Marsel RUSSOTürkiye kamuoyunun Lübnan`a asker gönderme konusunu tartıştığı şu günlerde, bu ülkenin günümüze nasıl geldiğini ve şu anda yaşamakta olduğu sıkıntıların kaynağını irdelemek ve kaldığımız yerden devam etmek, Lübnan gerçeğini anlamak adına önemli...
İsrailin 1982de giriştiği, ülkenin kuzey bölgesini güven altına almaya ve Filistin Kurtuluş Örgütünün (F.K.Ö) Lübnandaki etkinliğini kırmaya yönelik askeri harekatı sonunda başlayan dönem, geriye bakıldığında çok bilinmeyenli bir denklem hâlini alır.
1989 yılında Arap Birliği tarafından desteklenerek kabûl edilen Taif Anlaşması, yıllardır devam eden iç savaşı sonlandırır; ancak Suriyenin Lübnandaki siyasi ve ekonomik varlığı bundan sonra da devam eder. Aslında Taif Anlaşması, ülkenin anayasal ve demokratik bir çerçevede yönetilmesi açısından bir fırsattır. Dönemin başbakanı General Michel Aoun, anlaşma sonrasında ülkedeki tüm yabancı kuvvetlerin, yani Suriye ve İsrailin birliklerini özgür bir ülke olan Lübnandan çekmesi gerektiğini, sürmekte olan durumun bir işgal niteliği taşıdığını savunur. Çekilmeden sonra kabûl edilecek anayasa çerçevesinde demokratik seçimler yapılacak ve işbaşına geçecek siyasi erk Lübnanın yeniden yapılandırılmasını gerçekleştirecektir.
Bu amaçlar Şam yönetiminin duymak istediği cinsten değildir. Nitekim, Aoun Suriyenin ülkesindeki nüfuzunun altında kalır ve Parise gitmek zorunda bırakılır. 1990lı yıllar bu anlamda Suriyenin gölgesi altında geçer. Gerçi Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyinin 1982 yılında kabûl ettiği 520 sayılı karar çerçevesinde FKÖ bu topraklardan gönderilmiştir; ancak Suriyenin etkisi devam etmektedir
Ve Suriye destekli Hizbullah örgütü de Lübnanın güneyinde Şii toplumun çoğunlukta yaşadığı bölgede etkisini arttırmaktadır.
Hizbullah örgütlenmeye başladığı yıllarda karşısında sol görüşlü bir grup olan Emel hareketini bulur. Emel hareketi, Lübnanda ekonomik anlamda geri kalmış Şii nüfusun sözcülüğünü yapmaktadır. Kendisi gibi sol eğilimli olmakla beraber, doku uyuşmazlığına girdiği Filistin Kurtuluş Örgütü ile 1970li yıllarda çatışmaya girer. Emel Örgütü, Lübnanın güneyini adeta parsellemiş FKÖ gerillalarının, burayı uluslararası bir terör yatağı haline getirmelerini engelleyeceği ve bu duruma son vereceği için İsrailin FKÖye karşı başlattığı 1982 harekatını sevinçle karşılar
Ancak harekatın sonucu Şii toplumun dertlerine çare olmaz. Gerçi Arafat ve yandaşları buradan ayrılırlar; ancak bu kez iç savaşın koşulları refahın gelmesini engeller.
Hizbullah, dini mesajları ile birlikte bu dönemde etkisini arttırmaya ve toplum içinde Emel Örgütüne göre daha etkin hâle gelmeye başlar. Aynı dönemlerde sol söylemin tüm dünyada irtifa kaybetmesi ve din ile milliyetçiliğin prim yapmaya başlaması süreci hızlandırır. İsrail sınırına çok da uzak olmayan bir coğrafyada yaşanan bu değişimler, Ortadoğunun diğer öncelikleri arasında göze çarpmaz. Suriye gelişmeleri destekler
İsrail ise kuzey topraklarına karşı Lübnanın güneyinde Hıristiyan milislerin desteği ile bir güvenlik çemberi oluşturmuştur.
Ancak Ehud Barak Hükümetinin 25 Mayıs 2000 yılında, BM Güvenlik Konseyinin almış olduğu değişik kararları neticesinde Lübnan topraklarından tek taraflı olarak çekilmesi, buradaki dengeleri değiştirir. Güvenlik Konseyi almış olduğu bütün kararlarda Lübnandaki tüm yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi gereği üzerinde durmuştur. İsrailin karara gecikmeli de olsa uyması; ancak Suriyenin bu şartı yerine getirmemiş olması ve Beyrutu siyasî etkisi altına almaya devam etmesinin doğurduğu sonuçlar tarihçilerin ileride tartışacakları, politikacıların ise mutlaka ders çıkarmaları gereken cinstendir
Bu aşamada Lübnanlı siyasetçilerin ne yaptıklarına, Suriye güdümünde yaşamaya neden rıza gösterdiklerini irdelemek gerek. Bunu yapmak için de öncelikle Lübnanlı profilini tanımlamak gerek
Bireylerin ulusal kimlikleri ile değil, etnik ve dini kimlikleri ile toplumsal ve siyasî yaşantıya katkıda bulundukları bir ülkedir Lübnan
Michel Aounun liderliğini yaptığı Lübnan Ulusal Hareketini - bir yere kadar - bir kenara bırakırsak, hiçbir sosyal siyasi grup ülkenin geleceğini şekillendirmede Lübnanlı olma kriterini öne çıkarmamıştır. Siyasî düzeni yeniden oluşturan Taif Anlaşması dahi Lübnan Meclisini politik görüşlerin değil etnik dini kimliklerin tayin etmesini öngörmüştür.
34 Maruni, 14 Rum Ortodoks, 8 Rum Katolik , 5 Ermeni Ortodoks, 1 Ermeni Katolik; diğer Hıristiyan gruplardan 1, Suni Müslümanlardan 27, Şii Müslümanlardan 27, Dürzülerden 8, Alevilerden 2 milletvekili ile oluşan bir meclisin egemen Lübnana ulaşması pek de kolay değildir.
Siyasî yaşam böylesi etnik dini temeller üzerinde oturtulmuşken, Suriyenin Lübnan topraklarından çıkartılması mümkün olamamıştır; ancak 14 Şubat 2005te eski başbakanlardan Suni Müslüman Refik Haririnin öldürülmesi ve bunu takip eden aylarda bir çok sivil toplum lideri gazeteci ve siyasetçinin bir dizi suikaste kurban gitmeleri Beyrut merkezli bir dizi sokak protestosuna yol açar. Adeta Gürcistandaki Pembe Devrim, ya da Ukraynadaki Turuncu Devrime benzer bir toplumsal uyanış ile başlayan sokak hareketleri Suriyenin Lübnandan çekilmesini ve bu anlamda BM Güvenlik Konseyinin son olarak 2004 yılında almış olduğu kararların uygulanmasını talep eder. Michel Aounun Lübnan Ulusal Hareketinin başını çektiği politik platform ise, Lübnan topraklarında yaşayan tüm unsurların Lübnan Vatandaşı kimliği ile anılması gerektiğinin altını çizer
28 Şubatta yaklaşık 70.000 kişinin katılımı ile gerçekleşen gösteriler sonucu başbakan Ömer Kerami Hükümeti istifa eder: Meydanlarda Suriye ilk kez protesto edilir. Artarak gelen uluslar arası baskılara da direnemeyen Şam yönetimi birliklerini ülkeden çeker.
Ancak ne yazık ki, bütün bu gelişmeler Lübnannın egemenleşmesi anlamına gelmez. Mart 2005te Hizbullahın düzenlediği ve takriben bir milyondan fazla kişinin destek verdiği büyük miting, ülkede yeni bir dönemin başlangıcını gösterir. Gerçi mitingin amacı Suriyeyi desteklemektir; ancak örgütün ulaştığı desteği ortaya koyması açısından da önemli bir göstergedir.
Suriyenin Lübnandaki varlığının şekilsel olarak dahi olsa, sona ermesinden sonra yapılan seçimlerde Suriye karşıtları da, Hizbullahın desteklediği adaylar da meclisteki yerlerini alırlar. Michel Aounun Lübnan Ulusal Hareketi de, hiçbir siyasî parti ile işbirliğine girmemesine rağmen meclise girer.
Yeni parlamento bugün Suriye karşıtı bir tutum içinde olmakla beraber, etnik dini kaygıları olan bir yapıya sahiptir. Bu yapı içinde Hizbullahın dile getirdiği dini mesajlar çokça yankı bulmaktadır. Ne yazıktır ki, Michel Aounun Hizbullah ile milislerin silahtan arındırılması için seçimlerden hemen sonra vardığı anlaşma hayata geçirilememiştir. Hizbullah sosyal, ekonomik ve askeri anlamda o denli büyük bir güç hâline gelmiştir ki, bugün Beyrutta siyaset yapan hiçbir kişi onu Lübnanın yaşantısı dışına itememektedir.
Bu aşamada, İranın en azından fikirsel uzantısı hâlinde hareket eden Hizbullahın İsrail hakkındaki görüş ve tutumunu da göz ardı etmemek gerekir. Ehud Barakın 2000 yılında tek taraflı bir kararla Lübnandan çekilmesi, Hizbullahın Güney Lübnanda hiçbir engele maruz kalmadan ayrı bir gerçek olarak organize olmasını sağlar. Bu öylesi bir organizasyon olur ki, bölgedeki sosyal yaşantıyı düzenler, siyasî erke müdahale edecek desteği sağlar, askeri anlamda Lübnan ordusunun ötesine geçer.
Lübnan Cumhruriyetinin İsrail ile hiçbir toprak sorunu yoktur. Bu anlamda düşünülecek olursa, Lübnanı İsrail ile karşı karşıya getirecek hiçbir pozitif neden yoktur. Hâl böyle iken, Hizbullahın sınırın kendilerine bakan yanında görev yapan İsrail askerlerini hedef alması, bunlardan üçünü öldürüp ikisini kaçırması nasıl yorumlanmalı? Gerçi bu Hizbullahın ilk eylemi değildir; ancak bundan önceki hiçbir eylemde İsrail tarafı bir çatışmaya girmedi
Hizbullah bu eylemi yaparken, Lübnandaki kırılgan yapıyı destabilize etmek mi istedi? G8 liderlerinin Temmuz 2006de St. Petersburg zirvesi sonuç deklarasyonunda değindikleri şekilde, Hizbullahın bu tutumu, Lübnanda 2005te Suriyenin buradan çekilmesi ile birlikte başlayan iyimser havayı dağıttı ve demokratik yoldan seçilen Siniora hükümetini zora soktu
Böylesi bir çatışmanın bölgede çözüm bekleyen diğer sorunların önüne geçmesi ise ayrıca düşündürücü
Hizbullahın eylemi Filistin davasına ne kattı? Hamasın benzer eylemine destek mi verdi? Yoksa dikkatlerin değişik yerlere kaymasına mı neden oldu?
İsrail şimdi, Ehud Barak döneminde Lübnandan neden çekildiğini, Ehud Olmert ve Amir Peretz ikilisinin başarısını veya başarısızlığını, ordunun iyi yönetilip yönetilmediğini tartışıyor. Hem Lübnan hem de Gazze bağlamında, tek taraflı çekilmenin getirdiklerini siyasî anlamda sorguluyor. Demokratik ortamlarda bile az rastlanan böylesi bir sorgulama acaba Lübnanda veya Hizbullah çevrelerinde de yapılıyor mudur?
Örneğin Lübnanlılar Hizbullahın siyasî bir parti olarak kendilerine ne kattığını, silahlı milis kuvveti olarak da kendilerinden neler götürdüğünü tartışıyor mudur? Veya Hizbullahın lider kadrosu, İsrail askerlerini kaçırmanın bedelini doğru veya yanlış ödeyen halkın içine düştüğü durumdan kendilerini ne kadar sorumlu tutuyorlardır?
Ve bu arada Lübnandaki halk üzerinden siyaset yapma fırsatı yakalayan Şam yönetimi, bunun doğruluğunu sorguluyor mudur? Burada yaşanan acıların ne kadarından kendisini sorumlu hissediyordur? 1980li yıllardan bu yana Güvenlik Konseyinin aldığı kararları uygulamak için bölgede barış gücü bulunduran Birleşmiş Milletler, bunu neden başaramadığını, bölgeye refahın gelmesine neden önayak olamadığını, İsrailin kuzeyine neden roket düşmesini engelleyemediğini sorguluyor mudur?
Ortadoğu, ne yazık ki, giderek dine dayalı çatışmaların odak noktası olmakta; ancak tarih, buradaki anlaşmazlıkların hiçbirinin temelinde din unsurunun bulunmadığını söylemektedir.
Basit bir paylaşımın doğru yapılamaması üzerine kurulu bu çekişmelerin zemininde, İsrail ile en kolay barışı yapabilecek ülke konumundaki Lübnanın şanssızlığı belki de, çoğu kişinin Michel Aoun gibi kendini Lübnanlı hissetmemesinde yatmaktadır.
Kaynakça :
Lebanon Wikipedia
Haaretz Gazetesi
Free Lebanan General Aoun Sitesi