Diş ticarette küresel trendler yerel firsatlar -2

İzzet NASKüresel anlamda mal ve servis ticaretinin önündeki bariyerler 1990`larda yaşanan neoliberal süreçte teker teker kaldırılırken, tam serbestleşmeye doğru emin adımlar atıldı. Dünya Ticaret Örgütü`nün (DTÖ) 1995`te kuruluşundan sonra serbestleşme trendi daha da pekişti ve örgüt özellikle Çin`in 1999`da üye olma

Ekonomi
9 Ocak 2008 Çarşamba
DTÖ’nün 2005 yılı Dünya Ticaret Raporu’na göre, 2004 yılı son 10 yılın hem büyümenin hem de küresel ticaretin en hızlı artış gösterdiği yılı oldu. 2004’te yüzde dört  büyüyen dünya ekonomisi, ticaretin artışına da pozitif etki yarattı. Bu nedenle, 2004’teki yüzde dokuzluk reel ihracat artışı bir önceki senenin iki katından fazla. Dünya üzerinde tüm kıtalar, bu büyümeden nasibini almış, fakat farklı oranlarda. Ticaretin en yoğun gerçekleştiği bölgeler, Asya, Güney ve Kuzey Amerika ülkeleri ile Bağımsız Ülkeler Topluluğu. Özellikle emtia ticaretinin çok yoğun bir dönem yaşadığı 2004 senesi, Afrika’daki birçok az gelişmiş ülkenin bile dünya ticaretinde söz sahibi olmasına imkan verdi. 2005 senesindeki toplam ticaret hacmi artışı yüzde 6.5 olarak öngörülüyor, bunun sebebi olarak da küresel sorunlar gösteriliyor. Sorunlar arasında, yüksek enerji fiyatlarının üretim maliyetlerine olumsuz etkisi, 2005’te yaşanan kasırga, deprem ve terör gibi felaketlerin üretimi kısması, bazı gelişmiş ülkelerin durgun ekonomileri, faiz ve kurların kimi ülkelerde dengesizliklere yol açmaları gösteriliyor.
Dünya ticaretinin geneline bakıldığında, iki önemli sonuç ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki, ticaretin en yoğun olarak gerçekleştiği bölgelerde var olan ticaret blokları. Farklı yapıları, yaklaşımları ve hedefleri olmasına rağmen güçlü ticaret bloklarının etkin olduğu ülkeler küresel ekonomide daha fazla pay sahibi durumdalar. Bu blokların arasında, Güney Amerika’da Mercosur, Kuzey Amerika’da Nafta, Asya’da Aseanve Avrupa’da AB gösterilebilir. Gelişmekte olan ülkelerin sözü edilen ticaret bloklarıyla tam üyelik, ya da ikili serbest ticaret anlaşmaları imzalaması ekonomik ve siyasi olarak uzun dönemli istikrarın bir parçası olarak görülebilir. İkinci olarak, küresel ticaretin ağırlıkla ülkeler arasında değil, ulusötesi şirketler (UÖŞ) arasında yapıldığı gözlemleniyor. Bu rakam 2004 itibariyle yüzde 67.65’e ulaşmış durumda. Bu nedenle ulusötesi şirketler yerel, bölgesel ve küresel büyümede büyük önem arz ederken, yıllık cirolarıyla gelişmekte olan birçok ülkenin gayrisafi milli hasılasından daha yüksek rakamlara ulaşıyorlar. Araştırma & geliştirme yatırımları, teknolojik altyapı gibi yüksek meblağlı yatırımları kendi öz kaynaklarıyla gerçekleştiremeyen ülkeler için, UÖŞ’ler küresel rekabete geçişte birer kaldıraç, birer çıkış kapısı görevi görüyorlar. Harvard Üniversitesi profesörü Robert Borro bu gibi şirketlerin yatırım tercihlerini belirleyen faktörlerin arasında geleneksel olarak öngürülen coğrafi konum, pazar büyüklüğü, büyük pazarlara yakınlık, ucuz iş gücü maliyeti, esnek çevre ve koruma kanunları yerine kişi başına düşen milli gelir, kamu harcamaları, hukukun üstünlüğü, uluslararası açıklık  ((IT+IH)/GSMH olarak hesaplanıyor. Sonuç ne kadar büyükse ülkenin açıklığı o kadar küçük oluyor), enflasyon oranı, çocuk ölüm oranı, eğitim kalitesi ve zorunlu eğitim süresi gibi etkenleri sıralıyor.
Bu bağlamda, son yıllarda dünya ekonomik gündemin en çok ve en sık ilgilendiren konuların başında gelen Çin ve Hindistan’ın istikrarlı büyüme performansları ve izledikleri politikalar Borro’nun öngörüsünü doğruluyor. Örneğin, Çin’in DTÖ istatistiklerine göre Avrupa ve Amerika’da işlenmiş ürün pazar payı yüzde 50’nin üzerinde. Oysaki sadece iki sene önce Meksika’nın Amerika’daki pazar payı Çin’in iki katıydı. Ancak, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin önünde hâlâ büyük fırsatlar bulunuyor. Çin’in dünya pazarında giderek artan egemenliğine karşın ithalatı ihracatından daha çabuk büyüyor. Özellikle petrol, demir-çelik, değerli madenler, kimyasallar gibi ham madde ile ara madde ithalatı yapan dünyanın en büyük pazarı Çin’de toplumsal refahın artışıyla beraber lüks tüketim talebi de artıyor. Shanghai, Pekin, Guangzhou, Ningbo gibi şehirler birer Avrupa başkentini andırıyor. Özellikle bu şehirlerin hinterland’larını katıldığında 200 milyonluk bir kesime yönelik kaliteli tekstil ürünlerinden gıdaya, otomobilden lüks konuta kadar birçok alanda ihracat olanağı bulunuyor. Markalaşmanın kaliteye eklendiği, küresel tanınırlılığın fark yarattığı tüketici eğilimlerinde Türk firmalarının önünde geniş imkanlar sözkonusu, tabii ki akılcı ve yaratıcı pazar giriş stratejileri başarıda kritik bir rol üstleniyor.

SONUÇ
Ekonomisini yeniden yapılandırılan, siyasi istikrara sahip, iş süreçlerini revize ederek yabancı yatırımcılar için bir çekim merkezi aday Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci ile bölgesel bir güç ve odak merkezi olma hedefi hayata geçmeye daha muktedir görülmektedir. Bu bağlamda, tam rekabetçi, ulusal kalkınma stratejilerini net biçimde ortaya koymuş, teknik, idari ve hukuki altyapısını güçlendirmiş Türkiye’nin önünde büyük fırsatlar yer almaktadır. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken en önemli unsurlardan biri, küresel ve yerel risklerin göz ardı edilmesi ve dolayısıyla stabilizasyon sürecini tamamlamış ve gözünü büyümeye dikmiş Türkiye’nin orta ve uzun vadeli istikrarı için büyük bir handikap teşkil etmesidir. Nitekim, bir yandan benzerine az görülür biçimde gerek dünyanın önde gelen Batı, Arap ve Yahudi sermaye ve yatırım kuruluşlarını çekebilme, öte yandan Koç, Sabancı, Enka, Alarko ve Akfen gibi sermaye gruplarının sermaye ihracat etmeleri sonucunda bölge ekonomilerinde giderek çok daha geniş iş hacimlerine ulaşmaları yakın gelecekte Türkiye’yi karşılaştırılmalı olarak dünya ekonomileri arasında gelişmiş ekonomiler grubuna dahil edebilecektir.