Geçen Mevsimin En İyi Oyunları - 4

Erdoğan MİTRANİ Sanat
29 Ağustos 2018 Çarşamba

Geçen yazımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Süreyya Güzel, Damla Sönmez, Ushan Çakır ve Rıfat Şungar’ın, dünyayı sınırsız, ayrımsız, tanımsız, eşdeğer gören, estetik ve içerik açısından zamanın ruhunu içinde taşıyan bir tiyatro olmayı hedefleyerek kurdukları Hemzemin Tiyatro, ilk olarak, Alman genç kuşak yazarların en önemlilerinden, 1999’dan beri Thomas Ostermeier’in ünlü “Berliner Schaubühne am Lehniner Platz” tiyatrosunda sanat yönetmeni ve ”residence oyun yazarı” 1972 doğumlu Marius von Mayenburg’un ‘Stück Plastik’adlı oyununu, ‘Bi Parça Plastik’ adıyla sahneledi.

Von Mayenburg, ilk kez Schaubühne’de sahnelediği on altıncı oyunu ‘Stück Plastikde erginlerin ergen gibi davrandığı, cafcaflı sözlerle sınıfsal ayırımcılıkların kınandığı, ama tuvalet temizleme işini ‘başkalarının’ yaptığı ‘mükemmel’ aileyi, orta sınıfın kendini beğenmişliğini, riyakârlığını, yüzüne vurarak acımasızca tefe koyuyor. Orta sınıf ahlâkının, aynen tiyatronun dekorunu oluşturan elemanlar gibi yapay, sahte “bi parça plastik” olduğunun altını çizerek, bu kesimin kendi kofluğunun ve yüzeyselliğinin aynasına dönüşmüş olan güncel sanatla ilişkileriyle de dalga geçiyor.

‘Bi Parça Plastik’, ani bir karanlığın ve müzik patlamasının ayırdığı kopuk kopuk epizotlardan hızlı ve akıcı bir anlatım temposu oluşturan Hemzemin’in ortak çalışması olarak sahneleniyor.  Proje Koordinatörü Damla Sönmez, Hare Sürel ile birlikte oyunun başarılı kostümlerini de üstlenmiş. Ushan Çakır’ın ışıkları, Başak Özdoğan’ın, hem ailenin sığlığına gönderme yapan, hem de enstalasyon dekoru kadar yapay duran dekoru çok başarılı. Tek bir düşey plana indirgenmiş mutfağına bayıldım doğrusu. Marius von Mayenburg’un çok sağlam metni asıl tadını, topluluğun kurucularına oyunun çevirmeni Erce Kardaş’ın da katıldığı, beş oyuncusunun çok başarılı yorumundan alıyor. Sanırım önümüzdeki sezon da devam edecekler.

Hayvan Çiftliği

Altıdan Sonra Tiyatro ve D22, uzun süredir yürüttükleri yakın temas tiyatro çalışmalarını bir adım ileriye taşıyarak, bir ortak yapım olarak ‘Hayvan Çiftliği’ni sahnelediler.

İngiliz yazar George Orwell’in 1945’de, Sovyetlerdeki ‘reel sosyalizm’in eleştirisi olarak yazdığı, devrimlerin giderek kendi ilkelerini nasıl çiğnediklerini irdeleyen ironik yapısıyla Stalin dönemi karşıtlığını aşan bu distopik roman, her türlü baskıcı rejimi eleştiren bir yergi başyapıtıdır. Peter Wall tarafından tiyatroya uyarlanmış, dünyanın her tarafında olduğu gibi Türkiye’de de defalarca sahnelenmiştir.

Yiğit Sertdemir’in yönettiği ‘Hayvan Çiftliği’, sahne ve ışık tasarımını üstlenen Cem Yılmazer’in boru iskelelere oturan farklı seviyelerde platformlardan oluşan soyut, yalın ancak işlevsel çiftlik dekorunda, bir anlatıcı / insan ve on dört oyuncu / hayvan tarafından, dur durak bilmeksizin soluk soluğa oynanan benzersiz bir tiyatro olayı. Altıdan Sonra Tiyatro ve D22’den toplam 15 oyuncunun yer aldığı sahnelemede, hem anlatıcılığı üstlenen, hem de anında farklılaşarak oyunun tüm insan karakterlerine girip çıkan, genç kuşağın yetenekli oyuncularından Murat Kapu çok başarılı.

Müthiş bedensel hâkimiyetleri, Candan Seda Balaban’ın müthiş kostümleri ve makyajı ile kişneyen, miyavlayan,  havlayan, hırlayan, gıdaklayan ve de konuşan birer çiftlik hayvanına dönüşen ekibin tamamı olağanüstü. Napolyon / Berkay Ateş ile Can Kulan öykünün yapısı gereği öne çıksalar da takım oyunculuğu nefes kesici. Olağan dışı bir tiyatro mevsiminin olağan dışı oyunlarındandı.

 

 Bir kadın hikâyesi: Zabel

(BGST) tiyatro birimi, kolektif bir çalışmayla oluşturulan, metin yazarlığıyla yönetmenliğini başlıca rolleri paylaşan Aysel Yıldırım (Zabel) ve Duygu Dalyanoğlu’ın (Dudu & Sırpuhi Düsap) üstlendiği ‘Zabel’ adlı oyunla 20. yüzyıl başlarında, Ermeni aydını Zabel Yesayan’ın yaşamına odaklanıyor.

Zabel Yesayan’ın son günlerinde, Rus sorgu yargıcının Zabel’i hem Ermeni milliyetçiliği, hem de Fransa hesabına casuslukla itham ederek suçunu itirafa zorlamasıyla başlayan oyun, geriye dönüşlerle ‘Zabel’in yaşamının önemli anlarını vurguluyor. Birinci bölüm, geri planda 19. yüzyıl İstanbul’unda azınlıkların dışa kapalı toplumsal yaşamına ve yeni yeni filizlenmeye başlayan Bağımsız Ermenistan ideallerine değinirken ‘Zabel’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarına uzanıyor. İkinci bölüm, Adana katliamında yetim kalanların yaşam şartlarını iyileştirmek amacının ardında yatan beklentileri ve küçük hesapları alaya alarak başlıyor, 1915’deki ‘yok edilme’ kararından son dakikada haberdar olan Zabel’in bir hastaneye sığınmasıyla devam ediyor ve baştaki sorgulamaya dönerek finalde, öyküyü kendi üzerine kapatıyor. 

Böyle bir ‘kadın hikâyesi’ni tamamını, kusursuz oyunculukları kadar hatasız şiveli konuşmaları ve Ermenice sözcükleri doğru telaffuzlarıyla beş kadından oluşan çok başarılı bir kadroyla aktarmak çok isabetli bir karar olmuş. Belgeselle kurmacayı harmanlayan ilginç konusu ve parlak yorumuyla sezonun olmazsa olmazlarındandı.

 

Brecht’in iki oyunu

İyi tanıdığımız, defalarca izlediğimiz oyunlarda bile yepyeni bir solukla farklı derinlikler keşfetmeyi, beklenmedik heyecanlar yaratmayı bilen Tiyatroadam, 11. sezonuna iki yeni oyunla girdi: Bertolt Brecht’in yazdığı, Ümit Aydoğdu’nun yönettiği ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ ile geçen sezon İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?’yu başarıyla yöneten Emrah Eren’in sahneye koyduğu,İntiharın Genel Provası.

İntiharın Genel Provası’nı, absürtle grotesk arasında gidip gelen coşkulu ve keyifli bir fars olarak sahneye taşıyan Emrah Eren, ekibinin kusursuza yakın performansının desteğiyle, danslı, şarkılı oyuna, seyir zevki yüksek, eğlencesi bol bir ivme kazandırıyordu. Eren’in bakış açısı, toplumsal eleştiriyi de göz ardı etmeksizin, öykünün klasik mantığı zorlayabilecek ayrıntılarını farklı, ama kendi içinde tutarlı bir inandırıcılığa dönüştürerek sürpriz finale daha da etkileyici şekilde ulaşılmasını sağlıyordu

Topluluğun diğer oyunu ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’, Türkiye’de defalarca oynanmış çok ünlü bir metne, Can Yücel’in kendine has, eşsiz Türkçesiyle farklı ve özgün bir yorum getirmeye soyunuyordu.

Yönetmen Ümit Aydoğdu sahnelemesinde radikal bir karar vererek; oyunun ana fikri olan “toprak işleyenin, su kullananın” temasına odaklanmak için Brecht’in proloğunu hepten kaldırarak doğrudan öyküye girmiş. Çok da iyi etmiş. Bu toparlanmış hâliyle bile oyunun süresi bölüm arasıyla birlikte iki saati aşıyor. Ama ne iki saat! Fenomen oyuncu Gizem Erdem’in dans ve hareket düzeninin de büyük katkısıyla, her türlü didaktizmden ve hantallıktan arınmış coşkulu, heyecanlı, dinamik, soluk soluğa oynanan, soluk soluğa izlendiği için de nasıl geçtiği anlaşılamayan, şarkılı, müzikli, kıpır kıpır iki saat!

Aydoğdu’nun ikinci radikal kararı öyküsünü dekordan, kostümden, makyajdan arındırarak, asgari aksesuarlarla, en yalın en sade haliyle anlatmak olmuş. Sekiz kişilik ekibin fiziksel tiyatroya yakın bir yorumla anlatıcı-oyuncu olarak tüm karakterleri canlandırması, Brecht’in epik anlatımına başarıyla uyum sağlamanın çok ötesinde, tiyatronun özüne inen, tiyatro dediğimiz mucizevi olguyu elle tutulur hâle getiren bir olaya dönüşmüş.

Tabiî ki tüm yük, olağanüstü bir takım oyunculuğu çıkaran, sınır tanımayan yaratıcılıklarıyla battaniyelerden giysiler, çadırlar, bir bebek hatta bir çocuk bile yapan, ifadesiz masklara bedenleriyle cinsiyet ve sosyal konum belirleyen ifadeler yükleyen, oyunculuk denen zor işin tüm öğelerini, sesleri, yüzleri ve bedenleriyle kullanan Tiyatroadam’ın deneyimli birkaç oyuncusunun ve onlara eşlik eden, pırıl pırıl gençlerin sırtında.

Çalışmalarına 2012 yılının ikinci yarısında başlayan Yolcu Tiyatro’nun bugüne dek topluluğun bütün oyunlarını yönetmiş olan Ersin Umut Güler, bu kez Amerikalı yazar David Ives’in günümüzün cinselliğe bakışıyla 19. yüzyılın sado-mazo takıntılarını karşı karşıya getiren, oyunu ‘Venus in Fur / Kürklü Venüs’ü (2010) sahneye koyuyor.

Oyunun haklarını sıcağı sıcağına satın alarakLa Vénus à la fourrure’ adıyla filme çeken Roman Polanski, kişisel cinsel takıntılarını da göz ardı etmeksizin, yönetmen oyuncu ilişkisinin doğasında yatan sado – mazoşizmin altını da çizmek istercesine, erkek Thomas karakterini kendisinin 30 yıl önceki halini çarpıcı şekilde andıran Mathieu Amalric’e, Kadın Vanda’yı ise karısı Emmanuelle Seigner’e oynatmıştı. 

Ersin Umut Güler, güç ile boyun eğdirme arasındaki, bu psikoseksüel kedi fare oyununa,  Polanski’den, daha samimi, daha sevecen bir dille, bilincin ve bilinçaltının karanlık dehlizlerinde dolaşan bir traji-komik yolculuk olarak, insanların birbirlerine ve kendilerine ait yanılsamaları üzerinden bakıyor.

Oyunun tüm yükü, müthiş etkileyici ve dengeli yorumlarıyla Pervin Bağdat ve Ersin Umut Güler’in omuzlarında. Repliklerin bir tenis maçındaymış gibi bir karakterden diğerine uçtuğu, kişilerin bir Vanda’dan diğer Vanda’ya, Thomas’dan Severin’e, Vanda’dan Thomas’a, Thomas’dan Vanda’ya evrildiği oyunu, her değişimi seyirciye bire bir aktararak, nefes nefese izlenen bir tempoyla götürüyorlar.

Güler, inandırıcı bir Thomas portresi çizerek başladığı oyun boyunca, aynı inandırıcılıkla Thomas’ın kendi içindeki değişimini, adım adım Severin’e ve hatta Vanda’ya dönüşmesini başarıyla veriyor. Bağdat kimi zaman arsız, kimi zaman asil, müthiş komik ve bazen de ürkütücü bir Vanda.  Heyecan verici oyunculuğu kadar, güzelliği ve çekiciliğiyle aşkın tanrıçası Venüs’e pek bir yakıştığını söylemek şart tabii ki.

 

Bir başka ‘en iyi oyunlar’ yazısında buluşmak üzere…