Evren Balta: “Vatanın ne olduğu, kimin o vatana dahil olduğu Türkiye´nin en önemli fay hattı”

Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı ve İstanbul Politikalar Merkezinde kıdemli uzman olan Doç. Dr. Evren Balta ile çağımızın ana sorunları olan belirsizliği, eşitsizliği, popülizmi, komplo teorilerini, değişen milliyetçilik ve vatandaşlık kavramlarını ve Türkiye´yi derinden etkileyen göç meselesini konuştuk.

Karel VALANSİ Söyleşi
18 Aralık 2019 Çarşamba

Çağımızın bir ruhu var mı?

Çağın ruhunu büyük oranda umut ilkesinin eşlik etmediği bir belirsizlik durumu olarak tanımlayabilirim. İnsanlık tarihinin tamamı geleceğe yönelik bir belirsizlik üzerine kurulu. Ama bu belirsizlik içerisinde dahi her zaman geleceğimizin bugünden daha iyi olacağına, çocuklarımızın geleceğinin bizimkinden daha iyi olabileceğine dair bir umudu barındırıyordu. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası bu umudun, refah devletlerinin gelişmesi, sosyal devlet pratiklerinin yaygınlaşmasıyla arttığını gözlemleyebiliyoruz. Ama içinde bulunduğumuz bu dönemin en önemli özelliği belirsizliğin yanında bir umut ilkesinin olmaması.

 

Yani çocuklarımız bizden daha iyi bir geleceğe sahip olacak diyemiyoruz, en azından bunun güvencesini veremiyoruz…

Yirminci yüzyılın özellikle ikinci döneminde egemen olan yeni neslin geleceğini kolektif güvenlik mekanizmalarına emanet etme düşüncesi artık geçersiz hale geldi. Kamusal eğitim, kamusal sağlık gibi toplumsal ortaklık mekanizmalarının dağıldığı bir dönemde hepimiz hem kendi hayatımızdan hem de çocuklarımızın hayatından tamamen ve tek başımıza sorumlu aktörler haline geldik.

 

İyi bir okuldan mezun olup iyi bir iş sahibi olamayabilirsin artık…

Evet, eğitimini aldığın meslek de bundan beş-on yıl sonra meslek olmaktan çıkabilir. Çok hızlı değişen bir dünyada, çok hızlı bir şekilde yeteneklerini geliştirmen, sürekli kendini piyasada rekabet edecek tam donanımlı bir aktör haline dönüştürmen gerekiyor. Riskler çok yüksek ve toplumsal sigortalar yok. Bu riskleri karşılamakla tek başımıza yükümlüyüz. Bu çok büyük bir sorumluluk ve bu sorumluluğun kendisi bu çağa tedirginlik çağı dememin önemli nedenlerinden biri.

 

Thomas Piketty, tıpkı aristokratik toplumlarda olduğu gibi, miras ile edinilen zenginliğin günümüzde ekonomik gücün en önemli kaynağı olarak geleneksel rolünü hızla geri kazandığını söyler. Buna bir de dünyanın en zengin yüzde 1’in toplam servetin yüzde 50’sini kontrol etmesi de eklendiğinde, kendi başarısıyla yükselmek, özellikle toplumsal garantilerin yokluğunda daha da zor hale geliyor…

Eşitsizliğin olağanüstü boyutlarda arttığı bir toplumsal dönüşüm durumu bu. Eşitsizliğin önemli sebeplerinden biri edinilen zenginliğin toplumsal olarak dağıtılamaması, devletin de artık bu rolü yerine getiremiyor olması. Kamusal refahın yeniden dağıtılabilme araçlarının ortadan kalktığı bir durumdan söz ediyoruz. Refahı yeniden topluma dağıtabilmenin önemli bir yolu vergi örneğin. Oysa bu dönemde gelirin vergilendirilmesinin giderek zorlaştığı, vergilendirilebilir gelirin ulusal sınırlar içinde kalmadığı, ulusal hükümetlerin makro politik ekonomik araçlarının ya da kapasitelerinin giderek kaybolduğu bir dönemdeyiz.

 

Doğduğun ailenin imkânlarına kıyasla daha iyi koşullarda yaşama şansı da azalıyor böylece…

Yirminci yüzyılın en önemli kazanımlarından biri toplumsal sınıflar arası hareketliliğin mümkün hale gelmiş olmasıydı. Yani hayata başladığın yerle hayatını sona erdirdiğin yerin arasında bir fark olabiliyordu. Amerikalıların ‘Amerikan Rüyası’ olarak tanımladığı süreç bu. Bu hareketlilik örneğin Amerika modelinde olduğu gibi piyasanın iş yaratarak geliri yeniden dağıtması yoluyla ya da Avrupa modelinde olduğu gibi toplumsal kaynakların refah devleti üzerinden dağıtılması yoluyla mümkün olabiliyordu. Ancak artık ne piyasa ne de kamu bu işlevi yerine getiremiyor. Sermayenin değişen biçimleri ile birlikte zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanmaya başladı. Piyasanın iş yaratma potansiyeli sanayileşmenin coğrafi merkezinin değişmesi, otomosyon yüzünden insan emeğine duyulan ihtiyacın azalması ve sermayenin finansallaşması gibi süreçler yüzünden azaldı. Kamunun toplumsal refahı dağıtarak görece toplumsal olarak eşitleyici rolü de ortadan kalktı. Bunun pratik ve çok güçlü bir sonucu var: doğduğunuzda sahip olduğunuz şartlar artık nasıl bir yaşam sahibi olacağınızı doğrudan belirliyor. Doğduğunuzda aileniz zengin değilse, sizi iyi bir okula gönderemiyorsa, o okulda en iyi eğitimi alamıyorsanız hayatınızı değiştiremiyorsunuz. Aslında bu aristokratik bir toplum.

 

İvan Krastev, belirsizliğin ve öngörülemezliğin olduğu bir dünyada daha önce din, etnisite ya da ideolojilerin gördüğü işlevi komplo teorilerinin görmeye başladığını iddia ediyor. Özellikle sosyal medyada sıklıkla karşımıza çıkan komplo teorileri neden bu kadar ilgi çekiyor?

Dünya giderek karmaşıklaşıyor. Ve karmaşıklaşan bu dünyayı bize açıklayabilecek araçlardan yoksunuz. Din bu dünyayı anlama, ona bir anlam atfetmekle ilgili araçlardan biri. Milliyetçilik de benzer şekilde. ‘Biz kimiz, neden buradayız, aramızdaki bağlar ne’ gibi, bize pek çok ortak değer sunuyor. Fakat karmaşıklaşan, küreselleşen, bilginin inanılmaz derecede arttığı bir dünyayı anlamakta her ikisi de yeterli gelmiyor. Olanları anlayabileceğimiz, kendimizi güvende hissedebileceğimiz araçları sağlamıyor. Onların yerine koyduğumuz bilimsel bilgi de bu araçları sağlamaktan yoksun. Komplo teorileri milliyetçilik, din ya da bilim üzerinden üretilen farklı bilgi türlerinin açıkta bıraktığı boşluğu dolduruyor. Onların yerine geçmiyor ama onlara bir tür ek yapıyor. Komplo teorileri ile dünyanın nasıl işlediğine dair, o karmaşıklığı çözdüğünüze dair bir iddiada bulunabiliyorsunuz; ‘ben aslında olanın gerisindekini biliyorum’ diyebiliyorsunuz ve kendinizi güvende hissedebiliyorsunuz.

 

Ancak bu bilginin gerçekte yanlış olması bir şeyi değiştirmiyor mu?

Hakikat sonrası toplum dediğimiz şey, bir bilginin gerçek olup olmamasıyla ilgilenmiyor. O bilginin kişiyi ne kadar rahat hissettirdiğiyle ilgileniyor. Komplo teorileri gerçek bilgi değiller, ama bu bilginin bir takım insanlar tarafından geniş bir biçimde paylaşılıyor olmasıyla bir tür gerçeklik inşa ediyorlar. Ve bu yeni gerçeklik inşası sosyal medya aracılığıyla çok kolay yayılabiliyor.

 

Son dönemde, dünyanın birçok yerinde gördüğümüz halk isyanlarını nasıl anlamlandırabiliriz? Memnuniyetsiz orta sınıfın tepkisi veya talepleri olarak görebilir miyiz?

Son dönem toplumsal isyanlarının en önemli ortak noktası küresel olarak tecrübe ettiğimiz; artan eşitsizlik, toplumsal dışlanma, vatandaşlıkla gelen hakların erimiş olması, vatandaşlığın eşitlik sağlayıcı bir kurum olmaktan çıkmış olması gibi süreçlere yönelik itirazları. Bu isyanların her ülkede farklı özellikleri var. Benzerlikleri ise eşitlik ve dahil edilme talepleri. Artan eşitsizlikten pek çok ülkede en fazla etkilenen gruplar orta sınıfılar olduğu için bu isyanların önemli bir kısmının orta sınıf isyanları olduğunu da söyleyebiliriz.

 

Vatandaşlık kavramı genelde mülkiyetle bağlantılıydı. O ülkede doğar veya o ülke vatandaşı anne-babadan doğardın ve o ülkenin vatandaşı olurdun. Ancak günümüzde yatırım yaptığında, emlak aldığında vatandaşlık kazanılmasıyla, vatandaşlık kavramının da değiştiğini görüyoruz. Talep ve arzdaki bu değişimi, çoklu vatandaşlıkları nasıl açıklayabiliriz?

Bundan 20 yıl kadar önce çifte vatandaşlığı kabul eden çok fazla ülke yoktu. Şu an devletlerin önemli bir kısmı kendi hukuklarında çifte hatta Türkiye örneğinde olduğu gibi çoklu vatandaşlığı tanımış durumda. Böylece başka bir ülkenin vatandaşlığını almak için kendi ülkenizin vatandaşlığını bırakmak zorunda değilsiniz artık. Bu süreç pek çok kişinin kendi ülkesinin vatandaşlığını bırakmadan başka bir ülkenin vatandaşı olabilmesini sağladı. Buna bir de devletlerin her ülkede en iyi, en zengin, ne başarılı vatandaşları kendi ülkelerine çekecek biçimde hukuklarını yeniden düzenlenmesi süreci eklendi. Bunu mümkün kılacak pek çok yol açıldı. Bir ülkeye yatırım yaparak, örneğin ev alma ya da varlık fonlarına para yatırma yoluyla o ülkenin ya doğrudan vatandaşlığını alabiliyorsun ya da vatandaşlığa giden süreci oturma izni alarak başlatabiliyorsun. Yatırım vatandaşlığı Türkiye’nin de dahil olduğu, giderek daha fazla sayıda ülkenin kabul ettiği bir pratik haline geldi. 100 bin dolardan 3 milyon dolara kadar uzanan bir aralıkta, çeşitli ülkelerin vatandaşlığını, oraya yatırım yaparak alabiliyorsunuz. Bu süreç karmaşık olduğu için bir sürü aracı kurum var; hukuk firmaları, danışmanlar,  ülkelerin vatandaşlıklarını tanıttıkları vatandaşlık fuarları bile var. Bunun etrafında bir arz-talep piyasası oluştu. Bu vatandaşlığı dönüştüren bir pratik.

 

Ancak bu çok garip değil mi? Vatan uğruna ölünür, kan dökülür, her türlü fedakârlık yapılır diye öğrendik şimdiye kadar…

Vatandaşlığın bildiğimiz bütün temel özelliklerini değiştiren bir dinamik. Haklar, bağlılık, kimlik… Bu yeni vatandaşlık tipleri nadiren bu tür bir ilişkiyi içeriyor. Büyük oranda piyasa üzerinden gelişiyor ve sizin kendi vatanınızla olan ilişkinizi de değiştiriyor. Farklı bir vatandaşlık alarak kendi vatanınızın size veremediklerini telafi edebiliyorsunuz. Seyahat etme hakkı gibi. Mobil olabilmek küresel dünyada çok önemli. Çünkü yaşadığınız tedirginliği, eşitsizliği aşma yollarınızdan biri bu, bir tür sigorta. Burada iş bulamadığınızda ABD’de çalışabilmek. Burada çocuğunuzu okula gönderemediğinizde ya da eğitim sistemi kötüleştiğinde Avustralya’ya çocuğunuzu gönderebilmeniz. Bir savaş durumunda ülkeden çıkabiliyor olmak. İkinci bir vatandaşlık kendinizi güvende hissedebilmenizi sağlıyor. Bir de tabii ayrıcalıklı bir ülkenin vatandaşı olmak küresel statü anlamına geliyor. Eskiden bu statü örneğin Batı kültürü ile kurduğunuz yakın ilişki üzerinden edinilebiliyordu. Ama artık kurumsal bir bağ gerekiyor. Yani Amerikan eğitimi almanız küresel statünüzü değiştirmiyor, Amerikan vatandaşı da olmanız gerekiyor statü atlayabilmek için. Üstelik her an Batı ile bağın kopabileceği ve dışarıda kalınabileceği düşünülüyor. Böyle bir endişe giderek yaygınlaşıyor ve bu haklı bir endişe.

 

Öte yandan bu vatandaşlıklar herkese açık değil…

Zaten sorun da bu. Artık devletler sadece parayı değil, paraya sahip bireyleri kendilerine çekmek istiyor. Özellikle Batılı devletler aidiyetlerin ve milliyetçiliğin dönüştüğü bir dünyada ‘cazibe merkezi olarak vatan’ haline dönüşmek istiyorlar, ‘bağlılık merkezi olarak vatan’ olarak kalmak anlamlı ve hatta önemli değil. Batı’nın gücünün azaldığını söylüyoruz hep ama vatandaşlık edinme pratiklerine baktığımızda ortak arzunun bir Batı ülkesinin vatandaşlığını almak olduğunu görüyoruz. Sağladığı imkânlar yüzünden bu özellikle üst orta ve üst sınıfların ortak arzusu. Öte yandan Suriyeli mültecilerin durumunu görüyoruz. Onlar da Batı demokrasilerine gitmek istiyor. Ama Batı ayrıcalıklı gruplara hukukunu değiştirerek sınırlarını açarken, dışında kalan gruplara duvar örerek onları dışarda bırakıyor.

 

İsrail’in tüm Yahudilere kapısını açması, İspanya ve Portekiz’in Sefaradlara vatandaşlık vermesi, Polonya ve Avusturya’nın Holokost kurtulanlarına vatandaşlık vermesi örneklerinde ise bir tarihsel yüzleşme, özür dileme var…

Evet, bu süreç bir tarihsel bir yüzleşme, özür dileme, kendi kimliğini yeniden belirleme süreciyle bağlantılı olabilir. Kimi ülkeler de etnik veya kan bağına bağlı vatandaşlık vererek etki alanını arttırmak istiyorlar. İspanya ve Portekiz Sefaradlara, Bulgaristan Moldovlara vatandaşlık veriyor. Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Burada devletlerin sadece stratejik motivasyonundan bahsetmek çok doğru olmaz. Pek çok devlet tarihsel, ideolojik, kültürel olarak o gruplarla kendi ulusal kimliği arasında bağ görüyor. Ya da kendi ulusal kimliğini yeniden tanımlarken tarihsel olarak çeşitli nedenlerle dışarıda bıraktığı gruplara yeniden ulaşmak istiyor. Ama burada devletin motivasyonu ne olursa olsun, o vatandaşlığı alanların temel motivasyonu kendi vatandaşlığının ona veremediği şeyi bir biçimde telafi etmek isteği. Biz buna ‘tazmin edici vatandaşlık’ diyoruz. Özellikle kriz anında çıkış hakkı, seyahat etme hakkı, Avrupa Birliği vatandaşlığı gibi motivasyonlar var. Bu motivasyonlar aidiyet ile ilgili değil, stratejik motivasyonlar. Ama ilk kuşağın stratejik olarak aldığı bir karar, bir sonraki kuşak için kimlik ve aidiyet oluşturucu bir karar haline gelebilir.

 

Madalyonun bir de öbür yanı var. Hayatını kurtarmak için ülkesinden kaçan ve sana sığınmak isteyenler var ama sınırlarını yükseltiyorsun onlara. Bu tam bir kontrast oluşturmuyor mu?

Tabi ki. İstenmeyeni dışarda tutmak, isteneni içeri almak üzerinden küresel vatandaşlık rejimi yeniden kurgulanıyor. Kendi ülkende zaten ayrıcalıklıysan başka bir ülkenin ayrıcalıklı vatandaşlığına da hak kazanabiliyorsun ve kabul görüyorsun. Kendi ülkende ayrıcalıksızsan, başka bir ülke tarafından kabul edilme seçeneği de sana kapanıyor. Kültürel, ekonomik, sosyal sermayeye sahipsen katı sınırlar yumuşuyor.  Bunlara sahip değilsen yaşadığın dünya, katı duvarlarla örülmüş ulus devletlerin dünyası. O anlamda milliyetçilik de giderek ayrıcalıksız grupların kimliği haline geliyor. Yani milliyetçilik de değişiyor. Bir ortak kaderde birleşme hissi kayboluyor. Çünkü bazı gruplar o ortak kaderden “çıkma” şansına sahipler. Bu durum hem vatandaşlığın hem ulusun geleceğini belirleyecek bir eğilim. Popülist siyasetlerin elitler ve halk arasında kurduğu gerilimde, bu asimetri önemli bir faktör.

 

Türkiye’de dört milyona ulaşan mülteci var. Onlara hâlâ misafir diyoruz, yakında gideceklermiş gibi. Ama yapılan araştırmalara göre önemli bir bölümü burada kalacak. Hayatlarını burada kuruyorlar ama ne tam asimile olabiliyorlar, ne onlara bir gelecek sunulabiliyor, ne de Türk toplumu böyle bir duruma hazırlanıyor. Bu çok ciddi bir sorun...

Bu arafta kalma hali çok ciddi bir sorun. İçeri almışsın ama tam olarak içeri almıyorsun. Bir sürü ülkenin yaptığı gibi dışarda da bırakmamışsın. Türkiye’nin bu konudaki konumu da tam arafta. Büyük bir gerilim meselesi ve Türkiye’nin siyasi geleceğinde de, kültürel kaynaşmasında da, toplumsal değerlerinin yeniden düşünülmesinde de en önemli meselelerden biri. Türkiye’nin önümüzdeki 20-30 yılını bu mesele belirleyecek diye düşünüyorum. Vatanın ne olduğu ya da kimin o vatana dahil olduğu konusu Türkiye’nin hep en önemli fay hattıydı, bundan sonra bu fay hattında yolumuza bir gerilim daha ekleyerek devam ediyor olacağız. O açıdan sadece Suriyeliler için değil, ama kendi geleceğimiz için de yeni ve dışlayıcı olmayan bir ortaklık zemini inşa etmek zorundayız.

 

İkimizin de parçası olduğu Dış Politikada Kadınlar inisiyatifi ile de sohbetimizi tamamlayalım. Nedir bu oluşumun en önemli amacı?

Dış Politikada Kadınlar inisiyatifi sert güvenlik konularında kadınların sesinin duyulmasını hedeflediği gibi bu “sert” alanın toplumsal cinsiyet perspektifi üzerinden dönüşmesini de hedefliyor. Dış politika ve güvenlik alanlarında erkeklerin sayıca çok olması ve daha görünür olması tek ya da belki de en önemli sorun değil; güvenliğin ve dış politikanın bir rekabet ve güç alanı olarak görülmesi belki de daha büyük bir sorun. Toplumsal cinsiyet perspektifi dış politika alanının temel öncülerini de sorgulamaya açıyor. Bu açıdan Dış Politikada Kadınlar inisiyatifi hem kadınların bu alanda güçlendirilmesi, hem de alanın yapısal olarak değişmesini önüne hedef olarak koyuyor.