Yaşam Yürüşü 2006`ya katilanlardan izlenimler

Erol SABANİngilizlerin meşhur otomobili Jaguar yeni çıkardığı XK Coupé modeliyle spor otomobil sınıfında ne kadar başarılı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor! Bu otomobil dizayn bakımından estetik hatlarıyla asil İngiliz markasının karakteristik özelliklerini gösterirken, içine binildiğinde konfor ve teknoloji bakımından da ne kadar zengin old

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

24 - 28 Nisan tarihleri arasında Polonya’da Auschwitz-Birkenau kampları arasında gerçekleşen “Yaşam Yürüşü”ne (March of the Living) katılanlardan bazılarının izlenimlerini aktarıyoruz

MARCH OF THE LİVİNG / YAŞAM YÜRÜYÜŞÜ 2006
Eddi ANTER
O, 1939’da başlayan ve altı sene sürecek olan dünya savaşı sırasında, evinden çıkartılıp Getto’ya yerleştirilmiş, aç bırakılmış ve zorla çalıştırılmıştı. Toplama kamplarında, savaşın son aylarını geçirmiş olan fakat altı milyon kişi gibi ölmeyip kurtulan Miriam Akavia ile birlikte "March of the Living"’de yürürken, gururlu, mutlu ve umut doluydum. Ne de olsa Miriam umutların hiçbir zaman tükenmeyeceğinin ve inançların var olması gerektiğinin yaşayan bir örneğiydi.
25 Nisan günü tüm dünya Yahudileri tarafından Holokost’u anma günü olarak hatırlandı. Ben de "March of the Living", Yaşayanların ya da Geriye Kalanların Yürüyüşünü yapmak üzere Polonya’daki törenlere katıldım.
Yürüyüşe başlamadan evvel Auschwitz’ten kurtulan Miriam Akavia ile tanışma fırsatını bulduğumda hayat hikâyesini de dinledim. Savaşın bittiği 1945 yılında on yedi yaşında olan, bu cana yakın gülüşü ve masmavi gözleri ile sıcaklığını hissettiğim kişi otuz yıl boyunca susmuş. Hikâyesini kimseye anlatmadığını dile getiriyordu. "Neden yaşadıklarını anlatmak istemiyorsun?" sorularına bütün bu süre boyunca sadece aynı cevabı vermekle yetindi. "Beni anlayamayacaklar ki!"
Bu cevabını uzun bir süre düşündükten sonra ona hak verdim. Aklımdan geçen tüm senaryolar ve kahramanlık fikirleri yersizdi çünkü hikâyenin sonunu biliyordum. Onlar ise içinde yaşıyorlardı. Gene de ona "Neden kaçmayı düşünmedin? Niçin hiç denemedin?" diye sorduğumda hemen ardından keşke sormaz olsaydım diye düşündüm. "Bak, gördünüz mü beni anlamıyorsunuz. Orada annem ve kız kardeşimle beraberken, onları bırakmayı bir an olsun bile düşünmedim, düşünemedim" dediğinde gözleri dolmuştu. "Kaçsaydım bile nereye gidecektim? Dışarıda kimseler yoktu. Beni isteyecek ya da sahiplenecek tüm yakınlarım yanımdaydı" diye devam etti. Havanın sıcaklığı ve konuşmanın harareti ile uzun kollu gömleğini yukarıya doğru sıvadığında koluna kazınmış sayıları gördüm. Hayalleri, günlük yaşantısı, ailesi, insanlığı elinden alınmış sadece bir numara haline geldiği zamanın kanıtıydı. O,  öldürülen Yahudi, çingene, Rus, Polonyalı ve sakat kalmış milyonların aksine, kurtulan şanslılardan bir tanesiydi.
Miriam bu yürüyüş için kendi rızası ile ölüm kampına döndüğünde "Arbeit Macht Frei" ( çalışmak insanı özgür kılar) yazılı kapıdan içeri girerken yaşadıklarını mı hatırlıyordu yoksa hatıralarını mı yaşıyordu sormadım. Fakat savaş bittiğinde,  genç bir kızın bitmemiş umutları ve tükenmemiş duaları ile kamptan çıktığı halinin aksine, iki çocuk ve beş torun sahibi bir kadın hayatını sürmüş olmanın verdiği mutlulukla, başı öne eğik değil de dimdik yürüyordu.
Kamplardaki işkence odalarını ve yaşam şartlarını gördüğümde "Schindler’s List" gibi filmlerin ne kadar etkili olduğuna inandım. Çünkü film şu anda orada olmayan insanları ve onların hissettiklerini gözle görme fırsatını veriyor. Yoksa Blok 10’da tıp adına yapılan işkencelerin olduğunu veya Blok 11’in hapishane olarak kullanıldığını söylediklerinde boş binalara bakınca herkese farklı şeyler düşündürüyor. Seneler süren acıları ise iki saate sığdırmak diye bir şey elbette ki mümkün değil.
Nazilerin ilk niyetleri Yahudileri açlıktan ölüme terk etmekti. Sonrasında bu işlemin çok zaman aldığını fark ettiklerinde ise değişik yöntemler deneyecek ve Cyclone B’nin kullanıldığı gaz odalarını "son ve kalıcı çözüm" olarak seçeceklerdi.
Auschwitz’de ki toplama kampından Birkenau ölüm kamplarına, aynı milyonlarca kurbanın yaptığı gibi bizler de üç kilometrelik yolu yürüdüğümüzde tüm dünya ülkelerinin bayrakları gökte dalgalanıyordu. Fransız, İtalyan, Uruguay, Kanada, Brezilya, İsrail derken, dostluk ve kardeşlik mesajlarının verildiği bu törende, Türk bayrağının da ( hem de Yunanistan bayrağının tam yanında) olduğunu görmek beni gururlandırdı. Demek ki bu yürüyüşte yalnız değildim.
Her gün çalışmayanlara yüz, çalışanlara ise iki yüz elli kalorilik gıdanın verildiği Getto’ları, bulunduğum kamplarda açlıktan ölenleri hatırlarken, gelen ziyaretçilerin yerlerde bıraktığı yemek artıklarına bakıp da düşünmemek elde değildi. ‘Bu yürüyüşün anlamı tam olarak neydi?’
Ölenlerin sayısı altı milyon değil de altı yüz bin kişi, hatta atmış bin olsaydı acısı daha mı az olurdu? Ya dünyanın tavrı, farklı mı olurdu? Bu soruların cevaplarını hiç bilemeyeceğim. Ölen tüm isimsiz kahramanlar gibi kurtulan kahramanların da isimleri vardı. Miryam Akavia bunlardan sadece birisiydi. Bugün yaşadıklarını anlattığı "Artık çocuk değilim" kitabı toplam on üçe dile çevrilmiş.
Yapılanların unutulmaması ve aynılarının tekrardan yaşanmaması adına yapılan "Schindler’s List" sadece bir tanesidir. Daha düşünecek 5.999.999 film var.

6 MİLYONU ANLAMAK
Eda BİROL
Bir Anne ve Kızı… Beraber Polonya’da kamptalar… Daha yeni gelmişler… Birbirlerine sarılıyorlar… Titriyorlar… Bekliyorlar…Naziler gelenleri iki sıraya ayırıyor. Bir sıra sağ tarafa, bir sıra sol tarafa.  Önlerinde iki baraka. ‘Bad und Desinfektion’ yazıyor kapılarında… Ellerine sabun veriyorlar... Anne yavaşça 1. barakaya giriyor. Kızı ise 2. barakaya iteleniyor. Duştan sonra berbaber olacaklar, giyinecekler ve kulaktan duydukları cehennem hayatı beraber göğüsleyecekler.
Barakada anne duş odasına giriyor. Duşlardan su akıyor. Bir umutla bir "oh" diyor belki de. Sonra kurulanmak için diğerleriyle beraber yan odaya giriyor. Işıklar birden kapanıyor ve odaya tavandan, duvarlardan kara delik gibi duran boşluklardan gaz boşalıyor.
Acaba anne neler hissetti?  Bir yudum nefes daha alabilmek için etrafındakilerle savaştı mı? Kızına "elveda" diyememenin; onu, korkunç, canavar nazilerle bir başına bırakmanın umutsuz acısını mı hissetti? Yoksa hiç bir şey düşünecek zamanı bile olmadı mı…
İşte o gaz odasında, boş ve anlamaz gözlerle tavandaki "ölüm deliklerine" bakarken bunları düşünüyorum. Kızıma artık ulaşamayacağım düşüncesinin bile korkunç ürpertisini damarlarımda hissediyorum. Peki ama ben o kız da olabilirdim diyorum kendime. Barakadan canlı çıkmış, annesini arayan bir genç kız… Annemi bekliyorum. Kimse çıkmıyor yan barakadan. Annem nerde? NERDESIN ANNE!
Bir Anne ve Bir Kız çocuğu olarak damarlarımdaki kan soğuk. Çok soğuk.
Rehber anlatmaya devam ediyor ama ben dondum. Takıldım. Hareket edemiyorum. Varolan tek şey gözyaşlarım. Ama gözyaşlarım yetmiyor. 1 kişi - 5 kişi - 50 kişi 100 kişi değil ki 6 MILYON HAYAT! 6 milyon gözyaşı var mıdır acaba insanda?
6 milyon kişinin hikayesini anlamadan, duymadan Holokost’u anlamanız mümkün değil diyor rehberimiz bize. Haklı  ama 6 milyonun hayatı nasıl öğrenilebilir ki? Kaç tane daha yaşam hikayesi duymaya dayanabilir normal bir insan diye düşünüyorum. Yeni doğan bebeğine süt vermesi yasaklanan, bebeğinin ölümünü görmek zorunda kalan annenin mi, babasının ensesine kurşun sıkılarak öldürülen erkeğin mi, getolarda yaşayabilmek için hırsızlık yapan doktorun mu… Kaç tanesini kalbimiz kaldırabilir ki!
Ya akşamları işlerini (!) bitirdikten sonra evlerine, çocuklarına dönen "şeytan" rolünü üstlenmiş Naziler...  Hangi boyuttan geldiler dünyamıza, bir "insan" olarak yaşama hakkını kim verdi onlara? Tanrı herhalde onlar doğarken çok meşguldü diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Ölenlerimizi, acı çekenlerimizi anmak, onlara dua etmek için tüm dünyadan katılan 8000 Yahudi ile Auschwitz’den Birkenau’ya 61 sene önce "Ölüm Yürüyüşü" denilen yolda "Yaşayanların Yürüyüşü"nü ellerimizde bayraklarla yapmanın, orda Kadiş okumanın, tarihe ve şeytanlara verilebilecek en doğru ve en kuvvetli cevap olduğunu düşünüyorum. Biz burdayız! Hala ayaktayız. Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız!
Öleceklerini bile bile isyan çıkaran Mila 18 Yahudileri ile yanındaki annesi yalnız kalmasın diye kaçmayı bir an bile düşünmeyen kız çocuğuna, babasına destek olmak için boyun eğen erkeğe, Tora’sının başında öldürülen Haham’a, kaçanlara, kaçamayanlara, gaz odasında hayatını kaybeden anneye, yan barakanın dışında annesini bekleyen kız çocuguna, her bir 6 milyon kahramanımıza sesleniyorum:  Evet Naziler 6 Milyon Yahudi öldürdüler sandılar; ama aslında onlar ışıkları göklerde hiç sönmeyecek 6 milyon kahraman yarattılar.

GÖZLER
Seda ŞİREM
Yaşam yürüyüşü benim için unutulmaz bir anı olarak kalacak; ama bu geziye dönüp baktığım zaman, ne hisettiğimi bilmiyorum, çünkü bu hisler bana  tamamen yabancı, daha önce hiç hissetmedim. Gezinin en mükemmel yanı, Holokost kurtulanı Miriam Akavia’nın bize bu tur boyunca eşlik etmesi ve bize onu tanıma fırsatı vermesiydi. Beyazlaşmış saçları, mavi gözleriyle canlı ve hepimizden de daha canlı bir şekilde karşımızda duruyordu. Hayat devam ediyor ve her şeye rağmen yaşamak son damlasına kadar güzel diyordu. Sev özellikle gençleri sev, aydınlık umut dolu bir gelecek için diyordu. Ve her şeyden önemlisi anlattığı onca acıya, tanık olduğu onca şeye rağmen o gözler hala sessiz kalıyordu. Anlattığı ama, bizlerin anlamadığı bir şeyler vardı o gözlerde. İçinizi ısıtan; ama dalıp gittiğinde ise sizi de çok uzaklara götüren.
Auschwitz’de yürürken ona nasıl buraya gelebildiğini ne hissettiğini sordum. "Burası gerçek değil ki sadece bir şov, insanlar yemek yiyor, gülüyor, fotoğraf çektiriyor" dedi. Onun Auschwitz’i başkaydı ve kesinlikle orası değildi. Belki bizim anlamlandıramadığımız hisler, onun gözlerindeki gizem ya da yanı başında bir sabah gözlerini yuman annesi, Dr. Josef Mengele’nin 10 numaralı barakasından gelen çığlıklar belki de havadaki yanık kokusu; ama kesinlikle farklıydı. Başka bir farklılık daha vardı bu sefer Auschwitz’in hakimi, çığlıklarıyla değil ama şarkılarıyla Auschwitz’i inleten 8.000 "canlı", Yahudiydi. "Bizi yok etmeye çalıştınız ama yok olmadık,daha da güçlendik ve tek vücut halinde işte burdayız. Peki siz nerdesiniz?" mesajını vererek Auschwitz’den Birkenau’ya yaşam yürüyüşümüzü gerçekleştirdik.
Ben bu tur sonunda büyüdüğümü hissettim ve dünya artık benim için eskisi gibi değil. Ne daha  pembe ne daha karanlık; ama daha gerçek.
Miriam sana olan sözümü tutuyorum ve unutulmaması için herkesle paylaşıyorum. Teşekkür ederim.

ŞOA’YI ÖĞRETMEK...
Sara HUBEŞ
İnsanın, bazen çok iyi bildiğini anladığını sandığı şeyler vardır. Benim için de Holokost  böyleydi. Bu sene yaşam yürüyüşü hazırlıklarını sürdürdüğümüzde ve Polonya’ya varana kadar, yaşayacaklarımı önceden bildiğime inanmıştım. Birçok film görmüş epeyce kitap okumuştum, üstelik geçen sene giden arkadaşlarımdan da dinlemiştim. Ama orada o hisleri yaşamak ve görmek hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Bu gezide bende oluşan en önemli düşünce Türk Yahudilerinin birebir yaşamadığı Şoa’yı muhakkak gençlerimize öğretmek ve bu yürüyüşe katılabilmeleri için maddi manevi destek olmak gerekliliğidir. Holokost’u unutmamak ve bir daha yaşanmasını engellemek için bu çalışmada cemaatin her bir birimi destek göstermeli.

TÜM SIFATLARIN YETERSİZ KALDIĞI "MİRİAM AKAVİA"
Mirel ÇİÇEKLİ

Hala aklımda aynı bakışları ile,
Bir insanın gözleri nasıl bu kadar mağrur bakar?
Gururu en hakkıyla taşıması gerekirken.
O kadar mütevazı ve o kadar içten…
Sanki sözleri değil de yüzündeki çizgiler,
gözlerinde ki derinlik
Anlatıyor dile gelemeyen onca ürkütücü gerçeği

İrkiliyorum dinlerken
Kelimeler gitgide anlamsızlaşıyor
Bakışlarda saklı hisler kalıyor geriye
Hırsın acıttığı, ayrılığın korkuttuğu,
vahşetin titrettiği…
Doluyor gözler…
Ağlamaya bile utanıyorum; acıyan
ve yaşayan tam karşımda dururken.

O tüm yaşadıklarına rağmen
Sevgiyle, şefkatle, ümitle sarılıyor insanlığa
Paylaşmaktan bile anılarını detayları ile
çekiniyor.
Yeter ki; İçimizdeki masumiyet kirlenmesin…
Seneler geçse de, içimizdeki çocuk hiç
büyümesin diye…

Geçtiğimiz hafta, Polonya’da Auschwitz Toplama Kampı’ndan Birkenau Kampı’na 60 yıl önce ölüme yürüyen insanları anmak için düzenlenen "Yaşam Yürüyüşü"  (March of the Living 2006) törenine yüzlerce İtalyan, Fransız, Kanadalı, İsrailli, Amerikalı ve dünyanın daha bir çok yerinden gelen genç - yaşlı ile beraber katıldım.  Bir grup Türk, elimizde Türk Bayrağı ile yürürken yanımızda bize eşlik eden çok özel biri daha vardı. Hayatta nadiren bazı "eşsiz" insanları tanıma fırsatımız olur. Benim bu gezi sayesinde tanıştığım, Miriam Akavia, Krakow’da doğup, II. Dünya Savaşı sırasında dehşet verici soykırıma tanıklık etmiş. Auschwitz Toplama Kampı’ndan savaşın bitişi sayesinde kurtulabilen sayılı kahramandan biri. Miriam Akavia tüm yaşadıklarına rağmen örnek bir öncülük daha yapacak kadar erdemli. Bugün, kurduğu Polonya - İsrail Dostluk Derneği’nin de başkanı. Ne var ki, hikayesi bu üç satırla sınırlı değil. Bu yüzden o süreç içinde başından geçenleri anlatırken hala sesi titriyordu. Kurtulmuş ancak insanlığa sığmayacak acılar yaşamış. Kurtulmuş, ancak yaşadıklarının kanıtı kolunda bir seri numara halinde kazınıp kalmış. Kurtulmuş, ancak tüm ailesini bu katliamda kaybetmiş…  Geriye kalanlar ise anıları.
Auschwitz’de yıllar önce ailesini kaybeden genç kız, yıllar sonra aynı yere kendi ailesini kuran bir anne, hatta anneanne olarak dönüyor ve emin adımlarla yürüyordu. Dr. Mengele’nin cüceler,hamile kadınlar ve ikiz çocuklar üzerinde yaptığı deneylerin gerçekleştiği baraka 10 ile hemen yanındaki; Karbon monoksit ve Cyclon B gazları kullanılarak ölümün insan vücudunda kaç dakikada gerçekleştiği test edilen gaz odalarının bulunduğu, işkencelerin yapıldığı baraka 11’den geçerken ayaklarının geri geri gittiğini gördüm.  Güçtü kendini tutması, seneler sonra yeniden tüm yaşadıkları gözünde canlanırken. 30 yıl boyunca konuşamamıştı zaten. Yine de insanlığın tarihi unutmaması için zorladı kendini. Kaybettiği ailesi ve 6 milyon insan için mecburdu buna. 
Bu yüzden "An end to my childhood" (Çocukluğuma Elveda) adlı kitabını yazıp, 13 dile çevirtti ve tüm kitlelere sesini duyurabilmek istiyor. Ben kalıntıları görerek orada yaşananları çok daha fazla hissettim. Hiçbir zaman tam anlayamayacağımı bilmeme rağmen, bir parça anlamaya çalıştım yaşananları. Çok şaşırdım, çok fazla etkilendim.
Unutamadığım kare; Lublin, Majdanek kampında bir barakaya doldurulmuş binlerce çift ayakkabı. Her bir çift her bir insan. Bazısı küçük bazısı büyük, bazısı kadın bazısı erkek,bazısı çocuk ayakkabıları. Bağcıklı ve bağcıksız. Hepsi yırtık. Hepsinin hikayesi ayrı ama sonu aynı…
Mecburuz bu insanların yaşadıklarını bilmeye ve hatırlamaya hiçbir insanın, dünyanın hiçbir yerinde benzerlerini yaşamaması için.
İnsan olduğumuz için mecburuz.
Düşünsenize şimdi saymaya başlasak 1’den, ne zaman ulaşırız 6 milyona?…
1,2,3,4 ……..