MARCH OF THE LIVING 2006

RİTA ENDER / [email protected]ına yıldız yağsın..."Kalmak var olmaktır ama seyahat etmek yaşamaktır" der Gustave Nadaud. Doğrudur, normal durumlar için geçerlidir. Ama bir de olağanüstü durumlar vardır ki; var olabilmek için kalmamalıdır insan. Gitmelidir. Yaşamak için yürümelidir.

Toplum
9 Ocak 2008 Çarşamba
24/28 Nisan arasında biz de yürüdük. Sezin Eskinazi ve ben March of the Living grubuyla birlikte Polonya’ya gittik. Holokost’u anlamak, anmak ve aktarmak adına Yaşam Yürüyüşüne katıldık…
Her toplulukta olduğu gibi bu toplulukta da her insanın orada olmasının "öncelikli" ve birbirinden ayrı bir sebebi vardı. Kimi kampları görmeye gelmişti, kimi ölenleri anmaya, kimi arkadaşına, kimiyse eşine eşlik etmeye, kimi bilinçlenmeye, kimi tavsiye üstüne, kimi nefretini pekiştirmeye, kimi daha anlamlı birkaç gün geçirmeye…
Bizim orada oluş nedenimizin en güçlüsü ise şu aşağıdaki satırları yazmak ve anlatmaya çalışmaktı… Beş  gün boyunca kampları, mezarlıkları, gettoları, sinagogları, eski Yahudi yerleşim merkezlerini gezdik. Polonya’nın mahçup ve kabullenmiş sokaklarında anma törenlerine katıldık, mumlar yaktık, Kadiş okuduk.
Kampların en bilinenine Auschwitz’e gittik. Dünyanın her tarafından gelen insanlarla arka arkaya yürüdük. Grupları birbirinden ayıran bayraklarla, yeryüzünün sınırlarıyla birbirimizden ayrılarak Yahudi kimliğiyle ortak nokta yakalayarak yürüdük.
Adımlarımızın sesini bastıran bir ses daha vardı. Mikrofondan yankılanan ses!  Ölenlerin isimleri ve yaşları söyleniyordu teker teker… Ama hiç ‘Türk’ ismi okunmuyordu. Böylesine eksiksiz kurgulanmış bir sistemde coğrafi nedenlerden dolayı Yunanistan dışında hiçbir Sefarad cemaatine ulaşamamaları, zamanlarının ve güçlerinin yetmemesi sadece hayırlı bir tesadüf müydü bizim için?…
Düşünecek ama bulamayacak ve düşündürtecek kadar soru oluştu her birimizde; hüznün, çaresizliğin, akıl almazlığın tesiriyle. Ancak bu tesir sanıyorum çoğumuzda Auschwitz’de değil Majdanek‘te oluştu.
8000-belki de daha fazla- katılımcının olduğu tören sebebiyle Auschwitz "müzesinin" her bölümünü gezemedik. Ve bu sebeple bazı insanlar bekledikleri kadar etkilenmediklerini, bir film seyrederken veya kitap okurken daha fazla çöküntüye uğradıklarını söylediler. Ben de katıldım görüşlerine... Gerçekten de etrafta algılamayı sınırlayacak, hayal gücünü kesecek pek çok görüntü vardı. Konuşan, gülen, yemek yiyen, fotoğraf çektiren, Auschwitz’in çimenlerinde uzanıp soluklanan insanlar vardı.
Evet, bir filmde veya kitapta bunlar olmaz. Okuyanı, izleyiciyi içine alır filmler, kitaplar. Ama hiçbir film bittikten sonra neler olduğunu anlatmaz. Son sahne o hikayenin de sonudur.
Oysa biz, orada Miriam Akavia’nın hikayesini dinledik. Senaryo, Holokostla sınırlı değildi. Son perdede Miriam’ın kurtuluşu, son yaprakta "Miriam kurtuldu" cümlesi yoktu. Miriam vardı ama eskisi gibi sarı değil; beyaz saçlarıyla. Bize şimdi neler yaptığından, ailesinden, yakışıklı kocasından, yazdıklarından, gittiği yerlerden de bahsediyordu. Ve gerçekten nefretten arınmış bir ses tonuyla kamplardaki vahşeti, kendi gözüyle gördüklerini de aktarıyordu.
Bu arada tur rehberlerimiz Rita ve Dvora’dan başka hikayeler de dinliyorduk.
Dinledikçe hatırladım ki; hikayeler ve ninniler insanlarla yaşıyor. Aktarıldıkça değişiyorlar ama hiç değilse unutulmuyorlar. Yaşananların hissettirdiklerini ise gözler anlatıyor. Anlatmak istemediklerini kendine saklıyor. Sakladıkça belki anlamlaşıyor. Ve o bakışlarda ölümsüzleşiyor…
Pek çoğunun gözleri uykuya daldı. Savaş bitti. Kollarında sarı yıldız olan giysiler müzeye kondu. Mekan sırları kendine sakladı. Ama o bakışlar görebilenlerin yaşamında sabit kaldı!
Bana kalansa; katledilenlerin topraklarına -en çok da gözlerine- yıldız yağmasını dilemek oldu… 

Not: *Yazıların sonundaki şiirler
Sunay Akın’a aittir.
*March Of The Living turunun oluşmasında ve gerçekleşmesinde emeği geçen herkese
teşekkür ediyorum…

VARŞOVA
Varşova’dayız…16. yüzyılın ortalarında başkent olarak seçilen ve 20. yüzyılın ortalarında sokaktaki üç insandan birinin kamplara ve büyük ihtimalle ölüme gönderildiği Varşova’da. Yahudiler Varşova’ya 15. yüzyılda geldiler, 1414’te Yahudi cemiyetini kurdular. Ama 1791 yılına kadar pek rahat edemediler. Çünkü her başa geçen kralın Yahudilerle ilgili vermesi gereken zor bir karar vardı;Yahudiler o topraklarda, bu şehirde yaşasın mı yaşamasın mı? Uzunca bir süre şehirden çıkartılıp geri alındılar, çıkartılıp geri alındılar. Ve nihayet 18. yüzyılda yönetimin değişmesiyle birlikte Polonya’nın gerçek bir parçası haline geldiler. Aralarından pek çok yazar ve sanatçı çıktı. Yidiş tiyatrosu burada gelişti. Ama Lehçe konuştukları dil oldu. Varşova ise yaşadıkları ve Nazi kanunlarına göre değil doğa kanunlarına göre öldükleri şehir oldu; o yıllarda.
Biz de gezinin ilk gününde büyük bir mezarlığı ziyaret ettik. Sonraki günlerde gördüğümüz mezarlıklar gibi değildi burası, "toplu mezar"  sisteminin dışında olan bir bölümü mevcuttu ‘Soğuk ülkelerde mezar taşları dikey, sıcak ülkelerde mezar taşları yatay olur’ kuralı gereği pek çok mezar taşı yataydı. Taşların üstünde ölenlerin isimleri (pek çoğu Yahudi ismi), öldükleri tarih, hala ziyaret ediliyorlarsa bunu belli eden çiçek ve taşlar vardı. Ve bu heykel gibi mezar taşlarının üstünde bir takım semboller vardı ki; bunlar öleni karakterize ediyordu. Mesela Tora’yı ve Talmud’u çalışanların veya sinagogda Tora okuyanların yani bilgeliğin sembolü kitap; fakirlere yardım eden insanların, cömertliğin sembolü sadaka kutusu…
Tabii İkinci Dünya Savaşı ile birlikte heykeli andıran mezar taşlarının görüntüsü de değişiyor. Hitler bir ilki gerçekleştiriyor ve ilk defa savaş olmadan bir şehri bombalıyor. 1 Eylül 1939’da Varşova’yı bombalıyor.
 Ardından 1940’ta çıkan kanunlarla beraber Yahudiler sarı yıldızlarını takıyorlar ve Avrupa’nın en büyük gettosunda "yaşamaya" başlıyorlar.
Mezarlıktan sonra bu gettoları gördük. Bir ayda yaklaşık 4000 kişinin hastalık, fazla kalabalık, açlık, soğuk vs.den öldüğü gettoları. Etrafına duvar örülmüş, demir kapıları her gece kilitlenen gettoları. Mahallenin yayılmasını engellemek amacıyla upuzun yapılan , yüksek gettoları.
Ve şimdi o gettoların içinde yaşayan insanları, sek sek oynayan çocukları, balkona sığmamış bisikletleri, asılı çamaşırları gördük. Yanına gidince duvarın yanında ne kadar küçük kaldığımızı, gökyüzüne bakınca ne kadar uzakta olduğunu gördük…
Ama bu getto içinde yaşayanlar yeryüzünün gökyüzüne daha da uzak olduğu yerlerde de yaşadılar. 1942’nin Eylülünde Almanlar, Yahudileri Varşova Gettosundan sınır dışı etti ve Treblinka Kampına, yani ölmeye yolladılar.
Bu katliam yüzünden ölen Yahudilerin bir kısmı Varşova’daki büyük mezarlığa gömüldü. Geceleri gömüldüler. Çünkü böylece diğerleri, geceleri gettodan çıkmış oluyorlardı.
Yer altından kazdıkları tünelle mezarlığa gelip gömüyorlardı ama bazı taşları isimsiz bırakmışlardı. Neden? Pek çok nedenden…
Bazı zamanlarda kimin öldüğü bilinmediği için, bazı zamanlarda ölenin yemek hakkını yani 150 kaloriyi yaşayan birisi alsın diye, bazı zamanlardaysa psikolojik nedenlerle. Anne, çocuğunun ismini taşta görmek istemiyor… 
Görmek istemediklerini yaşamak bir isyan sebebidir. Ve bu haklı sebebe dayanarak Nisan 1943’te Varşova Gettosunda ayaklanma çıkıyor. Alman ordusu ayaklanmayı bastırmakta problem yaşıyor… Bazı Yahudiler kaçıp kurtuluyor, bazıları gömülüyor toprağa, toplu mezarlığa!
Mezarlar arasında yürürken ve yitirirken; hissettiklerimi en iyi şu şiir dile getiriyor:
"Söz gelimi/ bir cenaze törenine/ katılır gibi yürüyorum sokaklarda/ ve iğneyle tutturulmuş/ çocukluk fotoğrafım/ gülümsüyor ceketimin/ yakasından"

MİRİAM AKAVİA
Miriam’layız... Mavi gözlerini dünyaya Krakov’da açan, bu şehirde gözlerinin önüne serilen onca kötülüğe, vahşete, insafsızlığa, ölüme ve daha beterlerine rağmen; "Benim gözümde; dünyanın en güzel şehri Krakov’dur." diyebilen Miriamla...
Gören göz anlıyor.. Biz de bu gezi ile Holokost’u biraz olsun anlayabildiysek; bunun nedeni Miriam’dı. Miriam’ı görmek, ona dokunmaktı bana göre.
Bir insanın hikayesinin bir olayla -ne kadar etkili, derinden yaralayıcı da olsa- sınırlı kalamayacağının aramızda gezen kanıtıydı.
Miriam, 1927 yılında Krakov’da, her ferdi mavi gözlü olan bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğmuş. Ailesinin maddi durumu iyiymiş; kitaplarla dolu bir salonu olan, oldukça rahat ve modern bir evde yaşıyorlarmış. Evde kaşeruta bakıyorlarmış ama çok da dindar değillermiş. Kardeşleri Yahudi okuluna, kendisiyse devlet okuluna gitmiş. Diğer kardeşleri gibi İbranice öğrenmiyormuş ama çok da memnunmuş hayatından..Zaten sokaklarda da Lehçe ifadeler varmış hep... Mesela "Yahudiler gidin" Niye diye sormuş annesine. Annesi "korkma onlar holigan" demiş, geçmiş.
Ama bu holiganlar ondan en güzel yıllarını çalmış. Savaş başlamış; 12 yaşındayken. Ailesi ile birlikte önce Krakov Gettosu’nda sonra Plaszow’da, sonra Auschwitz’de, sonra Bergen-Belsen’de yaşam mücadelesi vermiş. 14 yaşındayken bir grup çocuğa bakma görevini üstlenmiş...
Ari ırkından olduğunu gösteren, kendisi için hazırlanmış bir belgesi varmış. Kullanabilirmiş. Sarı saçları, mavi gözleri ve beyaz teni sayesinde kaçabilirmiş. Ama neden demiş, ailem oradayken neden kaçayım...
Diğerleri gibi o da, 30 sene hakkında tek bir kelime konuşamadığı günler geçirmiş...
Aynı filmlerdeki gibi bağıran Nazi subaylarının arasında 30 kiloluk bedeniyle savrulmuş. Görmek isteyenler için azıcık sıyırıp hemen kapattığı numaralı kolunu verdikleri sabunla(!) yıkamak zorunda kalmış. 500 kişi bir barakada yaşarken kendisini bir sebepten şanslı hissetmiş; annesi ve ablasının ortasında yatmaktan, yaşamaktan! Onların bedeni Miriam’a ev olmuş. Hastalanmış, tifoya yakalanmış. Bir Yahudi kendi ekmeğini ona vermiş, bir doktor aspirin bulmuş… Annesi kampta ölmüş. Abisi gittiği yerden geri gelmemiş. Uzunca bir süre gördüğü her erkeğe abisi mi diye bakmış...
1946’da İsrail’e gitmiş. Kaldığı kibutzda eşiyle, onun ifadesiyle "oradaki en yakışıklı erkek" ile tanışmış. Evlenmişler. Gurur duyduğu çocukları olmuş.
Aslında lisanslı hemşire olan Miriam, bir dönem Tel Aviv Üniversitesi’nde tarih ve edebiyat da okumuş. Ve yıllar sonra yazdıklarıyla, yayınlanan kitaplarıyla edebiyat ödülleri kazanmış. Kendisi Polonya ve İsrail arasındaki dostluk elçiliği yaparken kitapları da pek çok dostunun diline çevrilmiş.
Arada o dönmüş kendi dilini konuştuğu Polonya’ya. Polonya’da yaşamayı tercih edince sormuşlar; "neden?"; son derece basit bir cevap vermiş; "çünkü Polonyalıyım."
Auschwitz’deki anma töreninden (binlerce kişinin katıldığı etrafta insanların fotoğraf çektiği, çimlerin üstünde yemek yendiği, bayrakların taşındığı, konuşmaların yapılıp mumların yakıldığı seremoniden)  dönerken sordum ona; " Böyle bir ortamda, burada bulunmak ne hissettiriyor sana? Her sene gelir misin?" "Hayır, ilk defa geliyorum. Festival gibi burası... Ben yalnız geliyorum" O sırada ağır çantasını diğer koluna astı. Taşımayı teklif ettim; tam da tren raylarının ortasındayken. "Hayır" dedi "Herkes kendi işini görebilmeli."
Beş gün boyunca hep böyle sorduk. Cevapladı, anlattı. Bazen sustu ve baktı. Uzun, derin, çalınmış gözyaşlarının maliki olarak baktı.. Ve onun bakışları da bizimle kaldı.
Nefretten arınmış, yorgun ama çabalayan, kabullenmeyi başarmış, gerçekle yaşamayı öğrenmiş ve öğretmiş, iyi kalpli, insanları seven, güzel yüzlü Miriam’ı unutamayacağız, unutamayacağım.
Çünkü Miriam; "Seni bir çivi/ gibi çaktım/ çünkü beynime/ ve toplayıp/ bütün kerpetenleri/ attım denize."

MAJDANEK
Majdanek Kampındayız…1941’de Rus askerlerini tutuklu kılmak için kurulan ve sonra maksat değiştirip 44’e kadar sarı yıldızlı masumların topla(n)ma kampı olan Majdanek’te...
Majdanek sadece toplama kampı değildi aynı zamanda çalıştırma ve yok etme alanıydı.
Biz, şimdi müze olan bu alana gezinin dördüncü gününde gittik ve uzun süre etkilerini üzerinde taşıyacak kadar duygulandık; her birimiz...
Elektrik akımı taşıyan parmaklıklarla çevrili kampa girerken 40lı yıllarda aynı yoldan 500 000 insanın girdiğini ve bunların yarısının yaşam koşulları sebebiyle, yüzlercesinin gaz odalarında bir seçimden geçerek, onlarcasının zalimlikten öldüğünü biliyorduk.
Bilmediklerimiz, bilmediklerim de vardı. Mesela, Majdanek girişindeki villada yaşananlar. 227 barakalı ve 18 gözlem kuleli kampın idari işlerinden sorumlu olan kişisi, beyaz boyalı ama gri kapılı villada oturuyormuş, karısıyla beraber. Bu villada da tabii ki Yahudiler çalışırmış. Adam, bir dilim ekmekle beslenen pek çok Yahudi’yi servis ettikleri et yeterince sıcak olmadığı için vurmuş. Karısı ise daha komplike işlere bulaşmış. Tüysüz erkeklerden çok hoşlanırmış, ne yapsın? Kamptan yakışıklı ve göğsü tüysüz olan erkekleri seçmiş. Hayır hayır; sadece lamba yapmak için!
Sarayı geçip uzun yolda yürümeye devam ettik. 250 kişilik ama çoğunlukla 500 kişi kalınan barakaları gördük.
Barakalardan birinde ayakkabıları vardı, binlerce ayakkabı. Ölü bedenleri gibi üst üste gelmiş ayakkabılar, kırılmış topuklar. Bir diğer barakada ise çizgili ve tabii sarı yıldızlı tutuklu üniformaları, yatakları, tarakları, fotoğrafları,  mektupları vardı. Mektuplarını, mürekkebi çoktan kurumuş el yazılarını gördük.
Dinlemek ve görmek beklentilerimiz arasındaydı. Ama koklamak… Koklamak yoktu hesapta. Yakılan bedenlerin kokusunun tahtalardan sızacağını düşünememiştim.
Kokuyu içimize çekerek ve içimizde tutarak; saçlarının kesildiği bölümden, seçim yapılan yerden, duştan, gaz odalarından, krematoryumdan geçtik Bizim gibi geçip gidemeyenler için Kadiş okuduk, mumlar yaktık. Kurtulanların kendi kelimeleri ile, şiirleri ile ifade ettik hislerimizi…
Dönüş yolunda çarpıcı heykelle, Yahudi oldukları için yakılanların külleri ile ve küllerinin üstünde  "Let our fate be a warning to you" (Bizim kaderimiz sizin  uyarıcınız olsun) yazısı ile karşılaştık…
Kaderleri gerçekten uyarıcı etki yaptı. Herkes sustu. Tek bir canlı ses, kuş sesi bile yoktu.
Doğru ya şair söylemişti: "Yalnızca ben bilirim/ diktatör heykellerine/ pislemek için/ göç ettiğini/dünyadaki bütün/ kuşların"