Basin karikatürünün duayen ismi Salih Memecan Şalom`a Davos anila

Salih Memecan basın karikatürü konusunda evrensel boyutta tanınmış bir kişi. İlk kitabı "Kare Düşünce" karikatüre farklı bir bakış açısı getirdi. ATV`de zevkle izlediğimiz "Bizim City" sadece karikatürden hoşlananlara değil yurt dışındaki karikatürcülere de hitap eden farklı bir çizgiye sahip. ABD`de yaşamasına

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Ben size Davos maceralarımı anlatacağım; ama önce şu "Kare Düşünce"yi kısaca anlatmak istiyorum. "Kare Düşünce" 1974’de yaptığım ilk kitabım. Ortadoğu’da master öğrencisiydim. Sonra doktora için Amerika’ya gittim. Master programında, bir seçmeli ders için ödev diye yapmıştım. Bir tane küçük kareli kitap esasında… Çok basit çizgilerle de çizilmiş. Bir ülke var… O ülkede herkes yuvarlak düşünüyor. Çocuk-çoluk, kadınlar-erkekler herkes yuvarlak ve birbirine benzer düşünüyor. Bir gün o ülkeye bir adam geliyor, düşüncesi filan yok. Elinde bir tek çiçeği var. Sonra bakıyor;  "ben de bunlar gibi olayım" diyor ve kendine bir tane düşünce çiziyor. İçine de çiçeği koyuyor. Bunun üzerine bütün yuvarlak düşünceliler, "Ne oluyor ya? Allah Allah, bu da nereden çıktı? Ne güzel şurada hep beraber geçinip gidiyorduk; böyle sivriliğe ne gerek var?" diyorlar. Önce güzellikle ona yuvarlak düşünce içinde para, kadın ve başka imkânlar sunuyorlar. Adam istemiyor. Ondan sonra bir tane pergel hediye ediyorlar; adam yine istemiyor. Sonra başka yöntemler denemeye başlıyorlar. Adamı işkence direğine bağlıyorlar, mengenelerle yuvarlatmaya çalışıyorlar. Olmuyor. Çin işkencesi hâlinde içine su dolduruyorlar yuvarlak olsun diye. Olmuyor, tersine çiçek daha da çok açıyor.  "Biz madem bu düşünceyi değiştiremiyoruz, iyisi mi yok etmeyi deneyelim" diyorlar. Bu arada tam 12 Mart olmuş, ben okulda öğrenciyim, en solcu dönemim… Neyse bunlar düşünceyi yok etmek için bomba koyuyorlar; ama onu da beceremiyorlar. Adam yine değişmiyor, düşüncesi yok olmuyor. Sonunda hapse atıyorlar. Orada bir şey oluyor ve adam ölüyor. Bütün yuvarlak düşünceliler buna çok memnun. Hepsi gülüyor; ama sonda bir adam küçücük de olsa kare düşünmeye başlamış. Ondan sonra sayfayı çeviriyorsunuz. Görüyorsunuz ki başkaları da rahatsız olmuş olaydan ve üçgen, beşgen, altıgen düşünen adamlar da çıkmış ortaya. Kitap böylece bitiyor. Yani farklı düşünebilmenin toplumda önemli bir şey olduğunu anlatmaya çalışmışım o zaman; 21 yaşımdayken. 
Gelelim Davos’a… Davos’ta ne oluyor?  Beni üç sene önce çağırıyorlar. "Dünyadan yedi karikatürist çağırıyoruz; bir tanesi de sen ol, çeşitli dünya konularını tartışıyoruz, sen de o konulardan ikisine üçüne karikatürlerinle katıl" diyorlar. Konuları da veriyorlar.  Yani hiç bilmediğin bir konuda oturup çalışıyorsun, araştırıyorsun ve bir karikatür sunuyorsun. Tabii çok ciddiye almak zorundasın çünkü oradaki adamlar gerçekten dünya liderleri. Zaten reklâmlarında da öyle diyor: "Dünya liderlerinin tartıştığı yer".
Siyasî liderler, entelektüel liderler, dini liderler var. Hep gazetelerde, televizyonda gördüğünüz adamlara çarpıyor, rastlaşıyorsunuz. Tuvalete gidiyorsunuz, bir anda kapı açılıyor; güruh hâlinde korumalarıyla Müşerref geliyor, yanınızda o da işini hâllediyor… Böyle ilginç bir ortam… Clinton’u o kadar çok görüyorsunuz ki artık yolda görünce "merhaba" diyor. Girerken yaka kartları okutuyorsunuz, orada resminiz çıkıyor, güvenlik ona göre sizi içeri alıyor. İşte ben okuttum, resmime bakıyorum. Benim resmimden sonra başka bir resim belirdi. "Tanıyorum ben bu suratı" dedim. Bir baktım Angelina Jolie! Değişik insanlarla tanışıyorsunuz. Akşam bir bara gidiyorsunuz, yanınızdaki adam bilmem ne bakanı oluyor,  size dert yanıyor… Dolayısıyla işinizi çok ciddiye almak zorundasınız. Gideyim de elde ne varsa göstereyim demek olmuyor. Bazı karikatüristler öyle yapıyor da…
Bir sene, bana verilen konulardan bir tanesi "CEO’lar aldıkları parayı hak ediyorlar mı, hak etmiyorlar mı?" idi. Bu arada ben evliyim. Karım MBA’li. Dolayısıyla ben bu işi hemen ona devrettim.  Ciddi bir araştırma yaptık. Harvard Business Review’lar okundu ve ondan sonra bu konuda "Bizim City" vari çizgi filmler yaptım. Bir tanesinde CEO uçakta; kaptan pilot gidiyor, uçak sallanmaya başlıyor. CEO açıyor kapıyı ve altın paraşütüyle atlıyor. Bir tatil beldesinde hamağın üstünde sallanıyor; uçak düşüyor. Yani CEO gerekli anlaşmaları yapıp bütün işleri sağlama aldığı için, şirkete bir şey olsa bile onu etkilemiyor! İşte "Kendisini emniyete alan CEO" modeli…
Bir tanesinde, CEO duruyor. Hissedarlar gelip ona bir cüppe giydiriyorlar, kuşak takıyorlar, eline asa veriyorlar, başına da koca bir tomar para veriyorlar ve onu sultan gibi yapıyorlar. Sonra da "onunla iftihar ediyoruz, ona çok para veriyoruz ki bizi önemli şirket sansınlar diye" diyorlar…
Üçüncüsü oyun şeklinde: CEO başlıyor oyuna.  Uçurumlar var, oralardan atlıyor. Elinde de bir kutu var, kutuya dolar dolduruyor. Yani şirkete para kazandırıyor. Arada uçurumlardan atlamaya devam ediyor. Yine bir atlayışında bakıyor, havadan bir dolar geçiyor. Onu çaktırmadan cebine atıyor; fakat dengesi bozulup düşüyor. O sırada da bu Enron Olayları vardı Amerika’da. Ben de demiş oldum ki: Bazı CEO’lar var ki işi kötüye kullanıyor, onlar da batıyor. Galiba filmin adı "Game of Temptation" dı.
Ondan sonraki sene, konulardan bir tanesi "trust" yani "güven" idi. Bir tanesi Çin-Kore-Japonya ilişkileri idi. Bu konuda da daha evvel hiç kafa yormamıştım açıkçası. Son 8 senedir, New York’da Çinli bir komşum var. Çok iyi bir insan; ama hiç konuşmak fırsat olmadı. Tek ilişkimiz, gazeteci sabah kapıya gelip gazeteleri atıyor, hangimiz erken kalktıysak sokaktan gazeteyi alıp birbirimizin kapısına bırakıyoruz.  Karı-koca dişçiler.  Karım adamı bize çağırdı; oturduk, konuştuk. Adam iki saat boyunca Çin konusunu anlattı. Birisi ülkesini merak ettiği için de memnun oldu. Ben de bu konuda karikatürler yaptım ve Davos’ta sergide gösterildi.  Karikatürlerimden bir tanesi şöyleydi: Böyle uzun bir masa… Bir tarafında Amerika, bir tarafında Çin oturuyor.  Amerikalı bir köşeye sıkışmış, Çinli ise yayılmış… Amerikalı bunun üzerine "Feng Shui’ye göre bunun doğru olduğuna emin misin?" diyor. Bir tane daha var: Çin Seddi. Duvarın üstünde Wall Street-The New Version yazıyor. Üstünde kravatlı, iş çantası taşıyan Çinliler Wall Street’te gibi dolaşıyor. 
"Trust" konusunda ise o kelimenin harflerini kullanarak çeşitli espriler yaptım. Mesela bir konu "Kocaya güvenme" idi. Çizim o "trust" yazısıyla başlıyor. Birdenbire T’den adam kafası çıkıyor. Sondaki T’den kadın kafası çıkıyor, karısı oluyor. Sonra aralarında Love Story müziği eşliğinde bir aşk başlıyor. Kalpler gidip geliyor. Birdenbire baştaki T’nin yanındaki R’nin yanından da bir kadın kafası çıkıyor. Koca göğüslü, sarışın bir kadın bu. Sonunda adam T ile, sarışın kadın R gidiyorlar. Son dakikada US olarak kalıyorlar!
"Araba Satıcısına Güvenme" konusunda ise adam geliyor, parayı veriyor ve o "trust" yazısının "rust" kısmına binip gidiyor. 
Bir de "Superpower’a Güven" vardı. Yine "trust" yazısı. Sonra o ortadaki US kısmı birden büyümeye başlıyor. Amerika’nın "Independence" marşı çalmaya başlıyor. US büyüyor, büyüyor, bayraklar filan görünüyor. Yanındaki T’leri ve diğer harfleri kesiyor, tek başına kalıyor. Orada bitiyor. Bunları gösterdim, çok beğendiler.    
En son gittiğimde "Yeni/Genç Avrupa ülkeleri, eski Avrupa ülkelerine karşı" diye bir konu vardı. Orada Litvanya Cumhurbaşkanı, Çek Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanı, Alman Merkez Bankası Başkanı, İzlanda’dan bir işadamı var… Avrupa’nın çeşitli kademelerinden insanlar… Bir akşam yemeği yapılıyor. İlk başta ben sunayım dedim çizgi filmlerimi. Benimki şöyleydi: Polonya, Romanya, Litvanya gibi yeni Avrupa ülkelerini küçük çocuk olarak çizdim. "New Europe" yazıyor. Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkeler "Old Europe", yani yaşlı ve tembel bir adam olarak çizdim. Yeni Avrupa ülkeleri Amerika ile daha iyi anlaşıyorlar. Çizgi filmlerden bir tanesinde yaşlı Avrupa’nın elinde 12 yıldızlı Avrupa bayrağı… Genç Avrupa üstünde kırmızı-beyaz çizgili bir tabelayla geliyor ve ikisi karışınca Amerika bayrağına benzer bir şey oluyor. Sonra Amerika gelip çocuğun kafasını okşuyor.
Bir diğer filmimde, yaşlı Avrupa genç Avrupa’ya "gel kucağıma otur" diyor. Genç Avrupa koşa koşa geliyor, atlıyor kucağına. Yaşlı Avrupa sallanıyor,  düşüveriyor. Genç Avrupa kaldırıyor ve onu taşımaya başlıyor. Tabii Litvanya Cumhurbaşkanı filan bundan çok memnun oluyor, öbür Avrupalılar da sinirleniyordu.
Doğrusu, bu konuda okudum. Genç Avrupa daha dinamik, hareketli, çalışkan… Yaşlı Avrupa ise tembel, sosyal güvenliğe, geleneklerine daha bağlı, tutucu bir kesim.
Bir çizgi filmde, yaşlı Avrupa şövalye şeklinde... Elinde zırhı, mızrağı, at üstünde gidiyor. Ondan sonra yavaş yavaş duruyor. Sonra anlıyoruz ki bindiği, süpermarkette parayla çalışan oyuncak atlardan. Genç Avrupa geliyor, ata para atıyor, at gitmeye başlıyor. Yaşlı Avrupa arkasına atlayıp gidiyor. Yani yeni Avrupa sizi devam ettirecek gibisinden…
Sonra bu filmin devamı dediğim film geliyor. Mahallenin yeni çocuğu yine bu atın üstünde gidiyor. Atın arkasında da zırhlı şövalye. Yine duruyor. Ondan sonra Mehter Marşı başlıyor. Yeniçeri kılığında Türk bayraklı bir adam geliyor. Herkes bakakalıyor. Bu atı ipinden çekiyor ve götürüyor. Yani "en sonunda siz ekonomik olarak bize muhtaç kalacaksınız" gibi bir şey. Çok hoşlarına gitti bu. Çek Merkez Bankası Başkanı daha ben oradan ayrılmadan bana e-posta atmış. "Hem çok komikti, hem de çok doğru şeyler söyledin" diye. Fakat Hollandalı bir bakan, "Karikatürler çok güzel ama Avrupa tektir, Türkler oraya ait değildir" gibi laflar etti.
 "Mutluluk Nedir?" diye bir seminer vardı. Bütün araştırmayı ben yaptım. Mutluluğun ne olduğuna dair kendi özel fikirlerimi koydum. Bu seminerde de bir haham, ünlü evangelist bir papazın kızı, bir New Yorklu imam, bir seks terapisti, "Simyacı"nın yazarı Paulo Coelho,  Güney Amerikalı bir editör, beyin üzerine araştırmalar yapan bir bilim adamı ve Hindistan’dan bir guru vardı. Herkes mutluluk nedir sorusu üzerine fikirlerini anlattı. Ben de orada çizgi filmlerimi gösterdim.
Şimdi hepiniz ne konuşulduğunu merak ediyorsunuz. Beyin üzerine çalışan bilim adamı "Mutluluk retrospektifdir" dedi.  Haham, "Mutlu insanlar cesur insanlardır. Dikkat ederseniz mutlu insanların gözlerinin altı hep kırışıktır" dedi. "Onlar gülmekten korkmazlar, güldükleri zaman gözlerinin altının kırışmasından da hiç korkmazlar, rahat rahat gülerler" dedi.  Bir tanesi, "Başarısızlıktan başarısızlığa heyecan ve istekle koşmaya mutluluk denir" dedi.  Guru, "Esasında mutluluk insanın içinde olan bir şeydir. Hâlbuki insanlar mutlu olmak için hep dış faktörleri değiştirmeye uğraşırlar. Para kazanınca, zengin olunca, doğru insanı bulunca mutlu olacaklarını zannederler. Hâlbuki mutluluk insanın içindedir, içinizi hallederseniz mutlu olursunuz" dedi.
Bense komiklik yaptım. Birinde konsept şöyleydi: Gökyüzünden kar taneleri yağıyor. Bir tanesi asık suratlı, geliyor bir tabelanın üstüne konuyor. Orada mutlu oluyor. Bir bakıyoruz, tabelanın üstünde "Davos" yazıyor. Davos’ta olmaktan çok mutluyum anlamına geliyor…
Ondan sonraki panellerden bir tanesi de "Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi" üzerineydi.  Bizden Ali Babacan vardı. Onlar Türkiye’nin girip girmemesini tartışıyorlar. Alman Başbakan "Türkiye bize uymaz. Tamam, dışarıdan bize ortak olsun ama içimize girmesine hiç gerek yok" dedi. Öbürler ise Türkiye’nin girmesinden yana. Amerikalılar bir de Amerikalı’lığın getirdiği o densizlikle rahat rahat fikirlerini söylüyorlar. Türkiye’nin ne kadar ileriye dönük olarak baktığını, bundan 5 sene sonra Türkiye’nin çok zengin olacağını, Avrupalılar’ın işlerini ellerinden almaya ihtiyaç duymayacaklarını, kendi ülkelerinde çok memnun olacaklarını söylediler. Bu arada Alman, Amerikalılar’ı biraz azarlar bir tavırla: "Siz böyle Türkler’in tarafını tutunca, bizlerde bir tepki oluşuyor. Siz niye bu kadar çok Türkler’in girmesini savunuyorsunuz ki?" dedi. Amerikalı: "Türkler olmasa,  bir de biz olmasak siz burada şimdi Rusça Rusça tartışıyordunuz. Soğuk savaş sırasında bütün Avrupa’nın güvenliğini onlar sağladı. Onların büyük ordusu, demokrasisi, sisteminize destek olmasıyla sağlandı. Tabii ki bizim de biraz katkımız olmuştur. Türkler de onun için girmeli. Siz onlara borçlusunuz" dedi. Bir başka Avrupalı çıkıp dedi ki: "Bizim tarih kitaplarımız Türkiye’den bahsederken ‘Asya minör’ (Küçük Asya) diyor" dedi.  Hollandalı ise: "Bizim tarih kitaplarımızda ise Türkiye’den bahsederken ‘Avrupa’nın hasta adamı’ deniyor; ama Avrupa’nın adamı olarak bahsi geçiyor, Asya’nın değil" dedi. Hani tarih kitaplarına bakma, şimdiye bak gibisinden…
Sonra seyircilerden biri, Ünilever’in patronu "Şunu açıkça söyleyeyim, biz Avrupa olarak Türkiye’ye muhtacız. Ekonomi, iş gücü, güvenliğimiz için muhtacız. Bunun aksini düşünmüyor bile olmamız lazım. Ben kime sorduysam, ‘Türkiye’nin Avrupa’ya girmesine karşı mısınız?’ diye, "evet" diyenlerin hepsine ilk sorduğum soru şu oluyor: "Peki hiç Türkiye’ye gittiniz mi?" Hiçbiri gitmemiş. Eğer bir kere gitseler zaten bu cevabı vermeyeceklerdir.  Benim herkese, özellikle de olumsuz düşünenlere tavsiyem Türkiye’ye gitmeleridir. Zaten Avrupa Birliği’ne girer girmez meselesinin dışında gidin, çok eğleneceksiniz. Ben çok keyifli yaz tatilleri geçiriyorum orada, her sene gidiyorum, balayımı bile orada geçirdim" dedi. Türkiye’ye Davos’tan bakınca insanın içi gerçekten ümitle doluyor. Özellikle Amerikalılar ve Avrupalılar’dan övgüleri duyunca, o gözle görünce çok memnun oluyorsunuz.
Türkiye’ye Amerika’dan bakınca onlar Türkiye’yi pek bilmiyorlar; ama eğer bir kişi Türkiye’ye gitmişse yüz üstünden yüz veriyor. Türkiye’ye gelip de Türkiye aleyhine konuşan kimseyi tanımıyorum. Irak savaşı sırasında aleyhte bir şeyler oldu, yazarlar bir şeyler yazdılar.  Ben kızıma soruyorum: "sana karşı okulda en ufak bir tepki var mı?" "Yok, niye olsun ki" diyor. Ama kızımın okulu çok kozmopolit bir okul… Bir kere bizim mahallenin yarısı Yahudi. Okulu çok iyi... Amerikanın en iyi okul sistemlerinden bir tanesi bizim mahallede. Dolayısıyla eğitime önem veren insanlar orada. Çoğu avukat, profesör, doktor veya yurtdışındaki şirketlerin New York’taki ofislerinin patronları orada oturuyor.  Kimse kimseye karışmıyor. Mesela Hıristiyan ve Yahudi bayramları okul sisteminde tatil... Kızım Kurban ve Şeker Bayramları’nda birer gün okula gitmiyor. Böyle de hoşgörülüler.