Tarihten bir sayfa

Bu haftaki sayımızda Bilgi Üniversitesi Sahne Tasarım öğrencisi Sami Mert Eğilmezer`in bizlere ilettiği yazıyı yayınlıyoruz. Eğilmezer, Galata semti, İtalyan Musevi Sinagogu ve Neve Şalom Sinagogu`nda gerçekleştirdiği gezisinden izlenim, duygu ve düşüncelerini paylaşıyor

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Karaköy iskelesi... Sabahın erken saatlerinde, güneş tepeye doğru yükselirken, insanlar da panik içinde işlerine koşuyor. O kadar tarihi ve güzel bir semt ki, insan yürüdükçe bir başka sokağı daha keşfetmek istiyor. Köprünün altınan geçiyorum ve gözüme çarşıda satış yapan insanlar ilişiyor. Ne olursa olsun renkli ve hareketli bir dünya. Bir an kendime kızıyorum, acaba yaşadığım şehri neden daha önce merak etmemişim, diye. İnsanlar dükkânlarının önlerini temizliyor, kasaplar başına toplanan kedilere yemek artıklarını atıyorlar, börekçilerde ise inanılmaz bir kalabalık. Çarşı’yı geçtikten sonra, başımı kaldırdığımda muhteşem bir manzara dikkatimi çekiyor. Bu manzara ne bir deniz manzarası ne de yemyeşil bir vadi. Eski binaların arasından sessizce Galata’ya çıkan taşlı yol ve en tepede gözüken Galata Kulesi... Hemen biraz daha çaprazında bulunan ve eski sinagog olan hastane. İyice merak ediyorum yolları ve hemen merdivenlerden çıkmaya başlıyorum. Demir ve tahta sesleri içinde ilerliyorum. Birçok eski binada tadilat var. Bir anda farklı bir lisan duyuyorum. Sanırım Uzakdoğu dillerinden... Turistler ellerine almış fotoğraf makinelerini, neredeyse çevredeki her ayrıntıyı çekiyorlar. Bir anda sağ tarafımda renkli bir bina gözüme çarpıyor ve baktığımda İtalyan (Kal de los Frankos) Havrası’nı görüyorum O kadar ihtişamlı duruyor ki, o semtin yokuşuna fırçayla boya atılmış gibi sanki. Bahçe kapısından içeri doğru giriyorum. Taptaze boya kokusu geliyor burnuma, işçiler bu güzel havrayı daha da çok süslüyorlar. İçeri girerken, merdivenler ve kapı girişindeki mobilyalar dikkatimi çekiyor; çünkü o mobilyaların İtalyan, Avusturya ve Sefarad Musevileri tarafından yaptırıldığını biliyorum ve gözümde değerleri bir kere daha artıyor. Sanki tarihten bir yaprak gibi...
Kısa bir süre sonra girişteki İbranice yazılar dikkatimi çekiyor. Camdan içeri usulcacık bakıyorum. Beyaz saçlı, orta yaşlarını bir hayli geçmiş bir bayan en ön sıradaki sandalyede oturuyor ve ibâdet ediyor. Her yer ışıl ışıl, tepelerde mumlar yanıyor... Tabii ki müthiş görüntüye vitraylı camların arasından süzülen güneş ışığı yardım ediyor. Bu şirin havraya yakamoz parlaklığı veriyor. İçerideki bir bayan bana üst kattaki yeni oluşturmaya çalıştıkları müzeyi gösterebileceğini belirtiyor. Violette Hanım ile birlikte yan taraftaki merdivenlerden üst kata doğru çıkıyoruz. Yepyeni camlarla kaplanmış bir odaya doğru yöneliyoruz ve içeride dağınık hâlde duran kitapları görüyorum. Ladino (İspanyol İbranicesi) ve İbranice dilinde yazılmış din kitapları... Cam dolaplara konulmuş 1920 yapımı daktilolar gözümü alıyor. Kimbilir ne kadar önemli kayıtlar tutmuştu bu aletler, diye düşünmeden duramıyorum... Bu arada, duvardaki Kuva-i Milliye resimleri dikkatimi çekiyor. Henüz yarım kalmış bir tarih parçası olan bu güzel havraya veda etmeden önce, teras katına doğru yöneliyorum ve o cam vitraylara bakmaktan kendimi alamıyorum. Gün ışığı buraya yüzyıllar öncesinden doğmuş bile, işte bunu anlıyorum bu kutsal mekânda...
Her tarafı çelik kapılarla kaplı bu havradan ayrılırken, çevredeki insanlara dikkat ediyorum. Karaköy insanlarının gözlerindeki dostluk ve sevgi bakışlarını anlayabiliyorum. Violette Hanım’a gösterilen sevgi bana da gösteriliyor. Her dinden birer parça taşıyan, her toplumdan insanı ve o insanların geleneklerini, Karaköy’de yaşayanların ortak tarihini, üç büyük dinin kutsallığını barış ve huzur çerçevesinde içinde barındıran Karaköy semtinin başka bir sokağına giriyorum birden… Senpiyer Hanı (Saint Pierre)’nın önünden geçiyorum ve bir anda çocuk çığlıkları, haykırışları kulağımı yırtıyor.
Sanki Paris’te binaların arasından yürüyor gibi hissediyorum; çünkü oradaki kraliyet binalarını andıran eski binalar karşıma çıkıyor. Hemen kapısını arıyor gözlerim, hangi okul olduğunu merak ediyorum. Meğerse, Avusturya Lisesi’nin önündeyim.. Başımı hangi köşeye çevirsem bir kamera görüyorum. Bu kadar güvensiz olan ne acaba?.. Eski pencerelere baktığımda, sınıflardan dışarı taşmak için can atan öğrencileri görüyorum..
Biraz daha yukarı çıkıyorum ve sokaklar iyice daralıyor... Birden kulağıma bir akordyon sesi geliyor. “Por una Cabeza” ile sokaklar inliyor. Çok şaşırıyorum bu tangoyu bir tek akordyondan duymak mümkün değil... Hem de sokakta bu müziklerle para kazanmaya çalışan fakir bir çocuk. Evet gerçekten beni şaşırtıyor ve takdir ediyorum... Hüzünleniyorum birden, aklıma dedem geliyor. Her zaman bu müzikleri dinlerdi, bir anda o hayattayken bana gençliğini anlatmak istediği; ancak benim “sonra anlatırsın dede” diye geçiştirdiğim anlara lanet ediyorum ve içim eziliyor... Bir anda köşede bir dönemeç görüyorum... Meydanda beni Galata Kulesi karşılıyor. İstanbul’un dev bir kilit taşı gibi duruyor göbekte. Gözlerim Galata Kulesi’nin yedinci katına dikiliyor, havada aynı anda müthiş bir seremoni sergileyen kuşlar aklıma birçok düşünce sokuyor. Sanki gökyüzünde uçan bir sürü Hazarfenler... İnsanoğluna uçmayı öğreten Ahmet Çelebi’nin uçuşu bir film karesi gibi gözümün önünden geçiyor. Yaşayan bir tarih parçasının içindeyim.
Yine dar bir sokaktan devam ediyorum ve köşede emektar bir köfteci görüyorum. Oldukça yaşlı ve gülen gözlerle bir yeri arayıp aramadığımı merak ediyor. Söylüyorum “Bu semtte ne yok ki!”... Neden hiç merak etmemiştim daha önce? Karşımda koskocaman bir duvar duruyor. Önünde yine sıkı bir güvenlik sistemi. Evet, esas gelmek istediğim noktadayım artık.. Tarih beni öyle sürüklemiş ve tokat atmıştı ki, gelmek istediğim yeri bile unutmaya başlamıştım neredeyse…
Tüm görkemiyle, ihtişamıyla bir sinagog, beni kapısında karşılıyor… Neve Şalom. Kapısındaki güvenlik yorgun gözlerle beni inceliyor ve bir iki dakika beklemeden sonra içeri giriyorum. Beni Mordo Bey karşılıyor.. Dışarıdan küçücük görünen bu mekânın içi âdeta bir saray olarak tanımlanabilir. Daha önce hiç bir yerde göremeyeceğiniz, paha biçilmez mobilyalar ve döşemelerle kaplı bir koridordan esas salona geçmek üzereyim. Mordo Bey’in insanseverliği beni hemen etkiliyor. Siz bilseniz de bilmeseniz de sizinle hemen bir bilgi alışverişi yapmak istiyor. Heryeri halılarla kaplı bir merdivenden çıktıktan sonra, loş bir ışık gözümü alıyor birden. İbadethane’ye giriyorum. Görüntü inanılmaz, tüylerim yine diken diken oluyor.
Her duvar köşesinde Menora (7 kollu) ve Hanuka (9 kollu) şamdanlarını görüyorum. Uçlarında yağ filtlereleri ve yanabildiği kadar yanan kutsal kandil ışıkları... Sanki yüzyıllık bir saraydayım... İstanbul’un en büyük havrası... Üstümdeki camların ortalarındaki Magen David (David Yıldızı) simgesi, güneş ışıklarıyla birlikte içeri giriyor. Sanki bir serap görüntüsü gibi, bu binlerce yıllık kutsal işareti havada görüyorum... Işıkların vitraylarla olan dansı… İkinci katına çıkıyorum. Bu merdivenleri aşmaya çalışırken bir anda bir ibadethane daha görüyorum. İç içe geçmiş mabetler. Bu ibadethane ise oranın ilk yapıldığındaki durumu. Dikkatimi çeken dev bir pano görüyorum. Onlarca isim yazılı dev bir hayat listesi... Bir anda şu yazı gözüme ilişiyor; “6 Eylül 1986 Cumartesi günü saat 09.17’de meydana gelen insanlık dışı saldırıda aşağıda isimleri yazılı dindaşlarımız Şabat duası esnasında bu sinagogda katledilmişlerdir.” Moizler, Leviler, Davidler, Ereskenaziler... Çok duygulanıyorum; çünkü yazı daha bitmeden alttaki başka bir başlıkta ise, “15 Kasım 2003’te ölen dindaşlarımız, koruma görevlilerimiz ve komşularımız anısına” yazan pano ve isim listesiyle karşılaşıyorum... 17 yıl sonra aynı saatte ve aynı yerde yine insanlık dışı vahşet...
Hemen sağ tarafta dev bir saat var... Üstünde bir mum yanıyor çünkü saat hala 9’u 17 geçiyor...
Mordo Bey gerçekten hüzünlü… Gözleri doluyor, kendini tutamıyor ve acı içinde bana olay gününü anlatmaya başlıyor. Bu güzelim cam vitrayların nasıl parçalanıp insanların üstüne yağmur gibi yağdığını, içeride tevrat okuyan hahamın nasıl kanlar içinde yerde yattığını, dua etmek isteyen masum insanların üstüne nasıl ateş açıldığını ve hâlâ en ön sıradaki sandalyede duran iki tane mermi izinin oradaki insanı bu hayattan nasıl çekip aldığını benimle paylaşıyor. Bir anlık gözüm camlara bakakalıyor. Magen David simgesinin hemen altında bir delik daha... Evet, o saniyeyi yaşıyorum. Sadece ibadet etmek için geldiğim yerde nasıl yokedildiğimi düşünüyorum ve insanoğlundan utanıyorum. Ön sıralara doğru yürüyorum ve mermi izlerinin hâlâ ibret olsun diye bırakıldığı sandalyeye oturuyorum. Maneviyat olarak yaşadığım bu çöküntüden sıyrılmaya çalışıyorum aslında. İbadet saatlerinde takılan örtülerden giyiyorum ve kippa takıyorum. Bu örtülerdeki her bir dikişli noktanın aslında sayısal değerlerde Tanrı’nın adını ifade ettiğini öğreniyorum. Ne kadar çok bilmediğim şey varmış...
Ardından, Mordo Bey ile ahşap koridorlardan, geçerek, Musevi evlerinde bulunan eşyaların yer aldığı Ehal dolaplarının olduğu bölmeye geçiyoruz. Bir anda duvardaki 3 tane dev çerçeve dikkatimi çekiyor; çünkü çerçevedeki yazıların hemen üstünde Osmanlı padişahlarının turaları duruyor... Ne olduğunu merak ediyorum. Daha sonra onların Musevi Cemaati’ne verilen izin kağıtları olduğunu öğreniyorum. Sanki, 700 yıllık bir beraberliğin ve ortak yaşamın izlerini görüyorum ve huzur buluyorum. Ehal dolaplarına baktığımda ise, yüzyıllık antika eşyalar görüyorum; şarap kadehleri, mezuzalar, menoralar, gümüş tepsiler, megila duaları... Biraz başımı kaldırdığımda ise buraya uğrayan ünlü isimlerin resimlerini görüyorum. Necdet Sezer, Bill Clinton ve İsrail Bakanları Türk Musevileri Lideri İsak Haleva ile el sıkışıyor... İki kişilik bir sandalye gözüme takılıyor. Sünnet törenlerinde bir tarafına bebeklerin oturtulduğu, diğer tarafının ise boş bırakıldığı sandalye, boş bırakılan sağ tarafta ise melek oturuyor... Zaten bebeklerin melek olarak doğduğunu hatırlıyorum. Umarım o melekler hayat boyu yanlarından ayrılmaz...
Bir diğer, Türk Musevileri dini lideri Rafael Saban’ın “Sadece dua edilen bir yer değil, zengin ila fakirin, cahil ila bilgenin, eşitlik ve kardeşlik ortamında toplanacakları bir mekan olması” dileklerinde bulunduğu Neve Şalom Havrası’nın, şimdi de tüllerle kaplı merdiven koridorlarından aşağıya doğru iniyorum. Tekrar çerçeveler dikkatimi çekiyor. Koskocaman çerçeveli ve mühürlü, kâğıt parçaları... Sanki tarihi belge veya Tanzimat döneminden kalma ferman parçalarını anımsatıyor.Biraz dikkat ettiğimde ise, bunların evlilik belgeleri olduğunu anlıyorum. Bir anda düğün töreni gözümün önüne geliyor. Herkes şık ve en güzel takılarını takıyor. Kürsüde gelin ve damat, başlarına konan örtünün arasından mutlu gözlerle ailesini izliyor. Sevgi ve şefkat bağının en güzel şekilde kurulduğu bu töreni anımsıyorum. Yavaş yavaş hüzünleniyorum; artık ayrılma zamanı... Anı olarak kippa alıyorum ve bana gösterdikleri sonsuz ilgi ve sevgi için kendilerine çok teşekkür ediyorum. Mordo Bey ise, gideceğimden dolayı çok üzülüyor ve beni her zaman beklediğini söylüyor. Gerçekten çok seviniyorum ve vedalaşıyoruz... Gösterdiğim sonsuz saygının ve sevginin karşılığını bu şekilde almaktan dolayı kendimi çok mutlu hissediyorum. Daha önce çok görmek istediğim; ancak bunun için hiç fırsat bulamadğım, İstanbul’un en görkemli ve en büyük havrasına veda etmenin üzüntüsünü yaşıyorum... Dışarı çıktıktan sonra, tekrar daracık ve şirin Karaköy sokaklarına adım atıyorum. Dönüp son kez arkama baktığımda ise, dışarıdan çok küçük gözüken bu havranın aslında içinde sakladığı kocaman, renkli bir saray olduğunu düşünüyorum ve camlarına baktığımda gözümün önüne Hitler Almanyası’ndan bir sahne geliyor, film şeridi gibi... O camlardan dışarı doğru süzülen dumanlar, insan kokuları, çığlıklar, ahır yapılan sinagoglar... Bunlar aklıma gelince şunu birkez daha anlıyorum ki, bunca şeylere rağmen burası gerçekten çok kutsal bir yer ve öyle de kalmalı...

Not: Neve Şalom Havrası’na girmeme ve içeride fotoğraf çekmeme izin veren Türk Musevileri liderlerinden sayın Bensiyon Pinto’ya sonsuz sevgilerimi ve saygılarımı sunarım.

perspektif@salom.com.tr