Perşembe-sohbetleri > Ömer Madra "Perşembe Sohbetleri"nin konuğ

Ömer Madra 30 Mart Perşembe günü gerçekleşen gazetemizin "Perşembe Sohbetleri"ne konuk oldu. Açık Radyo`nun Genel Yayın Yönetmeni ve Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Uluslararası Hukuk dallarında öğretim üyesi olan Ömer Madra evrim biyolojisinden yola çıkarak yaptığı konuşmasında dünyamızı tehdit eden nükleer te

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Bugün,  "Dünya Nereye Gidiyor?" yahut ta "Ne Olacak Bu Dünyanın Hali?" üzerine konuşacağız.  Bana göre dünyanın yaşayan en büyük düşünür ve siyaset bilimcilerinden biri olan Noam Chomsky ile başlamak genellikle çok sevdiğim bir şey oluyor. Onun yaptığı bir atıfla, daha doğrusu, 2001 yılında, hemen 11 Eylül olayının ardından, Hindistan’da Madras’ta yaptığı bir konuşmanın giriş bölümyle başlamak istiyorum. Konuşmanın adı da zaten "Dünya nereye doğru gitmekte?" şeklinde.
Harvard Üniversitesinin ünlü evrim biyolojisi profesörü Ernst Mayr’ın, "dünya dışında zekâ ve hayat var mı?" konusundaki çok geniş araştırması yeni yayınlanmış… Buna atfen diyor ki, Noam Chomsky : "Ernst Mayr’ın Harvard’daki arkadaşları ile beraber vardığı sonuç, dünya dışı zekânın bulunması ihtimalinin sıfıra yakın olduğu şeklinde. Yani, çok büyük bir ihtimalle sıfır. Çünkü şöyle bir muhakeme yürütüyor Ernst Mayr : "Higher intelligence" dediğimiz, yani yüksek zekâ diye tanımlanan şeyi evrende bulmak pek mümkün değil." Gerçekten özellikle de zihni organizasyon açısından, yani insanların yaptığı zihni organizasyonlar açısından bakıldığında, medeniyet açısından bakıldığında, kâinatta başka medeniyet kuracak zekâ olmadığı sonucuna varılmış.
Şöyle bir araştırma yapıyorlar : Dünya yüzünde, üç milyar altıyüz milyon yıldan beri hayat bulunduğu tespit ediliyor... On iki küsur milyar yıllık bir kâinat içinde dört buçuk kusur milyar yıllık dünya var, ve onun üzerinde de, üç buçuk milyar  yıldan biraz fazla süreden beri hayat var, tabii ki bakterilerle başlamış olarak… Ve ilk hayatın başladığı noktadan, Ernst Mayr’ın araştırmayı yaptığı tarihe kadar, saymışlar üşenmeyip, tabii çok kabaca, ve yeryüzünde elli milyar kadar türün var olduğunu tespit etmişler. Ve işte, bunlardan sadece bir tanesi, medeniyet dediğimiz bu organizasyonu kuracak zekâ özelliği göstermiş. 50 milyarda 1 türün medeniyet kurması, inanılmayacak kadar düşük bir olasılık! 
"Ve diyor ki Ernst Mayr" diyor Chomsky, "bu tip bir entelektüel zihni organizasyon biçimi, doğal seleksiyon - ayıklanma tarafından desteklenen bir model değil".  Çünkü, dünyadaki hayata bakıldığı zaman, "aptal olmaktan daha iyidir akıllı olmak, zeki olmak" gibi bir şey geçerli değil. En azından dünya üzerindeki hayat türlerine baktığımız zaman, pek öyle çıkmıyor ; çünkü hayatta kalma kapasitesi açısından baktığınız zaman, örneğin hamamböcekleri veya bakterilerin, insana göre,çok daha uzun ömürlü oldukları görülüyor.  Onlar yüksek seviyede organizasyon kuracak zekâya sahip yaratıklar kadar zeki değiller. Dolayısı ile,  cognitive organisation - bilişsel örgütlenme düzeyinde basamakları tırmandığınız zaman, insanın yaşama şansının daha düşük olduğunu fark ediyoruz.
Çok tatsız bir hesap daha getiriyor Ernst Mayr. Elli milyar kadar oldukları tespit edilen bu türlerin, dünya üzerinde ortalama yaşam süreleri de yüzbin yıl kadar hesaplanmış. Bu tatsız bir haber, çünkü insana da yüzbin yıllık tahsisatının sonuna gelmiş olabilir diye bakabiliriz. Yani, insan hayatında öyle bir döneme gelmiş bulunuyoruz ki artık "Akıllı olmak mı iyidir, aptal olmak mı?" sorusunu sormamız gerekiyor. Çünkü akıllı olmak, zeki olmak, bizim tanımladığımız şekilde, türün sürdürülebilirliğini sağlamaya yetmiyor gibi görünüyor.
Chomsky de diyor ki bunlardan hareketle : "En doğrusu, bu soruya hiç cevap vermemek… Çünkü kesin  bir cevap verecek olursak, insanların bir tür biyolojik hata – "anomali" olduğu sonucu çıkar". Yani, insan türünün kendisine tahsis edilmiş bulunan yüz bin yılı, başta kendileri olmak üzere, ne buldularsa yok etmekle geçirmiş olduğu gibi bir sonuca varıyoruz.  İnsan türünün, özellikle 20 ve 21. yüzyılda, yani şu içinde bulunduğumuz dönemde, ulaşmış olduğu yok etme kapasitesi, kâinatta bugüne dek ulaşılmış en yüksek yok etme kapasitesidir.
Amerikalı tarihçilerden Charles Tilly, bir ekstrapolasyon yaparak , insanlığın son bin yıllık tarihini çok ayrıntılı bir şekilde araştırmış, gün be gün bir hesap çıkarmış. Son bin yıl içerisinde savaş veya benzeri bir çatışma olmayan gün sayısını onbir olarak hesaplamış!
Tabii savaş deyince, bir başka büyük bir savaştan bahsetmek istediğimi de tahmin ediyorsunuz. Doğaya karşı da açılmış, çok olağanüstü bir savaşın çok ileri bir noktasına da gelmiş oluyoruz. Hayat dediğimiz şey anlamını doğadan alıyor. Doğa, hayatın bağlamı. İnsan, ona da,  kendisine yakın karmaşıklıkta olan organizmaların tümüne karşı da, serinkanlı, hesaplı, ve sistemli bir vahşetle saldırı halinde… Ve tabii ki kendi türüne karşı da…
Şimdi biraz daha Chomsky ile devam edelim. 
Kendisi, bütün insanlık tarihinde görülmüş en büyük iki tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. En az altmış yıldan beri dünyadaki olayları kesintisiz takip ve tahlil eden bir adam söylüyor bunu. Şimdiye kadar hiç böyle büyük tehlike görülmedi diyor. İki büyük kriz var diyor, ve bunların, gerçek anlamda insanın ve muhtemelen tüm canlıların varoluşunu tehdit altında tuttuğunu söylüyor.
Zaman içinde bir âciliyet var. Bunlardan biri nükleer savaş problemi…   Üzerinde hiç konuşulmuyor bu konunun… Türkiye’deki gazetelerde, Şalom’da, New York Times’ta, Washington Post’ta, ya da Britanya’daki büyük gazetelerde bunlardan söz edilmiyor. Televizyonlarda da bunu görmüyoruz. Ancak stratejik araştırmacılarının yazdıklarına, bunların makale ve konuşmalarına baktığımız zaman, ve de istihbarat teşkilatlarının, CIA başta olmak üzere, İsrail’in falan, raporlarına bakıldığında, ortada son derece önemli bir nükleer sorun olduğu görülüyor. Soğuk savaşta (yani 1945 – 1990 arasını alırsak, bu 45 yıllık dönemde) herhangi bir anında görülenden daha büyük bir tehlike olduğunu, dünyanın çok önemli stratejik araştırmacıları söylüyorlar. 1962 Küba füze krizi konusu var. 2002’de olayın 40. yıldönümünde Havana’da yapılan bir toplantıda, Kennedy’nin o zamanki en önemli danışmanlarından Schlezinger, ve başka önemli adamlar, bunu ele aldılar ve şu ortaya çıktı : Robert McNamara gibi Amerika’nın son döneminde çok etkili olmuş adamlarının da açıkça söyledikleri gibi, 62’de dünya "direkten döndü". Şu anda adını hatırlayamadığım, bir Sovyet albayın tamamen vicdanına kalmış meğerse olay. Onun hayır demesi sayesinde korkunç bir kaza önlenmiş. Yoksa kuzey yarım kürenin toptan ortadan kalkması işten bile değilmiş.
Şimdi ise durum ondan daha kötü. Daha küçük bir olasılık, ancak yeterince berbat bir olasılık ta, bu silahın teröristlerin eline geçmesi. Biliyorsunuz 15 kiloya indirgenebilmiş durumda, bir çantaya konabiliecek kadar küçüldü. Bir kirli bomba imal etmek hiç de zor değil. Bu nükleer değil, ancak radyasyon yaratacak şekle gelmiş halde.  Şimdi, kirli bomba denilen şeyin patlaması halinde neler olabilecek? Bunu kestirmek güç. Peki bu nereden bilinecek ? Herşeyi bilgisayarlar yönetiyor. Atılan şeyin aslında bir kirli bomba olduğunu nasıl bilecekler ?  Bunu öğrenene kadar, insan etkisi ile verilecek karar dört ile sekiz dakika arasında kısıtlı kalmış. Gerisi tamamen bilgisayarlarla... Onlar değerlendiriyorlar. Dolayısıyla, küçük bir kirli bomba bile atılsa, bir nükleer savaş hemen başlayabilir.
Bu tip  bir nükleer stratejiye İngilizce’de M.A.D. diyorlar. Açılımı, "Mutually Assured Destruction". Burada yokoluş karşılıklı olarak garanti ediliyor. Yani size bir tane atılıyorsa yok olmanız garanti, bunu önleyecek gücünüz yok. Ama, "Öyle mi? O zaman ben de seni yok ederim" mantığı söz konusu. Biraz ilkel diyebilirsiniz ama ne yazık ki bu böyle. Onun için M.A.D. diyorlar. İşte onun için de insanın biyolojik bir hata olup olmadığı çok tartışmalı. Kısaca, fiili nükleer bir saldırı olması halinde de ne olabileceğini kimse kestiremiyor. Ancak tehlikenin çok artmakta olduğunu gösteren birçok makale var.
Şimdi burada uluslararası hukuk devreye giriyor.
Uluslarası hukuk kurallarını devletlere karşı kullanmakla yükümlü bir tek merci var. O da Lahey’de bulunan Uluslararası Adalet Divanı. Ben bir uluslararası hukukçu olarak bunu tek merci olarak tanırım. Bu mahkeme, bugüne dek, bir tek devleti, A.B.D.’yi illegal kuvvet kullanmak suçunu işlemekten dolayı mahkum etmiştir. O da Nikaragua’ya  karşı 1983 yılında giriştiği hareketten dolayı : Limanlarının mayınlanmasını, gemilerinin batırılması ve ondan sonra kuvvet çıkarılması.  Nikaragua tabii küçük bir devlet, ne yapsın, şikâyet etti Uluslararası Adalet Divanı’na, ve sulandırılmış ta olsa bir karar çıktı. Elimizdeki tek bu belge var, uluslararası hukukta terör tanımı ile ilgili. Yani bir başka devlete karşı illegal kuvvet kullanılması demek, terör yapmak demektir. İşte bir türlü yapılamayan o meşhur tanım, terorizm tanımı, dolaylı olarak, Uluslararası Adalet Divanı tarafından yapılmıştır.
Ne oldu sonuç? Amerika bu kararı kabul etmedi. New York Times gazetesi de manşet attı, burası "bize hasım olan bir forum" (hostile forum) dedi, yani Lahey’deki Uluslararası Mahkemeyi hasım olarak tanımladı. Önemli değil, ama, dünyada terörle savaşacaksak, her yerde terörist arayacaksak, en önce bunları yapmamayı öğreneceğiz.
Sonuç olarak, Irak gibi bazı yerleri, yanlış politikalarla terorist merkezi haline getirebiliyorsunuz. Bu terörün de nedenlerini anlamak, bunu önlemek için gerekli. Usame bin Laden’in dünyadaki en iyi müttefikinin, bugünkü Amerikan yönetimi olduğunu söylemek için herhangi bir engel yok. Usame Bin Ladin’in en çok istediği şey, öncü bir güçten destek almak ve kendi etrafındaki cihadilerin, veya adları her neyse onların artmasını sağlamak. Bunun için de Amerikan yönetimi elinden geleni yapıyor, ve terörizm çok büyük bir tehlike olarak dünyada yerini alıyor.
Şimdi, şu anda bu akşam televizyonları açın bakın, Amerika’nın öncülüğünde B.M. Güvenlik Konseyi diyor ki İran’a, "30 günün var!  Sen nükleer silah yapacaksın ve bize atacaksın.
Derhal durdur uranyum zenginleştirme işini, yoksa yalnız kalırsın". Amerika’nın öncülüğünde, Fransa ve Almanya da katıldılar bu sefer. Çin ve Rusya da sulandırarak olayı, bir karar kabul ettiler. Burada politikacıların düpedüz yalan söyledikleri bir şey var. Irak’ta da böyle oldu. Kitle imha silahlarından söz ettiler ve oraya girdiler. Sonuç ortada! Şimdi şöyle bir durum var. Diyorlar ki, Kuzey Kore’de de aynı durum var, İran’da da… Açıkça tehdit ediyorlar. Bombalanması gündemde İran’ın… Ne yapmasını bekliyoruz İran’ın? Boğazını uzatıp, işte buyrun şuradan kesin, demesini mi?
A.B.D. dünyadaki askeri harcamaların yarısını tek başına yapıyor.  38 Kuzey Amerika şirketi, dünyadaki silahların % 60 ını üretiyor. Bunlardan bir tanesi Kanada’lı, diğer 37’si çokuluslu Amerikan şirketleri. Dolayısı ile hiçbir şekilde, Amerika’nın uçakları ve silahları ile baş etmenin imkânı yok. Askeri olarak karşı koymak söz konusu değil. Ne yapabilirsiniz o zaman? Ya nükleer silah kullanabilirsiniz varsa, ya da terör yapabilirsiniz, başka bir ihtimal yok. Şimdi bunları söylediğim zaman, terörü ya da nükleer savaşı savunuyor değilim. Beni öyle anlamadığınızı ümit ediyorum. Bu tehdit inanılır bir tehdit. Yani Amerika İran’ı vuracağım dediği zaman, gerçekten de vurabileceğini biliyorsunuz. Daha önce Yugoslavya’yı nasıl bombaladığını biliyoruz. Afganistan var. Taş devrine çevireceğiz dediler Afganistan’ı, zaten taş devrinde olduğu söyleniyordu, yerlebir ettiler. Irak diğer bir örnek olarak önümüzde duruyor. Sonuçta, Irak’ın işgalinden sonra, Irak belki de 900 sene sonra yeniden intihar komandolarının yeri, karargâhı haline geldi.
Şimdi nükleer silahı nasıl önleyebiliriz ? Eğer sorun nükleer enerji üretmekse, sivil ihtiyaç için örneğin, elektrik enerjisi yapmaksa, şöyle bir öneri vardı. Bir banka kurulsun, fission yolu ile yapılan nükleer santral için gerekli maddeleri bu bankada toplanır ve uluslararası bir denetime verilir. Yine uluslararası hukuk yolu yani… Bunun benim saplantılarımdan biri olduğunu anlamışsınızdır her halde. Bu bankanın kontrolü uluslararası camianın, mesela B.M.’nin denetimine verilir. İsteyen devletin talebi de karşılanır. Barışşçı enerjiyi İran mı istiyor? Garantiederse, verirsiniz… Bu projeyi kabul etmediler. Bunu bloke eden devlet A.B.D. idi, niye diye sormuyoruz artık. Başka bir şey daha var. Peki nükleer silahları nasıl kontrol edeceğiz ? Uluslararası kontrol, BM falan. Bu malzemeleri üretmeyeceksiniz… Ve Birleşmiş Milletler’de konuşuldu, fission malzemeleri yapılmasın, bankaya yatırılsın diye. 1993’te, bloke etti bunu da Amerika. Nihayet bundan 11 yıl sonra, 2004’te B.M. genel kuruluna tekrar geldi konu.
Chomsky’nin söylediğine göre, bu yapılan, Birleşmiş Milletler tarihinin en önemli oylaması idi, çünkü dünyadaki en önemli tehditlerden birinin ortadan kaldırılması ile ilgiliydi. 175 ülke katılıyor oylamaya ve bunlardan 174 ülke, olumlu oy veriyor, diyorlar ki "Tamam bu nükleer meselesini denetime alalım ve ortadan kaldırılalım, bu beladan kurtulalım". Buna bir ülke karşı çıkıyor. Bu ülke A.B.D. …İki de çekimser ülke var : Bunlardan bir tanesi İsrail, diğeri de İngiltere… İsrail zaten ABD’yle hep aynı yönde oy kullanıyor. İngiltere ise, 174’e 1 çok dengesiz dururdu, ondan çekimser kaldım diyor.
Bunlar medyada çıkmıyor. Oysa bunların konuşulması ve yazılması gerekiyor. Yalnız internet gazeteciliğinde değil yazılı basında da, örneğin Şalom’da da bunlar çıkmalı, çünkü tehdit çok büyük. İkinci büyük tehdit olan küresel ısınma üzerine hiç konuşmayacağıma söz vermiştim başta, onun için bu konuyu geçiyorum... Ama terör olmasın istiyorsanız, bir terörü kışkırtmayacaksınız, ikincisi de siz kendiniz devlet terörü yapmayacaksınız.
Şimdi, uluslararası hukuk, uğraşmak durumunda olduğumuz çok önemli bir olgu. Bu 1968’lerde doruk noktasına ulaşmış insan hakları hareketi ile ilgili. Özellikle azınlık hakları, kadın hakları, eşcinsel hakları ve çevre hakları. Bunların hepsi 68 hareketinin mirası olarak günümüze geldi ve yükselerek geldi. Ben de kendimi bu hareketin bir parçası olarak görüyorum. Dünyadaki vicdan, adalet ve hukuk hareketinin bir parçası olarak görüyorum. En önemlisi de insan hakları kültürünün.
15 Şubat’ta 30 milyon insan Irak’taki haksız savaşın karşısında yürüdü. Bu daha önce dünyada hiç görülmemiş boyutta bir şeydi. Bu hareketin ancak bu hukuksuzlukları önleyecek şekilde olması gerekiyor. Bunun bir parçası olarak ta, elimdeki gerçeklere ve olgulara dayalı bilgileri paylaşarak 10 yıldır bir yayını gerçekleştiriyorum. Bundan başka bir şey yapabileceğimi de düşünmüyorum. Uluslararası hukukun ve insan hakları hukukunun, kısacası insan hakları kültürünün hayati önemini koruduğunu ve zaten başka da bir çaremiz olmadığını düşünüyorum.