İnsan, kendine karşi

David OJALVOBu haftaki sayıda, Holokost (Soykırım) konusundan yola çıkarak hazırlamış olduğum yazımı okurlarla paylaşmaktan büyük bir onur ve mutluluk duyarım. 21. yüzyıl gençliğinin bir bireyi olarak konu hakkında düşüncelerimi, çağrıştırdıklarını ve tüm herkesin bu gerçekten alması gerektiğine inandığ

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Yahudi soykırımı, tarihin en ağır ve en acı gerçeklerinden biridir. Bu gerçeklikten çıkartılabilecek, edinilebilecek fazlasıyla ders var. Yirmi iki yaşında bir genç olarak, bir Yahudi olarak, bir insan olarak bu gerçekten yola çıkarak kendi adıma üstlendiğim görevi yerine getirmek istiyorum. 2005 senesinde Imre Kertézs’in "Kadersizlik" romanını okumanın ardından, her sene "Soykırım" ile ilgili bilgilerimi arttırmaya ve düzenli olarak bu konu hakkında bir yazı hazırlama kararı almıştım. Bu metin ile, geçen bir yıl aradan sonra, duygu ve düşüncelerimi dile getirmek istiyorum.
2002 yılında bir edebiyat yarışmasına hazırlanmak adına, lisedeki tarih öğretmenimle birlikte, savaşlardan yola çıkarak "İnsan için, insana rağmen" konulu bir öykü yazmıştım. Öyküde anlatmak istediğimiz düşünce savaşların belli toplumlar çatısı altında yapılırken, o toplumdaki "insanlar" için yapılırken, yine nice "insan"ın öldüğü, hayatını kaybettiği idi. İnsanlar kendileri için savaşıyordu, karşısındakinin, kendi gibi bir can olduğunu bilmesine rağmen… Bu düşünce, bu fikir güncelliğini hiç yitirmedi, geçerliliğini koruyor ve yarın da koruyacak... ("Koruyacak gibi", demek isterdim; lakin bir kesinlik olgusu en azından bugünkü düşünce yapıma hakim.)
Bu sene konu hakkında ele aldığım yaklaşım, 2002’de hazırladığım yazıdaki düşünceye çok benziyor: İnsan, kendine karşı… Hem de öylesine karşı ki, belki açığa vurulan bir antisemitizmi yansıtmıyor; ama toplumun bilinçaltında her an harekete geçmeye hazır bir "düşmanlık" dürtüsü yatıyor. Elbette, bu olgu insan doğasının bir parçası olarak değerlendirilebilir; ama bu doğayı en ileri düzeyde olduğuna inandığım bir şekilde anlamaya ve dile getirmeye yetkinken, böyle bir düşmanlığın varlığının izlerini sürmek, onun gücüne ve her birimizin içindeki izdüşümlerine tek tek hayran kalmamak elde değil(!) "İnsan doğası" dediğimiz olgu çerçevesinde konu ele alındığında, kuşkusuz, bu düşmanlığın harekete geçmesindeki tetikleyici nedenleri, bahaneleri değil, topyekûn varlığımızın bir parçasına değinmiş oluyoruz. Düşmanlık, saldırganlık olarak adlandırdığımız kavramlar, bir var oluş sorunun biyolojik temeli olan olgularıdır. Genç bir birey olarak elde edindiğim tecrübeler bana bu düşmanlığı bünyelerimizden yalıtamayacağımızı; yaşadığımız, insanoğlu var olduğu sürece bu dürtünün barınacağını gösteriyor. Savaşların, şiddetin önüne geçemeyeceğiz, onlara karşıt metinleri ele almadan da duramayız, bir şekilde varız ve belki de safça bir umutla, geleceğin daha iyi olması adına mücadelemizi sürdüreceğiz.
Saldırganlık, belirttiğim gibi, biz insanların bir parçası; ondan kurtulmak değil belki; ama onu ne derece bastırabileceğimiz veya daha yapıcı işlevsellikte davranış biçimlerine dönüştürebileceğimiz tartışmalı…
"Yahudi soykırımı" dediğimiz gerçek, tüm dehşet verici çıplaklığına ve ürperticiliğine karşın; aslında insanoğlunun içinde duyduğu, duyabileceği nefretin en şiddetli göstergesidir. Almanya, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, çok ağır şartlar altında varlığını sürdürmeye çalışan, anlayabildiğimiz ve okuduğumuz kadarıyla son derece baskı ve sıkıntı içinde bir devletti. Dünya’ya, Avrupa’ya karşı nefret ve düşmanlık duyguları hat safhadaydı. Hepimiz biliriz, neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde II. Dünya Savaşı bir yönüyle ilk Dünya Savaşı’nın bir sonucudur. Yahudiler’e karşı duyulan nefretse, o dönemin koşulları içinde bu baskı sonucundaki yüksek potansiyeldeki, olumsuz dürtülerle yoğrulmuş enerjinin dışavurumuydu. Aynı şekilde soykırım da insanın, insana ne kadar zarar verebileceğinin en vahşet dolu göstergesi olmuştur. Buradan çıkan mesaj evrensel: Zarar gören sadece Yahudiler veya Yahudilerle birlikte ölen milyonlarca insan değil; zarar gören insanlığın ta kendisi…
Soykırım, bir yönü ile bir sembol, bir işarettir. İçimizdeki potansiyel öfke ve nefret duygularının yol açabileceği sonuçları görmek adına bir işarettir. "Affet ve unutma"  sözüyle hatırlarız soykırımı… Affetmek ve unutmamak… Almanlar, nice kötülüğe yol açmış halklar elbette affedilebilir, böylesi bir tarihin unutulmaması adına elbette çaba harcanmalıdır… Bu doğrultuda insanın, kendini affetmesini ve kendine yaptığını unutmamasını bekliyoruz. Soykırımdan yola çıkıldığında, tüm bunların yanında, bugüne ve kendimize de dönebilmeliyiz; çünkü bu olayın altında yatan felsefe her ne kadar insan doğasının bir parçası ve anlatımı olsa da, yüzyıllar boyudur süregelen bir gerçeği bize göstermektedir. Yahudi soykırımını anmak, sadece ölen altı milyon insanı anmak değildir; aynı zamanda insanı anmak ve insan olduğumuzu hatırlamaktır. Dünyada olan tek soykırımın, cinayetin Yahudiler’in başına geldiğini değil; nicelerinin başına geldiğini bilmektedir. İşin özünde Yahudi olmak, sadece bir bahaneydi. İşin özünde yüzleşmemiz ve görmemiz gereken "saldırganlık ve düşmanlık" dürtülerinin neler yaptırabileceğidir.
Elbette doğamızı, doğamızın "çirkin" tarafını kabullenmek, anlamak ve üstesinden gelmek yazıldığı kadar kolay değil. Doğadan söz ederken, doğuştan varlığımıza eklenmiş bir dürtüsellikten söz ediyoruz ve bir de bu doğrultuda çevremizin bize gösterdiği, aslında "yanlış" olabileceğine kanaat getirebileceğimiz motivasyonlarımızdan da… Bir din, ırk, milliyet, renk, yönelim taşımak insanı insandan ayıran, onları iki farklı tür kılan etkenler değildir. Hâlbuki ciddi bir şekilde bu başlıklar altında karşımızdakini büsbütün yabancı ve düşman olarak görebiliyoruz. Burada olması gereken illa ki kanlı savaşlar değil; en basitinden toplumsal ilişkilerimizde kimi zaman sarf ettiğimiz sözler, bu düşmanca duyguları yakalamak adına birer göstergedir. İşimize gelmeyen bir olaydan, sağlıklı kurulamamış bir iletişimden, basit bir alışverişten dahi karşımızdakinin bireysel kimliklerini aşıp, sorunu bir din, milliyet sorunsalı hâline getirmeye hazırız.
Yazının bu noktasında, basit söz oyunları ile bu düşmanlığın yansıtılması veya yüzlerce insanın ölümüne uzanabilecek süreçler arasındaki farkı görerek, derin bir nefes alıp, rahatlamalı mıyız? Bence cevap: hayır! Basit, kırıcı sözlere dile getirilen düşmanlıklar, bizlere yarın bu sürecin yeni bir soykırıma dönüşebileceğini, farklı koşullar altında hepimizin canının tek tek tehlike altına girebileceğini ve toplumların düşmanlık ve saldırganlık dürtülerinin bastırılmış bir şekilde var olduğunu anlatmaktadır. İdeal olabileceğine inandığımız, bu düşmanca duyguların "yapıcı ürünlere dönüşmesi" düşüncesi bir hayalden mi ibaret? Bu güzel düşünceyi dile getirebiliyoruz; ama onu gerçekleştirmek neden bu kadar zor? İçimizde bir yerde, bu türden düşmanlık tohumlarının yattığını bilmeliyiz ve kendi düşmanlıklarımızın gerçeği ile yüzleşmek çok büyük bir samimiyet ve belki de bir birey için doğuşundan itibaren harcanması gereken bir emeği düşündürmektedir.
Birçoğumuzun içinde birilerine karşı, bir çeşit düşmanlık duygusu yatmakta… O, hep "birileri "olarak kalıyor; hâlbuki o bir "insan"… Bir yanımız yoğun bir biçimde bastırılmış bir durumda ve kimi zaman bu saldırganlık duyduklarımızı göremiyor, yakalayamıyoruz…
İşte, soykırımın felsefesi, affedilmesi ve unutulmaması gereken öğretisi burada yatıyor bana göre… Yüzyıllar boyu yapılmış savaşları bir masal gibi algılamamalıyız. Bir yakınımız savaşta ölse ne hissederdik veya soykırıma kurban gitse? Aslında geride kalan diğerleri de o kadar "uzak" veya "uzağımız" değil ki… Sonuçta etten ve kemikten insanlarız; ama bu denli güçlü bir düşünce yeteneğine sahipken ruhlarımıza, duygularımıza, algılarımıza ve eylemlerimize hitap edebilmeliyiz. Affetmemiz gereken öncelikle kendimiziz. İnsanları çeşitli isimler altında yabancılar, yadırgarız… Bir yerde "yanlış" yaptığımızı görebiliyoruz; ama belki de en basitinden işimize gelmiyordur… Bu denklemi, örgüyü nasıl çözümleyeceğiz o hâlde? Bir yerden başlamamız gerekli… Başlayamıyorsak; tarih bize neden bu kadar ürpertici bir gerçeği anlatsın ve hatırlatsın ki…
Yazımın sonuna gelirken, samimiyetimi paylaşmak adına kendimden örnek vermek isterim… Ortaya koyduğum sorgulamaları ve düşünceleri yazabilmek adına ben de "birilerini"(insanları) yadırgadım, yabancıladım… Yazdıklarımla çelişen hareketler de bulundum ve de gelecekte de bulunabilmem büyük bir olasılık… Bu noktada doğama sığınmam, "insan doğası" demem yeterli olabilir mi bir açıklama için? Ben o doğayla bir ömür yaşayacağım, doğru; ama diğer yandan neden varım ve neden yaşayayım ki, bir şeyler yapamayacaksam? Yazarak ve sorgulayarak başladım… Yahudi olduğum veya başka özelliklerimden ötürü kırıldığım; ailemin, dostlarımın kırıldığı da oldu… Kimi zaman kızıyorum; ama kendimi de kapsayacak şekilde bu kırma ve kırılmaların ardındaki gerçeği anlayabiliyor ve görebiliyorum. Çalışmam ve bana öğretilmiş, gösterilmiş olan yanlış yargıları kırabilmem gerekli… İnsan öncelikle anlayışlı olabilmeli, daha fazla güçlenmekse zaman alacaktır… Çözmek gereken birçok soru daha var… Kendi çirkinliklerimi itiraf etmekten utanmamalıyım, yabancılaştırdıklarımı bir kez de kendi benliğimde haklı kılınabilecek bir şekilde kendime sunmamalıyım. Hem doğamın bana getirilerini yaşayacağım hem de hatalarımı anlayıp kendimi affedeceğim, yaşarken yapabildiğim kadar üretmeliyim. Belki birlikte el ele olursak, çok daha verimli bir şekilde yol alabiliriz… Affetmek ve unutmamak adına, sizi aynaya bakmaya ve omuz omuza mücadele etmeye davet ediyorum.

perspektif@salom.com.tr