Bir Beşiktaş yazisi...

İsrail İstatistik Departmanı`nın yaptığı açıklamaya göre 2005 yılının ilk yarısında İsrail`e göç edenlerin sayısında bir düşüş yaşandı. Yılın ilk altı ayı İsrail`e 8120 kişi göç ederken, bu sayı 2004 yılının aynı döneminde %5 daha fazlaydı

Spor
9 Ocak 2008 Çarşamba

Yakir MİZRAHİ
Eğer ki bir gün bir başka Türk takımı, dünyanın en önemli takımlarından biri olan Manchester United’tan bir oyuncu alsaydı ve bu oyuncu yaklaşık 1000 gün evvel bir dünya kupası kaldırmış olsaydı, herhalde Türk spor medyası şimdikinden farklı olarak tepetaklak manşetler atar, neredeyse tüm Türkiye daha önemli konular varken haftalarca bu transferi konuşurdu... Ya da iki sene önce Alman liginde gol kralı olmuş, enteresan görünüme sahip bir oyuncu, Beşiktaş yerine bir başka büyük Türk takımının kadrosuna katılmış olsaydı, inanın şimdikinden çok daha farklı şeyler konuşulurdu... Avrupa’nın en önemli kulüplerinden transfer edilen oyuncularıyla açıldı bir Beşiktaş yazısı; Kleberson ve Ailton ile...

Brezilya Milli Takımı’nda da oynayan Jose Kleberson’un kim olduğunu anlatabilmek için Galatasaray’ın şimdilerde oynadığı bol ofansif oyunculu sistemden biraz bahsetmek gerekir. 2002 Dünya Kupası boyunca Brezilya Milli Takımı’nın oynadığı sistem, Eric Gerets’in takımına uygulatmak istediği sistemle çok benzeşiyor. Sayılarla belirtmek gerekirse 4ǃDžDŽ taktiğiyle oynayan Galatasaray’da görünen tek ön libero Saidou ise ve bu oyuncu ligin ilk iki haftasında takımının en kritik oyuncusu ise, Kleberson’un Brezilya Milli Takımı’nda son Dünya Kupası maçları boyunca ne kadar önemli bir futbolcu olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sistemde oynayan tek ön libero o kadar önemlidir ki, hani klişe bir lafta söylendiği gibi "Bu adam seni ya vezir ya da rezil eder". İşte o Jose Kleberson, 2002 Dünya Kupası’nı "bileğinin gücü" ile havaya kaldırmış bir futbolcudur.
Son yıllarda kaliteli yabancı oyuncuların transferleri ile adından fazlasıyla söz ettiren Alman Ligi’nde 8 sene oynamış ve bir önceki sezon gol kralı olmuş bir adama, siyah beyazlı formayı giydiriyorsanız, orada biraz durmak gerekir. Cüssesine bakıldığında kendisinden beklenmeyen bir hızla topla ilerleyebilen, ceza sahasında "Mario Jardel tarzı" tek vuruşluk gollere imza atma becerisine sahip olan Ailton, Beşiktaş’ın hücum hattına hakikaten önemli güç katacağa benziyor. Ailton haricinde Youla, Ahmet Dursun, Veysel, Ahmed Hassan, Sergen, Tümer, İbrahim Akın ve zaman zaman Pancu gibi ofansif açıdan oldukça kuvvetli alternatiflere sahip olan Beşiktaş, eğer ki ofansif futbol anlayışını benimserse bu yılın en çok gol atan takımı olur.
Üç büyükleri birarada düşündüğümüzde futbol tarihinde kurulan ilk takım olmasına rağmen, aralarında kabul edilen ezeli rekabette akla en son gelen Beşiktaş, taraftarı ve camiasıyla beraber 100. yılında yaşadığı o müthiş sinerjiyi bu sene de yaşayacağa benziyor. Gerçi bu tip ifadeleri kullanmak için oldukça erken gözükebilir, ama yapılan transferler ve taraftarın takımına olan sevgisi bu karşılıklı sinerjinin çok olumlu sonuçlar doğuracağını gösteriyor kanımca... İki senedir sezon başlarında yapılan transferler ile takımın çehresinin genel olarak değiştiğini düşünürsek ve bunun yanısıra özellikle geçen sene transferleri gerçekleşen bazı oyuncuların şimdilerde A takımla bile idmana çıkamadıklarını hesaba katarsak (Berkant, Tayfun), transferin beceri ve zaman gerektiren bir süreç olduğunu hatırlamamız gerekebilir. Tıpkı Manchester United’tan koparılıp, Beşiktaş’ın orta sahasına monte edilen 26 yaşındaki ön libero Jose Kleberson’un transferinin yaklaşık bir yıl sürmesi gibi...
Beşiktaş’ın kadrosunu incelediğimizde, tecrübeli oyuncuların fazla sayıda olması, fakat hiç Ümit Milli Takım oyuncusuna sahip olunamaması, bir tezat oluşturuyor. Kadroda yaşı 30’u geçmiş 8 oyuncu bulunuyor. Bu sayı genel kadronun 3’te 1’i eder, yani az olmasa gerek! Takımdaki en genç oyuncu ise A Milli Takım aday kadrosuna ilk defa çağrılan 21 yaşındaki sol kanat oyuncusu İbrahim Akın... 100. yıldaki şampiyonlukta büyük emeği olan ancak 3 yıldır ortalarda pek gözükmeyen Sergen, ara sıra müthiş parlak form grafiğine sahip olan Tümer, sağ tarafta Ali Güneş ve Okan ile kıyasıya bir rekabete yeni katılan Ali Tandoğan siyah-beyazlı takımın hiçbir zaman yabana atılmamasını sağlayacak nitelikte futbolcular... Zaman zaman "1" numaralı Pancu’nun bile kale sahasına iyi bir yedek olabileceği gibi, sahanın her alanında birden çok alternatife sahip olan Beşiktaş’ın, bence en büyük artısı camiaya ve taraftara yabancı olmayan bir çalıştırıcıya sahip olması... Futbol oynadığı yıllarda çok koşmasından ve çalışkanlığından ötürü "atom karınca" lakabını alan Beşiktaş Teknik Direktörü Rıza Çalımbay, kuşkusuz kendi futbol mantalitesini takımına yansıtacaktır. Dolasıyla "kartalların" bu sezonki en önemli özelliğinin çok koşan ve savaşan bir ekip olacağı düşüncesinde birleşmek gerekir.
Beşiktaş’a idari açıdan bakacak olursak, bu kulüp diğer bir ezeli rakibinin –Galatasaray’ın– yapmadığını yapıp amatör şubelere gereken önemi vermekte... Geçen sene bayan basketbolcuları şampiyonluk kupasını kazanan, erkek basketbolcuları ise şampiyonluğu kılpayı kaçıran, kendi tekerlekli sandalye basketbol takımına, voleybol, hentbol gibi sporcu yetiştiren branşlara sahip olup, onlara önemli maddi destekler sağlayan yönetim, bu sayede Beşiktaş’ın "hala" spor kulübü olma özelliğini sürdürebiliyor. Bunun yanısıra yapımına bugünlerde başlanan Fulya Projesi sayesinde, Beşiktaş’ın kasasına ileride hatırı sayılır derecede para akışı sağlanacak. Türkiye’de ilk defa stad ve tesis projelerini dile getiren, fakat icraatta gözükmeyen spor kulubünün yerinde saydığı şu günlerde, siyah-beyazlı yönetimin Fulya Projesi’ndeki organizasyon ve yöneticilik başarısı, alkışa değer, takdire şayan olsa gerek...
Son olarak, üç büyüklerin bu sezonki takım yapılarına ve kadrolarına baktığımızda, her birinin kollektif takım bilinci oturduğu zaman, Avrupa’da önemli başarılara imza atacağı düşüncesindeyim. Zira özellikle UEFA Kupası’nda büyük takımlarımızın rahatlıkla geçebileceği takımların bulunması bu öngörümü destekleyen en önemli faktör. 10 Mayıs 2006 tarihinde Hollanda’nın Eindhoven kentindeki Philips Stadı’nda takımlarımızdan birini ya da ikisini karşılıklı final oynarken seyredebilmek, bence hiç de hayal olmasa gerek... "İnanmak, başarmanın yarısıdır" derler, sizce de öyle değil mi?...