İnsanliği ayirmak veya kardeşliği pekiştirebilmek

David [email protected]“Kimlik” kavramı yeri geldiği zaman birçok kültürel birleşmeye ev sahibi olduğu gibi, yeri geldiği zaman tehlikeli ve savaşları başlatabilecek bir kavram olmuştur. “Modern” bir dünyada yaşadığımızı saydığımız bugün dahi “kimlik” gibi birçok kavram güncelliğini koruyor. Bir yön

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
20. yüzyıl Avrupa Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Stefan Zweig, “Dünün Dünyası” adlı otobiyografisinde bir dönemin Avrupası’nı anlatır. Özellikle Viyana Yahudileri için şöyle yazar: “Ülkenin ve arasında yaşadıkları insanların havasına uymak, Yahudiler için dıştan dışa korunma önleminden daha başka bir şey, derin bir iç istek olmuştu. Yurda, dirliğe, soluk almaya, güvene, yakınlığa karşı duydukları istek, çevrelerinin kültürüne şiddetle bağlanmaya itmişti Yahudileri.”
Sadece Zweig’in Viyası’nda değil, Avrupa’nın birçok ülkesinde ve özellikle Prusya ve Almanya’da da Yahudiler yaşadıkları ülkeye bağlanmayı istemişler, tercih etmişlerdir. Peki, ne zaman başlamıştı bu süreç? 1789 Fransız İhtilâli ile başlayan bir aydınlama rüzgârı, yaydığı düşüncelerle Avrupa’yı uzun bir dönem etkisi altına aldı. Monarşilere karşı birçok isyan çıktı, Avrupa özgürleşebilmek adına uzun bir savaş verdi. Amos Elon’un yazdığı “Çöküşe Tırmanış” (Gözlem Yayınları 2006) adlı kitapta da Moses Mendelssohn ile başlayan ve nice Yahudi veya Yahudi asılı bireyin Avrupa’nın özgürleşmesinde verdiği mücadeleyi okumak mümkün. Tarih ve olayların akışı, Yahudilerin bir zamanlar nasıl şartlar altında yaşadığını, nasıl birçoklarının din değiştirdiğini ve nasıl yaşadıkları kültüre şiddetle bağlanmaya ihtiyaç duyduklarını bizlere sunuyor. Aynı zamanda aynı sayfalar ve satırlar bizlere soykırıma (Holokost) uzanan süreçle ilgili birtakım ipuçlarını veriyor.
“Kimlik” kavramı, “Çöküşe Tırmanış” adlı eserden de takip edebileceğimiz üzere, yüzyıllardır önemini koruyan ve tartışılan bir konu… Sadece iki kelimeden oluşan, “Ben kimin?” sorusuna farklı zaman ve mekânlarda verilebilecek birçok yanıt var. Kimlik kavramına dâir, güzel bir tartışmayı ise, Amin Maalouf, “Ölümcül kimlikler” (Yapı Kredi Yayınları 2000) adlı deneme kitabında sunuyor. Amin Maalouf, “Bana ‘içimin derinliğinde’ ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin ‘içinin derinliğinde’ ağır basan tek bir âidiyetin, bir bakıma ‘kişinin derin gerçekliğinin’, doğarken ebediyen belirlenen ve arık değişmeyecek olan ‘öz’ünün var olduğu inanışı yatıyor” cevabını veriyor kimlik sorusu dile getirildiğinde…
Yaşadığımız dönem, insanlığın hem ağır bedeller ödeyerek (belki de hâlen ödemekte olduğu) hem de çok ciddî bir kültürel mirasın günümüze ulaştığı bir zaman dilimi… Peki, ne kadar şanslıyız? Bu sorunun yanıtına yine çeşitli bakış açılarından yanıt vermek mümkün; aynı zamanda bir bireyin dünyaya geldiği ortamdan günümüze dek edindiği tecrübeler şekillendirecektir bu yanıtı. Tüm biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve kültürel etmenler ele alıp, bir potada eritildiğinde günümüz insanın kişilik özelliklerini anlamak adına elimizde veriler oluşmaya başlamaktadır. 
21. yüzyıl insanını ve dünyasını anlamak kolay değil. Bilim (özellikle psikoloji ve psikiyatri) insana dâir birtakım verileri bize sunsa da, gündelik hayatı doğrudan etkilemek adına henüz çok uzakta… Biyolojik ve psikolojik sorunlar tıbbın, dolayısıyla bilimin alanına girerken, sosyoloji ve kültür her ne kadar sosyal bilimlere hitap etse de, bu alandaki çalışmalar ve bu çalışmaların sonucu biyolojide olduğu gibi insanlığın yararına, gündelik hayatına ne ölçüde katma değerde bulunuyor, tartışılır. Elbette bilimde olduğu gibi sosyolojik ve kültürel verileri sayılara döküp, kalın çizgilerle sınırlandıramayız; buna karşılık, günümüz dünyasında insanlığın sorunları oldukça düşündürücü bir boyutta. Daha pratik olarak örnek vermek gerekirse şunu sorabilirsiniz, “Günümüzde neden hâlâ savaşlar yaşanıyor?” Milliyetçilik, bağnazlık, antisemitizm ve çeşitli ideolojik görüşler hakkında uç noktalar günümüzde de oldukça yaygın; buna karşılık “İnsan Hakları Bildirgesi”nin sadece yazılı olarak kendi değil, anlattığı felsefe ne kadar ülkeye ve de insana ulaşabiliyor? Bilim zorladığı sınırları ile insanlığın hizmetine oldukça fazla sayıda çözümler sunuyor; ama bu çözümler “insanlık” bilincini arttırmakta ne kadar yeterli?
1850’lili senelerde Alman topraklarında yaşayan Yahudiler Yahudi oldukları kadar, kendilerini Alman görüyorlardı. Bu cümlenin çağrıştığı, insanın mümkün olduğunca çevresine ait olma güdüsüdür, tıpkı Zweig’in otobiyografisinde paylaştığı gibi… Yıl 2006; aradan geçen 250 yılı aşkın sürede elbette hatırı sayılır bir tarih yaşandı. Yine de 1850’dekine benzer bir tartışmanın günümüzde de sürdüğü kanaatindeyim. Öyle olmalı ki Amin Maalouf “Kimlik” hakkında bir deneme kitabını kaleme alma ihtiyacını duyuyor. Örneğimi yine yazarın üzerinden vermek istiyorum: Lübnan’da doğup Fransa’ya taşınan Amin Maalouf bir Lübnanlı mı, Fransız mı? Onun yanıtı şu şekilde, “Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan”. İkinci örneği ise sıkça karşılaştığım bir soru üzerinden vermek istiyorum: Türkiye’de yaşayan Yahudi cemaatinden herhangi bir bireyi ele aldığımızda o Türk mü, Türkiyeli mi? Eğer derinlemesine köken araştırmalarına girersek, “ayrımı” ta II. Mabedin yıkılışı ile sürülen Yahudi toplumlarına ve de Orta Asya’da ayrılan Türklere dek uzanabiliriz. Varmak istediğim nokta bir köken ayrılığı ve bunun körüklediği milliyetçilik veyahut antisemitik düşünceler değil, bu tartışmaların neden var olduğu ve günümüzde hâlen fazlasıyla sürdürüldüğüdür. “İnsan”ları birlerinden ayırmak için mi yoksa tüm bunları bir nüans olarak görüp kardeşliğimizi pekiştirmek için mi?
Amin Maalouf’un belirttiği gibi, fazlasıyla sorgulayacak olursanız, her insanın içinde bir “öz” vardır. Biyolojinin, psikolojinin, sosyolojisinin ve felsefe bu soruyu sorar ve amacı aldığı yanıtları insanın yararına çevirmektir; o zaman kim ve ne kışkırtıyor ayrılıkları?
Bu soruya da çeşitli yanıtlar verilebilir. Bir kez daha bilimsel olarak insan doğasının özüne baktığımızda bir “bencillik” kavramını görüyoruz. Bu “bencillik” güdüsünün insanlık tarihi üzerinde yarattığı yıkım âşikâr; fakat yine de el ele verdiği zaman insanoğlu birçok şeyi başarabilmiş değil midir? “Bencillik”in adını çoktan beri koyduk, onu doğru yönlendirdiğimizde doğru olanları da yapabildiğimizi biliyoruz; o zaman sıra sadece bireysel anlamda değil, onu sosyolojik ve kitlesel olarak da iyi hedefler adına yönlendirmekte değil mi?
Albert Einstein ve Sigmund Freud, “Neden Savaş?” (YGS Yayınları 2003) adlı kitap altında toplanan mektuplaşmalarında işte bu sorunun yanıtını aramışlardır. Freud Einstein’a şöyle yazmıştır: “Siz de farkına varmışsınızdır, konu, insanın saldırganlık eğilimlerini tamamen ortadan kaldırmak değil; bu eğilimin kendisini savaşta ifade etmeyecek şekilde yönlendirme çabasına girilmesi konusudur. / Kültür sürecinin bizi zorladığı psikolojik davranışlara savaş en bâriz şekilde ters düşer, bu yüzden ona karşı hiddetlenmemiz gerekiyor, onu artık hazmedemiyoruz”.
Savaşı hazmedemediğimiz bir gerçek. Bugün için ne A.B.D – Irak, ne İsrail - Lübnan, ne terörizm - insanlık ne de diğerleri… Barışı ne kadar hazmedebiliyoruz? Silâhlanmanın giderek artması düşündürücü değil mi? Daha çok bir gerilim hattında yaşıyoruz gibi… Temennimiz gerilimin daha da artıp bir yerden kopmaması. Barışsever insanlar, toplumlar “tansiyonu” düşürmek çabasında; fakat her şeye karşılık onu yok edemeyeceğimizi biliyoruz. Peki, ne yapabiliriz? Yapabileceklerimiz, öncelikle kendimizi ve insanı iyi tanımak; ardından hangi şartlarda olursak olalım, gücümüzü “savaş” değil “barış” dolu günler adına kullanmakla başlayacaktır…