Engin Ardiç Şalom`daydi

Bu haftaki "Perşembe Sohbetleri" nin konuğu gazeteci - yazar Engin Ardıç idi. Kendisiyle Holokost, Varşova Gettosu direnişi, savaş sırasında Türkiye gibi konularda bilgi alışverişinde bulunduk. Sohbetin ana temalarını okurlarla paylaşıyoruz

Kültür
9 Ocak 2008 Çarşamba
Malumu ilan etmenin bir anlamı yok. Savaş yıllarında neler olduğunu herkes biliyor. Olayın istatiksel yanının da üstünde durmaya gerek yok, şu kampta bu kadar kişi öldü vesaire gibi. İsterseniz olayın biraz turistik yönünden söz ederek başlayalım.
Birçok insan değişik nedenlerden dolayı birçok yeri geziyor, görüyor. Bir de Fransızlar’ın "lieux de memoirs" dedikleri yerler vardır. Buralara da gitmek ve görmek gerekir. Bilmiyorum bu tür turlar düzenleniyor mu? Bu tür gezilerin mutlaka yapılması gerekir ve bunlar kesinlikle kâr amacı gütmemeli. Auschwitz ve Varşova da ziyaret edilmesi gereken yerlerin başında geliyor. Lütfen buraları gidip görün ve lütfen "bu konu ile ilgilenmiyorum, üzerinden çok zaman geçti, babamın zamanında olmuştu" veya "bize olmadı ki, bu Aşkenazların problemidir" gibi yanlış bahaneler öne sürmeyin. Buralarda olup bitenle ilgilenmemeye hakkınız yok, hiç birimizin hakkı yok. Bunu intikam amacı ile söylemiyorum. Bunu bilmek gerekir diye söylüyorum. Hatırlamak ve unutmamak zorundayız. Bunu kitaplardan veya filmlerden de öğrenmek mümkün; ancak gidip görmek çok farklı bir şey…
Auschwitz’deki gaz odalarını gezerken beni çok etkileyen bir şey oldu. Duvarlardaki tırmık izlerini gördüm. Tabii ki buraları temizlenmiş; ancak bu izler hâlâ var. İnsanların gaz ile boğulurken tırnakları ile duvarı nasıl kazdıklarını görüyorsunuz. Şimdi bunu kitaptan okumak başka bir şey, gidip görmek çok başka bir şey…
Oraya dünyanın dört bir yanından insanlar geliyor, gençler geliyor. İsrail’den de kızlı erkekli pırıl pırıl gençler geliyor. Hattâ bir tanesi elinde İsrail bayrağı ile geldi ve bayrağı dikti oraya.
Şimdi biraz gettodan söz edelim. Varşova’ya giderseniz ne yazık ki hayal kırıklığına uğrayacaksınız; çünkü Varşova gettosu diye bir şey yok. Bir tek bir duvar parçası duruyor. Bu bayağı yüksek bir duvar, uzunluğu da çok fazla değil. Onun dışında hiçbir iz kalmamış, Almanlar bütün buraları düzledikleri için. Bir de daha kuzeyde bir Katolik kilisesi var, o kalmış geriye, ona kilise olduğu için her hâlde dokunmamışlar. Daha sonra komünist rejim sırasında yeni mahalleler açıldığı için, gettonun sokakları da yok olmuş gitmiş. Bazı sokakların ismi değişmiş, bazıları da aynı kalmış. Yıkılan bitişik nizam evlerin yerine bahçe içinde sosyal konutlar yapılmış. Dolayısı ile beklediğiniz o getto havasını solumanız mümkün değil.  Ama bazı sokaklar duruyor: Mila Sokağı gibi. Bu Varşova ayaklanmasının başladığı sokak. Mila 18, biliyorsunuz kitabı da var ve o günleri anlatıyor. Mila sokağında 18 numarayı aradım ve sonunda buldum. O evin yıkıntılarını bir tümsek olarak saklamışlar, en üstünde bir de anıt yapmışlar; ama doğrusunu isterseniz bu anıtı pek de beğenmedim. Getto için yapılan anıtı da beğenmedim. Tümseğin üstüne bir merdivenle çıkılıyor. Orada Mordechai Anilievitch anısına bir dua yaptım. Bu çok heyecan verici bir şey. Mila 18’e gidip orada, o adreste, o sokakta bulunmak çok heyecan verici bir şey.
Bunun dışında Genza Sokağı vardır. O sokağı da Aniliewitch Sokağı yapmışlar. Mordechai Anilievitch benim kahramanımdır. Ondan geriye pek bir şey kalmamıştır, bir tek kara kalem bir resmi var o kadar. Babamla yaşıt bu adam… Babam 72 yaşında öldü, bu adam 24 yaşında ölmüş… Çok sevdiğim ve saydığım bir adamdır. Onun adını vermişler Genza Sokağına…
Biliyorsunuz Varşova gettosu iki bölümdür: küçük getto ve büyük getto diye ayrılır ve arasından bir sokak geçer… "Piyanist" filminde görmüşsünüzdür. Üzerinde bir tahta köprü vardır. Sokak duruyor, ama eskiden bu yana bir şey kalmamış, köprü de gitmiş; ancak o sokağın başından sonuna yürümek çok heyecan verici… Güney ucunda duvardan bir parça kalmış. Çok aradık çünkü düzayak bir yerde değildi. Site gibi bir yerin içindeydi. Eski bir Polonyalı Komünist buranın teşrifatçılığını yapıyor. Çiçekler vs koymuş, bir de imza defteri açmış, biz de bir şeyler yazdık… Resim çektik. Bütün bunların karşılığında ise sizden bahşiş istedi... Bu duvar parçasından başka geriye bir şey kalmamış. Yerine birçok sokak ve cadde inşa etmişler. Varşova Gettosunun bugünkü durumu kabaca bu…
Varşova’da iki ayaklanma olmuştu. Birçok kişi bunları birbirlerine karıştırıyor. Bunların ilki Getto ayaklanması: 1943 yılında olmuş, bir de 1944’te Polonyalıları’n kendi ayaklanmaları var. Gotto ayaklanması öncesi feryat ediyorlar dışarıdakilere. Diyorlar ki bize silah verin! Polonyalılar ise bunu erken buluyorlar. Tabii gettoya çeşitli nedenlerden dolayı girip çıkan insanlar var ve Polonyalı direnişçilerle Gettodaki direnişçiler bu şekilde temasa geçiyorlar. Polonya direniş ordusu, "elimizde silah yok kusura bakmayın" diyor, ve bunlara yardım olarak vere vere birkaç tabanca ile Alman yapımı saplı el bombaları veriyorlar, belki de bir de mitralyöz var. Kısaca yardımda bulunmamışlar, gettodakiler pek umurlarında olmamış, yani kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Koyu Katolik olan Polonyalılarda büyük bir Yahudi düşmanlığı var… Yahudiler İsa’yı öldürdüler ya!
Onların kendi ayaklanmaları ise 1944 yılının 1 Ağustos’udur. Hattâ 1 Ağustosu bayram ilân etmişlerdir. Ayaklanma büyük olmuş, yaklaşık 80.000 kişi katılmış ve şehrin lağımlarında bile devam etmiş.Şimdi Varşova’yı bu gözle gezmek gerek. Bu bana müthiş heyecan verdi ve ben bu heyecanı sizlerle paylaşmak istiyorum. Ben Varşova’da Hotel Bristol’da kaldım. Varşova Getto’su ayaklanmasını bastıran SS komutanı da aynı otelde kalmış… Bu da bana çok ilginç geldi. Anlayacağınız bu adamla bir de böyle bir komşuluğumuz oldu.
Ayaklanmanın filmi de çekildi. Filmin adı "Uprising" ve bunu şiddetle tavsiye ediyorum, görmekte mutlaka fayda var!

Engin Ardıç’a sorduk…

Şöyle bir olayın geliştiği söyleniyor. Getto’dan kaçan bir Yahudi genç bir şekilde İngiltere’ye ulaşır ve Churchill’den randevu talep eder. Beraber çay içerler ve genç buralarda olanları anlatır, Churchill’den Auschwitz’e giden rayları tahrip etmelerini ister. Churchill buna iki gün sonra cevap verir ve bu isteği politik olarak yerine getiremeyeceklerini söyler. Genç de kaldığı otelde intihar eder. Acaba böyle bir şey duydunuz mu? Bu gencin kimliği hakkında bir şey biliyor musunuz?
Doğrusunu isterseniz bunu duymadım. Ancak üç gencin öyküsü var. Bunlar Auschwitz’den kaçıyorlar ve buranın planlarını yapıyorlar, gösteriyorlar; ancak kimse inanmıyor. Aslında, birkaç bombalama olayı oldu diye biliyorum. Ancak demiryolları bombalandı mı, onu bilemiyorum. Belki stratejik olarak gerek görmediler. Belki de olanların abartıldığını düşündüler. Bu aslında müttefiklerin günahıdır, ayıbıdır. Bu insanları kurtarmak için bir şey yapmamışlardır. Eisenhower’a da söylemişler, buraları bombalamak lâzım diye, elimizi çabuk tutalım diye. "Hayır" demiş Eisenhower… "Bu insanları kurtarmanın en iyi yolu savaşı kazanmaktır… Bunun da bir süresi vardır" demiş. Belki de demiryollarını bombalamanın militer bir faydası olmayabilir.  Ayrıca o zamanın teknolojisi ile nokta atış mümkün olamayabilir. Bunun için de buna yanaşmamış olabilirler.
Ondan öte, yaşananlar insan hayalini o kadar aşıyor ki, bunu düşünmek, kabullenmek normal bir insan için çok zor. Bugün dahi, holokost karşıtları bunun farkında değiller. Holokostun abartıldığına ve propaganda malzemesi yapıldığına bu insanlar inanıyorlar; çünkü yaşananlar normal insanın hayal edemeyeceği kadar korkunç boyutlarda.

Diğer toplama kamplarını gördünüz mü? Örneğin Majdenek’i gördünüz mü? Majdenek’in, Auschwitz’in yanında hiçbir şey olduğunu anlıyoruz. Majdenek, Auschwitz’den çok daha küçük olmasına rağmen, daha vahşi sahnelere tanık oldu...
Hayır Majdenek’i görmedim. Polonyalı bir rehberimiz vardı. Majdenek ve Treblinka’ya gitmenin faydası yok; çünkü buralarda hiçbir şey kalmadı dedi. Görmek isterdim. Almanya’da Dachau’yu gördüm. Birçok insana sordum ararken ve hiçbiri bana bulmam konusunda yardım etmedi, sonunda çok zor buldum…
Söylediğiniz doğrudur. Auschwitz sanki biraz da turistik hâle getirilmiş durumda. Örneğin hemen girişteki kafeterya aslında karantina bölgesi olarak kullanılmış. Düşünebiliyor musunuz, toplama kamplarına gelenlerin ilk karşılandığı, saçlarının kesildiği karantina yerinde biz oturduk ve yemek yedik. Eşim durumun farkına vardı ve doğrusu yediklerim boğazıma düğümlendi.
Adamlar bu kadar vurdumduymaz davranmışlar.
Aushwitz’de bir kamp var sanılır. Hayır burada üç kamp vardır. Auschwitz I, Auschwitz II (Birkenau) ve Auschwitz III (Monovitz). Yazar Primo Levi’nin bulunduğu kamp üçüncü kamptır. Orada fazla bir şey de kalmamıştır.  Auschwitz asıl ilk kamp. Burası 1910 yıllarında Avusturya – Macaristan süvari kışlası olarak kullanılmış, üç katlı kırmızı tuğlalı binalar varmış. Daha sonra Polonya ordusu kışla olarak kullanmış. Bugün ayakta kalmış tek krematoryum ve gaz odası da orada. Onun hemen yanında bir darağacı var. Bu, kamp komutanının asıldığı darağacı… Orada durdum ve o günleri düşündüm. Kamp komutanı orada gaz odalarının hemen yanında ailesi ile mutlu bir hayat yaşıyor. Çocukları bahçede koşuyor, o da sebze falan yetiştiriyor, Wagner dinliyor. Evde hizmetçi olarak çalıştırdığı bir Yahudi kızı ile de ilişkisi var. Böyle hoş bir yaşam sürüyor. Asılması da işte orada oluyor. Ben asılmasını filmde seyrettim. Herkes merakla beklemiş ne diyecek asılmadan önce… "Özür dilerim" mi diyecek, "Heil Hitler" mi diyecek diye… Ama adam o kadar banal bir kişi ki aslında, hiçbir şey dememiş. "Daha önce ben böyle olaylar olduğunu bilmiyordum, ben yalnızca emir aldım ve bunları uyguladım" diye yazmış; ancak orada hiçbir şey dememiş ve öylece asılmış. Bunlar o kadar sıradan adamlar ki, belki normal zamanlarda Almanya’da kasap bile olamayabilirlerdi. Ancak şartlar onları buraya getirmiş ve bu adamları vahşi birer caniye dönüştürmüş. Eichmann da böyle değil miydi? Filmde seyretmişinizdir. Söylediği tek şey "Ben emirleri yerine getirdim" olmuştur. Adamda yoksa bir azamet yoktur. Himmler de tavukçudur. Şimdi siz bu adamların eline bu kadar güç verirseniz adamlar da böyle vahşet uygularlar.

Peki, bu kadar kanıta rağmen, bu kadar tanığa rağmen, Holokost revizyonistleri, inkârcıları var. Bunlar Yahudilerin Holokost’tan getirim elde ettiklerini söyleyecek kadar da ileri gitmişlerdir...
Bunlar ilk önce yaşanılanların farkında bile değiller. Bunların arasında cahil olanlar var.
Bu insanlar bir şeyleri inkâr etmeye çalışıyorlar ve bundan bazı çıkarlar sağlıyorlar. Böyle inanmak ve bunu savunmak onları rahatlatıyordur… Gerçeği yorumlayacak modeller de var. İşte, krematoryum var mı? Var! Ancak buralarda yaşlılık veya hastalıktan ölenler tamamen hijyenik nedenlerle yakılıyor diyorlar. Bunları aklı başında hiçbir insan ciddiye almaz; çünkü bu konuda korkunç bir literatür var, buna sırt çeviremezsiniz.
Tabii ki, bu reddin arkasında antisemitizm de var. Adam bunun olmadığına kesin inanıyor. Bunda siyasî nedenler de var. Holokost’tan İsrail doğmuştur meselesi örneğin… Yani, bunun nedenleri arasında Yahudi düşmanlığı var, İsrail düşmanlığı var. Bunların birinden diğerine çok kolay geçebilirsiniz.

Holokost’un reddedilmesine karşı birçok dâvâ açmış ve zamanının önemli bir bölümünü buna ayırmış bir kişi şöyle demişti: Burada savaş dünyanın yuvarlak olduğunu ispat etme savaşı değil. Burada savaş, hâlâ dünyanın düz olduğunu sananlara karşı yapılan bir savaştır. Bu anlamda, asıl tehlike Holokost’un reddi değildir. Asıl tehlike Holokost’un bazı başka olaylarla beraber anılmasıdır. Ne dersiniz?
Tamamen katılıyorum. Ermeniler ile ilgili olarak, bunu soykırım boyutuna taşımak mümkün değil. Amerika’da Kızılderililere karşı yapılanlarla da bunun hiçbir alakası yok. Holokost bambaşka bir şey. Akla gelmeyecek öldürme ve işkence yöntemleri kullanılmış burada.
Korkunç bir vahşet var burada. Örneğin, mengele ile yaptıklarını yok saymak mümkün değil.
Bunun bir benzeri yok! Bu insanlar neler çekmişler. İnsanlıklarından çıkarılmışlar… Düşünün soğuktan ölmemek için, ölenlerin bedenlerini yorgan yapmışlar kendilerine. Tabii bu acıyı taşımak çok zor… Holokost’tan kurtulanların arasında intihar olaylarının çok olmasının bir nedeni de budur mutlaka.
"The Gray Zone" diye bir film var. Bu filmde, yanlış olmasın, üçüncü veya dördüncü krematoryumdaki kapo ayaklanması anlatılıyor. Biliyorsunuz kapolar kampların vazgeçilmezleri. Bunlara o kadar kötü işler yaptırılıyor ki, birçok hak veriliyor… Zaten bunlar hep sarhoş geziyorlar, yoksa yaptıklarını yapmak mümkün değil. Almanlar kapo kadrolarını da sık sık tasfiye ediyorlar. Eskilerini öldürüp yerine yenilerini getiriyorlar. Bunlar kamplarda asayişi sağlayan kapolar değil. Bunlar ceset toplayan, yakan kapolar. Bunlar günün birinde ayaklanıyorlar ve krematoryumu havaya uçuruyorlar. Vahşete dayanamıyorlar! Bu filmi görmekte fayda var.

Savaş esnasında Türkiye’de neler oluyor? Bir "20 sınıf" olayı var. Savaş esnasında her kısım azınlıktan 20 yaş ile 40 yaş arası erkekler 3 sene boyunca askere alınıyor...
Türkiye’de en belirgin olan varlık vergisi olayıdır. 20 sınıf olayını bilmiyorum. Ancak varlık vergisi olayı bir gerçektir ve sermayenin Türkleşmesi planının bir parçasıdır. Bu çok daha önceleri, İttihat ve Terakki tarafından öngörülmüş;ancak yapılmamış. Varlık vergisi ile sermaye azınlıkların elinden Türklere geçmiştir.
Bunun bir diğer nedeni ise, Almanların geliyor olmasıdır. 1942 – 43 yıllarında savaşın kimler tarafından kazanılacağı belli değildir, dolayısı ile bir hazırlık yapılmaktadır.
Burada İsmet İnönü’nün bütün derdi Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve savaşa sokmamaktı.
Burada hem dış dengeleri hem de iç dengeleri korumak gerekiyordu; çünkü Türkiye’de Almanlarla bir olup, Kafkaslardaki Türk nüfusla birleşip burada bir Türk devleti kurmayı isteyenler de vardı. Bunlar Almanlar’ın yanında savaşa girilmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Nitekim savaşın ters dönmesinden sonra Stalin, Türk – Sovyet saldırmazlık paktını uzatmayarak tepki verdi, hattâ işi Kars’ı istemeye kadar götürdü. İşte İnönü’nün başarısı bunları da dengeleyebilmek oldu…

Peki, Almanlar neden Edirne’de durdu?
Bana göre Almanlar’ın akıllarında daha öncelikli yerler vardı. Kafkas petrollerine ihtiyaçları vardı. Romanya zaten kontrollerinde idi, yoksa neden Anadolu’ya geçmesin. Unutmayalım ki Irak’ta da kendi yandaşları vardı ve hem onlar hem de çok ciddi petrol yatakları Almanlar’ı bekliyordu… İtalyanlar’ın Arnavutluk ve Yunanistan’da başarılı olamayıp burayı Almanlar’a terk etmeleri de, durumu Türkiye’nin lehine çevirdi, çünkü uğraşmaları gereken yer çok sayıdaydı.
Marx der ki: "Olaylar böyle gelişti ise, başka türlü olamayacağındandır." Dolayısı ile Almanlar’ın daha fazla bir yere varamayacakları belli idi. Örneğin Normandia çıkartması başarılı olmasaydı, müttefiklerin buna benzer bir harekâtı tekrar kurgulamaları zaman alacaktı ve savaş belki 1950’lere dek uzayacaktı; ancak Almanlar yine de yenileceklerdi diye düşünüyorum.