrail’in saldırılarıyla değil Hizbullah’ın sekiz İsrail askerini öldürmesi ve iki askeri de kaçırmasıyla başladı. İsrail, 2000 yılının Mayıs ayında Birleşmiş Milletler’in 425 sayılı kararı doğrultusunda çekilmiş olduğu Güney Lübnan’dan kendisine yöneltilen bu saldırıyı doğrudan varlığına tehdit olarak algıladı. Hergün yüzlerce roketin çeşitli İsrail şehirlerine düşerek hayatı felç etmesi, yüzbinlerce İsraillinin haftalarca sığınaklarda hapsolması ve onbinlercesinin de ülkenin güneyine göç etmek zorunda kalması kamuoyunda büyük tepkiye neden oldu. Savaşın ilk haftasında yüzde doksanlara varan kamuoyu desteği birkaç gün içerisinde roket hızıyla yüzde ellinin altına düştü. Ateşkes için kaçırılan iki askerin serbest bırakılması ve Hizbullah’ın BM’nin 1559 sayılı kararı uyarınca silahsızlandırılmasını talep eden İsrail hükümeti 160’ın üzerinde  askeri ve sivil kayıp verdikten sonra kendine koyduğu hedeflerinden hiçbirine ulaşamadan kamuoyu baskısıyla BM’nin ateşkes kararına uydu. Her ne kadar İsrail’li politikacılar 1701 no’lu BM kararı doğrultusunda Güney Lübnan’a uluslar arası güç konuşlanmasını İsrail için stratejik bir kazanım olarak değerlendirseler de, İsrail halkı kazanılamayacağı önceden belli olan bu savaşa neden girildiği ile ilgili tatmin edici bir yanıt henüz alamadı.
Gerçek o ki  İsrail’in BM gözetiminde Lübnan’dan çekilmesinden birkaç ay sonra, Ekim 2000’de Hizbullah İsrail sınırını ihlal ederek dört askeri mühendisi öldürmüştü. Bu olaydan bir hafta sonra da  İsrailli işadamı Elhanan Tannenbaum’u Dubai’de kaçırmıştı. Dönemin Başbakanı Ehud Barak ve halefi Ariel Şaron bu eylemlerin sonucunda Lübnan’a saldırmamış, kaçırılan işadamının salıverilmesi ve öldürülen askerlerin cesetlerinin iadesi karşılığında İsrail hapisanelerinde yatan 435 mahkumu serbest bırakmıştı.
Savunma Bakanlığını yürüten İşçi Partisi liderinin savaş kararını bu kadar hızlı vermesi kendisinin gelecekte muhtemel başbakanlık umutlarının da tek hamlede buharlaşmasına neden oldu. İşte bu hayati yanlışların siyasi faturasının kesilmesini ötelemeyi hedefleyen Peretz, İşçi Partisi’nin geleneksel kimliğine uymayan ikinci bir adım daha atarak açıkça Arapların transferinden söz eden Evimiz İsrail partisiyle aynı koalisyon masasında oturmayı kabul etti.
Ürdün nehri ile Akdeniz arasında yaşayan üvey kardeşlerin etnik olarak birbirinden ayrılması gerektiğini savunan Avigdor Lieberman liderliğindeki Yisrael Beitenu, İsrail ve Batı Şeria arasındaki sınırın nüfus dağılımına göre yeniden belirlenmesini partinin temel politikası olarak belirlemiş durumda. Önerisini geliştirmek için Kıbrıs ‘modeli’ni öne süren Lieberman,  nüfusların birbirinden ayrılmasının kalıcı sukuneti sağlayacağını savunuyor.
Olmert ile Lieberman arasında yapılan koalisyon görüşmeleri sırasında İşçi Partisi Lideri ve Savunma Bakanı Amir Peretz, partisinin Liberman’ın hükümete katılmasına karşı çıkacağını açıklamıştı. Ancak  İşçi Partisi üyelerinden yapılan koalisyondan çekilme çağrılarının artmasından sonra Peretz, koalisyondan ayrılmanın 2007 Mayıs’ında yapılacak parti kurultayında kendisinin yeniden seçilme şansını düşüreceği için karar değiştirerek hükümette kaldı. İkinci Lübnan Savaşı sırasında savunma bakanı olarak ordunun etkisi altında kaldığı ve süreci iyi yönetemediği şeklinde eleştirilere maruz kalan Amir Peretz’in parti içindeki en büyük iki rakibi Şin-Bet eski Başkanı Ami Ayalon ve eski Başbakan Ehud Barak. İşçi Partisi içinde yapılan kamuoyu yoklamaları asker kökenli bu adayların olası bir seçimde Peretz’i koltuğundan edebileceğini gösteriyor. 

İsrail Kralını arıyor
Tüm bu siyasi zigzagların ortasında İsrail’in sol tabanı, politikacılardan arınmış bir şekilde barış iradesini 4 Kasım akşamı yapılan Yizthak Rabin’in suikaste kurban gitmesinin onbirinci anma yıldönümünde ortaya koydu. Tam 11 yıl önce Kasım ayında Tel Aviv belediye binasının önündeki mütevazi meydanda ‘Ben her zaman ülkemiz halkının çoğunluğunun barışı istediğine ve barışı elde etmek için risk almaya hazır olduğuna inandım. Siz burada bulunarak bu ülkenin barış ve huzurlu bir gelecek istediğini ve şiddete hayır dediğini kanıtladınız’  diyen Rabin konuşmasından sonra arabasına yürürken korumaların arasına karışan aşırı sağcı bir İsrailli tarafından öldürüldü. Oslo’nun ölüm fermanı da aslında o gün imzalanmıştı.
İlk kez hiçbir politikacının organizasyon komitesi tarafından konuşmacı olarak davet edilmediği anma törenine bu yıl yüzbinin üzerinde kişi katıldı. Genel anlamda İsrail toplumu Ortadoğu’da artan güvensizlik ortamı ile sağa kaysa da, ülkenin uzun dönemde varlığını ve güvenliğini ancak kapsamlı bir barış sürecinin sağlayabileceğinin farkında olan bu geniş kalabalık, ülkeyi yönetenleri acilen Filistinlilerle masaya oturmaya  çağırdı. Törenin başkonuşmacısı, oğlunu ikinci Lübnan savaşında kaybeden yazar David Grossman, hükümeti eleştiren konuşmasında ‘Son yaşadığımız savaşın ortaya çıkardığı en önemli gerçeklerden biri bugün İsrail’in bir kralı olmadığıdır. Askeri ve siyasi liderliğin içi boş. Savaş sırasında ortaya çıkan yolsuzluklar, sivil savunma kuvvetlerinin hazırlıksız yakalanması gibi önemli konulardan bahsetmiyorum liderliğin içi boş derken. Malesef bugün ülkemizi yönetenler İsraillileri ülke kimliğine bağlayamıyorlar’  diyerek ancak cesur adımlar atan güçlü devlet adamlarının barışı mümkün kılabileceğini hatırlattı. 
Bugün Ortadoğu’da İsrail’in güvenliğini ve varlığını gerek söylem gerekse attığı adımlarla tehdit eden en büyük güç İran. İsrail’i yok etme niyetini açıkça ortaya koyan Pers devleti yakında sözlerini nükleer silahlarla da destekleyecek. Hizbullah karşısında başarısız olan Ehud Olmert’in İran tehdidine nasıl karşı koyacağı büyük merak konusu. Olmert eğer İran tehlikesini bertaraf etmek istiyorsa bölgedeki sunni ülkelere yönelmekten başka çaresi yok. Bu açıdan bakıldığında Lübnan savaşının hemen başlangıcında, Suudi Arabistan’ın resmen Hizbullah’ı kınamış olması büyük önem taşıyor. Ancak siyasetçilerle sokaktaki insanın istekleri her zaman birbirini tutmuyor. Arap meydanlarında Hasssan Nasrallah’ın tavan yapan popülaritesinin daha da artmasını önlemenin belki de yegane yolu İsrail’in Suudi Barış Planı’nı ciddi bir biçimde tekrar gözden geçirip bu ülkeler ile 1991 yılında Madrid’te gerçekleştirilenin benzeri bir uluslar arası konferansa olumlu yaklaşması. Peretz kasım ayında Suudi Barış Planı’nın ciddi bir biçimde değerlendirilmesi gerektiğini defalarca söyledi. Ancak Peretz’in İsrail halkının gözünde çok fazla bir inandırıcılığı kalmadı. Bu nedenle İşçi Partisi barış için cesaretli adımlar atmak istiyorsa kendine güçlü bir lider seçmesi gerekecek. Bugün İsrail’in barışçı bir krala her zamankinden çok ihtiyacı var.

Bu yazının tamamı aylık Birikim dergisinin
Aralık 2006 sayısında yayınlanmıştır: www.birikimdergisi.com