Bugünün ve yarinin dünyasi için

Mario LEVİDavid OJALVOStefan Zweig, “Dünün Dünyası” adlı otobiyografisini kaleme aldığında, anlattıklarıyla bir gerçek kırıntısını bile sonraki kuşağa aktarabilirse, boşuna yaşamış sayılmayacağına inandı. Zweig`in otobiyografisi bizlere bir dönemin Avrupası`ndan kesitler sunuyor, iki büyük dünya savaş&

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

20. yüzyıl Avrupa edebiyat tarihi inceleyecek olsaydık eğer, kuşkusuz Stefan Zweig (1881–1942) üzerinde durulması gereken isimlerin en başlarında gelirdi. Stefan Zweig sadece bir yazar değil; aynı zamanda “Sanayî Devrimi” sonrası değişen dünyanın yakın tanıklarından biridir. İyi ve belki de daha çok kötü yönleriyle değişen dünyayı, bu değişen dünyaya ayak uydurmaya çalışan yaşamının hikâyesini Zweig, “Bir Avrupalının Anıları – Dünün Dünyası (Die Welt von Gestern)” (Can Yayınları) adlı otobiyografisinde kaleme almıştır. Zweig, satırlarında yaşadığı dönemin özelliklerini çok iyi bir biçimde anlatmakla kalmamış, ayrıca hayat hikâyesini paylaşırken, her ne kadar karamsar bir tutumda olsa da, gelecek nesillere daha “yaşanılabilir” bir dünya bırakabilmek adına katkıda bulunmak istemiştir. Bu temennisini ise biyografisinin sunuş kısmındaki şu cümlelerle dile getiriyor: “Anlattıklarımızla bir gerçek kırıntısını bile bizden sonraki kuşağa ulaştırabilirsek, yine de boşuna yaşamış sayılmayız.”
Stefan Zweig’in yaşadığı zaman dilimi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun parçalanmadan önceki son dönemi, I ve II. Dünya Savaşları tarihini kapsıyor. Bugün, o zamanları tarih kitaplarından, belgesellerden fazlasıyla takip etme şansına sahibiz; buna karşılık bu “genel tarih” bilgilerinin arkasında birçoğumuzun keşfetmesi gerektiğine inandığımız saklı bir tarih, saklı bir dünya yatıyor. İşte Stefan Zweig, böylesi bir dünyada doğmuş, kendisini geliştirmeyi başarmış, edebiyat ürünleri vermiş ve de yine bu bağlı olduğu dünyanın çökmeye başlaması ile birlikte 1942 senesinde intihar etmişti. Zweig’in Avrupa’sı birçok açıdan oldukça özel, farklı ve bugünkü çağdaş yaşamın birçok yönünü barındıran birtakım temellere sahiptir. Öyle ki bir Viyana şehrinin kalbi sanat adına atmakta, gençler edebiyat ve şiire tutkun, Avrupa başkentleri güçlü bir ilerleyiş yolunda ve toplum büyük oranda kendisiyle barış içindedir. Henüz antisemitizm Avrupa’da yükselişe geçmemiş, Yahudi toplumları özgürce yaşayabilmekte, mensup oldukları toplumla bir bütünlük içinde varlığını sürdürebilmekte, hattâ başta sanat olmak üzere topluma fazlasıyla katma bir değerde bulunabilmektedir. I. Dünya Savaşı ile bir çöküş gelecektir Avrupa’ya, edebiyat paydasında buluşan kalemler farklı idealler için, savaşı desteklemek adına yazacaktır yazılarını… Nitekim Zweig tüm bu süreç içinde kendi kalemini ve sağduyusunu koruyabilmiş sınırlı sayıdaki yazarlardan biri olacaktır. Her şeye karşılık nice kayıplar ve nice yıkıntılar, Zweig’i bambaşka bir dünyaya; dünün anıları ve savaşın sisleriyle örülü umutsuz bir yarına doğru götürecektir. Elbette, bir çöküş ve umutsuzluk zamanlarından önce kitaplar yazılacak, ülkeler görülecek, dostluklar kurulacak ve aydınlığıyla onun ruh dünyasını saracak güzel günler yaşanacaktı.
Yaşananlara böyle bir yerden baktığımızda, onun, hem çok talihli, hem de çok talihsiz bir yazar olarak edebiyat tarihindeki yerini aldığını görürüz. Hayat ona çok kötü bir oyun oynamış gibidir… Varlıklı bir ailede geçirilen, anlatılanlara bakılacak olursa, sorunsuz bir çocukluk, iyi bir eğitim ve iyi bir eğitim için gereken her şey, yaşananlara umutla bakmayı gerektirebilecek bir kültür iklimi ve günün birinde gelen, birçok yazarın başını döndürebilecek kadar büyük bir şöhret… Birileri buna bir masal bile diyebilirdi…
Ya sonra?.. İşte sonra, günün birinde gelen yıkım, insana kaderin zaman zaman ne kadar acımasız olabileceğini fazlasıyla gösteriyor… Onun yürekten bağlı olduğu Avrupa uygarlığını terk etmek zorunda kaldığı yıllar, ölümün zaten kapıyı çaldığı yıllardır. Bir hayalin yıkılmasıdır aynı zamanda bu terk ediş. Hem de bir hayat süresince bağlı kalınan bir hayalin. Bir hayat bu hayal üzerine kurulmuştur. Farklı inanışların, tarihlerin, ulusların bir arada yaşayabileceği, birbirine hayat verebileceği bir Avrupa… Zweig bu yıkımın ardından, umudunu bütünüyle yitirmiş bir şekilde, doğduğu ve kendisini var eden toprakları çok uzaklardan hatırlamak zorunda kalır “Dünün Dünyası”yla kelimenin tam anlamıyla ölümcül bir hesaplaşmaya girerken… Onun tüm umudunu yitirmesine, yeni bir akşam kızıllığını yeniden görebilmek için bekleme sabrını gösterememesine yol açan nedir?.. Bunun gerçek yanıtı belki de hiçbir zaman verilemeyecek. Yazarların bir insandan çok daha yaralı ve hassas insanlar olduklarını, yaşadıkları felaketler karşısında çok daha korunmasız ve kırılgan olabileceklerini düşünmek en iyisi…
Tüm bunlar bir yana, sadece bir otobiyografi olarak okunduğunda bile, “Dünün Dünyası”, bunu açıklamam çok zor ama, bana tuhaf bir yaşama sevinci vermiş, her okuyuşumda bana yaşadıklarımın hakkını daha çok vermem gerektiği konusunda acımasız bir uyarıda bulunmuştur. Kitabın verdiği bu hazzın da acımasızlıkla bir ilgisi olmalı. Ama bu acımasızlık kimin acımasızlığı buna pek karar veremiyorum işte. Bildiğim, Dünya Edebiyatının en güzel ve dokunaklı otobiyografilerinden biri olduğu.  Hayatın nasıl yaşanabileceğini gösteren örneklerden biriyle karşı karşıyayız. Bir de kitapların, gerçek kitapların, Anka kuşları gibi, küllerinden nasıl yeniden doğabileceğini… Zweig oncasına çok sevilen kitaplarının yakılmasına da dayanamamıştı… Hitler çılgınlığının İskenderiye Kütüphanesini yakan Moğol çılgınlığından pek bir farkı yoktu. Ama Avrupa’nın barbarları ince bir ayrıntıyı göz ardı etmişlerdi. O yakılan kitapların tamamı birilerinin hayatına çoktan girmişti artık. Hem de hiçbir yangının yok edemeyeceği bir biçimde. Üstelik bu bilgi bir miras olarak devredilecekti…  “Dünün Dünyası”nı biraz da bu gözlerle okumak gerekiyor…

perspektif@salom.com.tr