Dinlerin Medeniyetlere Katkilari

Hahambaşı Rav İsak HALEVABu haftaki sayımızda Hahambaşımız Rav İsak HALEVA`nın I.Hatay-Antakya Medeniyetler Buluşmasında yaptığı konuşma metnini paylaşıyoruz…

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba
Hatay-Antakya,
26 Eylül 2005
                                                                                             

Dinlerin medeniyetlere katkısı konusu az işlenmiş, üzerine az söz söylenmiş, az yazı, makale, kitap yazılmış bir konu değildir. Nedir ki; değişen zamanın getirdiği değişik bakış açıları bu konuda yeni yeni tezlerin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Öyle olmasa bile, dinlerin medeniyetlere katkısının yeri geldikçe hatırlatılması birçok bakımdan yarardan uzak sayılmamalıdır.
Kuşkusuz ben konuyu mensup olduğum din disiplini olan Musevilik anlayışı çerçevesinde değerlendirip izah etmeye çalışacağım.
İnsanlık tarihinin ilk semavi ve kitabi din disiplini olan Musevilik, insanlığın o devre kadar tanımaktan uzak bulunduğu "tek tanrı" anlayışını getirmiş olmakla, bireysel ve toplumsal ahlak esaslarını bulunduğu bir tür başıboşluk durumundan, tanrısal buyruklara bağlı olma seviyesine yüceltmiş bulunmaktadır.
Tevrat’ın, Museviliğe verilişi ile birlikte; tek bir yaratıcıya, eşi benzeri olmayan kendisine tapılacak tek bir Tanrı’nın varlığına olan inanç da bütün insanlık için gerçekleşmiştir.
Tevrat metinleri ilk İbrani ata Hz. İbrahim’in daha sonra yerleşeceği bölgeye ilk geldiğinde, yöredeki ahlaksızlıklarla karşılaşması nedeniyle ne tür yaşamsal tehlikeler yaşadığını açıkça yazmakta, bu hususta adeta "Tanrıya hesap verme kaygısı yoksa medeniyet de yoktur." ilkesini getirmektedir.
Binlerce yıl boyunca, doğa güçlerine, hayvanlara hatta kendi yaptıkları putlara tapan insanları, elle tutulmaz,  gözle görülmez varlığı gücü ve hikmeti ancak kalbin derinliklerinde hissedilebilecek tek bir Tanrı’ya inanmakla, hepimizin peygamberi Hazreti İbrahim,  atalarımızı ilkel canlı varlıklar seviyesinden,  inanan,  tanrısal hikmeti anlamaya ve kavramaya çalışan, buyrukları dinleyen ve kuşaklar boyunca öğretiyi aktaran medeni insan seviyesine çıkarmanın ilk adımını atmıştır.
İnsan denen varlığın kendisini yaratan yüce tanrının varlığına ve sonsuzluğuna inancının günlük yaşama aktarılması olarak da tanımlayabileceğimiz din kurumu, temel ilke olarak tanrı sevgisiyle insan sevgisini aynı seviyede birer erdem olarak tanıtırken, bunu belli bir aşamanın ötesinde var olan her şeye karşı duyulması gereken bir muhabbet ve saygı olarak da takdim eder.
Tektanrı inancının olmadığı devirlerde, ilkel putperest ayinlerinde ve hemen her yerde, hatta soyluların eğlencelerinde sebepsiz yere insanların öldürüldüğü hepimizin malumudur. Oysa bilgelerimizin   "Bir insan öldüren bütün bir dünyayı öldürmüş sayılır" şekli ile yorumladığı  "cinayet işlemeyeceksin" Tanrı buyruğu açıktır. Yaratılmış olanın ve yaşayanın; İnsan olsun ya da başka her hangi bir canlı olsun; yaratandan ötürü kutsal olduğu ve yaşama hakkı olduğu gerçeği, insanlık âlemi için ancak semavi dinlerden birine olan bağlılık ile anlamlı bir gerçektir.
Bu noktadan hareketle; insanların eşit olarak var kılındıkları yanında her ferdin hürriyet hakkı bulunduğu, zulümden kaçarak belli bölgelere kaçanların eski yerlerine gitmeye zorlanamayacakları veya oraya iade edilemeyecekleri tanrısal buyruklarla hüküm altına alınmıştır.
Yine aynı noktadan hareketle konut dokunulmazlığına riayet ve zoralım girişimlerinde bile hane masuniyetinin korunması da bir ilahi buyruk olarak vurgulanmaktadır.
Din, birey olarak insan inancına dayandığı kadar belki de fazlası ile insanlığın en temel ve önemli kurumuna; aileye dayanmaktadır. Hepimiz bildiğimiz pek çok şeyi yaşam şeklimizi kültürümüzü ve bu arada inancımızı ailelerimize borçluyuz. Dimağı temiz, iyi ahlaklı, uyumlu, insanlığa verimli bireylerin inançlı, huzurlu ailelerde yetiştiği hepimizin malumudur.
Din kurumu gerek koyduğu kural ve öğretilerle gerek toplumlarda yerleştirdiği adet ve alışkanlıklarla, aile kurumunu korumuş ve işlevlerinin gelişmesine neden olmuştur.
Hepimizin en önemli varlıklarının çocuklarımız olduğunu biliyoruz. Deyim yerinde ise,  bütün yaşamlarımızı gelecek nesillerin refahı, huzuru ve barış içinde yaşaması için programlamış durumdayız. Dini inancın ve ahlakın  "Tanrı Korusun" anlamı olmasa idi, aile içindeki birlik ve dayanışmanın giderek gelecek nesillerin yetiştirilmesi için yapılacak fedakârlıkların da bir anlamı olmayacaktı. Oysa dini inanç ve kurallar aile kurumunun gelecek nesiller için olmazsa olmaz işlevlerini yerine getirmesini sağlamaktadır. Gelecek nesillerin, içlerinde saygının sevginin huzurun barışın hüküm sürdüğü inançlı ailelerde yetiştirilmeleri toplumlar için paha biçilmez bir hazinedir. Din aile içi gelenekleri koruyan en önemli müessesedir.
Kuşkusuz bunlar her bakımdan daha medeni ve daha yaşanılabilir bir dünyanın ilk temel taşlarını oluşturacak unsurlardır.
Mensubu bulunduğum Musevi din disiplini çerçevesinden bakıldığında, bu alanda belki de ilk sözü edilmesi gereken "On Emir"dir.
Dikkatli bir bakış, "On Emir" bütününün; bireylerin önce tanrıyla, sonra aileleri ve yakın çevreleriyle, sonra da birbirleriyle ilişkilerini tanzim ederek belli bir disiplin altına aldığını görmeye yetecektir.
Bu bütünlüğün 4. emrinin daha o dönemlerde herkesin tatil hakkına vurgu yapmış olmasının, çalışma karşılığı ücretlerin geciktirilmeden ödenmesi gerektiğine ilişkin tanrısal buyrukların dikkate değer olduğunu belirtmeye gerek görmüyorum.
Tevrat metinleri hak ve adaletin toplumu ayakta tutan en temel unsurlar olduğunu, cezanın ancak yargı tarafından tespit edilebileceğini ve suç ile ceza denkliğine önem verilmesi gerektiğini özellikle vurgular ve bunu bir ilahi buyruk olarak tanımlarken, toplumu çürüten rüşvet ve yolsuzluğu da bilginlerin gözlerini körelten ve adillerin işlerini saptıran erdemsizlikler olarak takdim eder.
Çevre ve doğa koruması konusunda Tevrat metinleri hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek bir biçimde ve savaş hali bile söz konusu olsa dikili ağaçlara zarar verilmemesini bir tanrı buyruğu olarak ortaya koymaktadır.
Ve nihayet: Nebi Yeşaya’nın "Sırtlanla oğlağın beraberce nefeslenecekleri, savaş silahlarının tarım araçlarına döndürüleceği ve ulusların artık savaş sanatını öğrenmeyecekleri…" şeklindeki geleceğe ilişkin özlem ve öngörüsünün günümüzde Birleşmiş Milletler binası önündeki bir anıtta kazınmış olarak tüm uluslara hedef gösterdiğini hatırlatmak istiyorum. 

Değerli Dostlar,
Bütün bu sıraladıklarım bundan önce de benim veya ben gibi kişilerin çeşitli benzer platformlarda belki de defalarca ortaya koydukları, çoğunlukla bilinen şeyler.
Oysa günümüzde gördüğümüz; medeniyetin adeta kendini tahrip etme eğilimine girdiğidir.

Nasıl mı?
Hanımefendiler beyefendiler, bugün dünyamızda her üçbuçuk saniyede bir insan açlıktan ölmekte, buna Afrika’da her otuz saniyede bir sıtma nedeniyle ölen bir çocuk dâhil değil. 
Hanımefendiler beyefendiler, bugün dünyamızda her yıl altı milyon çocuk kötü beslenme nedeniyle henüz beş yaşına basamadan can veriyor. Afrika’da neredeyse nüfusun yarısı temel besin maddelerine ulaşma imkânlarından tamamen yosun.
Her gün AIDS nedeniyle altı bin insan ölmekte sekiz bini aşkın insan ölümcül hastalıklara yakalanmakta, bu yetmiyormuş gibi, eşcinsellik giderek yaygınlaşmakta, hatta eşcinsel evliliklere belli bir meşruiyet de kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Hırsızlık, gasp, soygun, ırza geçme ve daha pek çok suç türü ve ahlaksızlık aldı başını gidiyor.
Bugün dünyada temel eğitim alamamış 114 milyon çocuk, okuma yazma bilmeyen yaklaşık 600 milyon kadın var. Dikkatinizi çekerim; neredeyse dünya nüfusunun % 10’u bu sayı.
Uyuşturucu maddeler arzı o kadar yaygınlaştı oylum kazandı ki, kendine yeni yeni pazarlar arama adına daha ilköğretim çağını yaşayan çocuklarımız arasından kendine körpe müşteriler arayışına girişti de ötesine geçti.

E peki medeniyetler ne yapıyor bu arada?
Medeniyetler askeri harcamalar için her saat başı 100 milyon doları tanka, topa, tüfeğe ve mermiye harcıyor. Ne güzel değil mi?
Bu senede 1 trilyon doları aşkın bir meblağ demektir.
Bu parayla kaç okul, kaç hastane, kaç yuva açılır hiç düşünüyor muyuz ki?
Bu parayla, sadece bir yıllık askeri harcamalara ayrılan bu parayla kaç yıl kaç çocuğun açlıktan ölmesi, bakımsızlıktan hastalanması önlenebilir hiç düşünüyor muyuz ki?
Yoo… Niye düşünelim ki? Bizler medeni insanlarız. Medeniyetten nasibimizi almışız aklımızca. Eğer medeniyet dedikleri buysa, ben medeni olmaktan çoktan vazgeçtim.
Hani benim gibi birinin, ömrünü toplumuna umut aşılamak, dindaşlarını ve insanları cesaretlendirmekle geçen birinin ağzına yakıştıramayacağınızı çok iyi biliyorum ama yine de söylemeden edemeyeceğim; "Olmaz olsun böyle medeniyet" Bu mu yüce yaratanın bizden beklediği, bizden istediği, bize buyurduğu?
Yazık, çok, hem de pek çok yazık…
Medeniyet intihar ediyor, gümbür gümbür yıkılıyor medeniyet.
Ve eğer dinler medeniyetlerin bu intiharını önleme adına hemen ve derhal harekete geçmeyecekse, hemen ve derhal çözüm önerileri üretmeyecekse, hemen ve derhal en canhıraş feryatlarla tehlikeye işaret etmeyecekse, hiç temenni etmem ama korkarım bugüne kadar alınan mesafelerin tümü heba olacaktır.
Ve eğer dinler medeniyetlerin bu intiharını önleme adına hemen ve derhal harekete geçmeyecekse, hemen ve derhal çözüm önerileri üretmeyecekse, hemen ve derhal en canhıraş feryatlarla tehlikeye işaret etmeyecekse biz niye varız ki?
Soruyorum: Biz niye varız?
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.