‘Lanetlenmiş proje’nin filmi

Fantastik filmlerin yönetmeni Terry Gilliam ‘DON KİŞOT’U ÖLDÜREN ADAM’ ile 30 yıllık rüyasını gerçekleştirdi

Viktor APALAÇİ Sanat
8 Ağustos 2018 Çarşamba

Ünlü Amerikalı yönetmen Gilliam’ın geniş hayal gücünü yansıtan bu barok ve sürrealist film, modern Avrupa’nın ilk romanı olarak kabul edilen Cervantes’in kült eserinin yeni bir adaptasyonu. Portekizli yapımcısı Branco ile ihtilafı mahkemeye taşınan filmin prömiyeri Cannes’da Kapanış Galasında yapıldı. ‘Don Kişot’u Öldüren Adam’, Gilliam’ın 14 eserlik zengin filmografisindeki yapıtlardan en çok ‘Balıkçı Kral’a yakın duruyor. Rüyalar hakkında sualler soran, kahramanının rüyasını gerçekleştirmedeki inadını sergileyen film demode sinema diline ve mizah anlayışına rağmen etkileyici olabiliyor. İkinci yazımızda Cannes’da Mizansen Ödülü kazanan, Pawlikowski’nin ‘Soğuk Savaş’ filminin eleştirisini okuyabileceksiniz.

Bu yazımızda 71. Cannes Film Festivali’nde ses getiren iki filmden bahsedeceğiz; yarışma dışı gösterilen Terry Gilliam’ın ‘Don Kişot’u Öldüren Adam’ı ve Polonyalı Pawel Pawlikowski’nin ödüllü filmi ‘Soğuk Savaş’.

KAOTİK, MELANKOLİK, SÜRREALİST FİLM

71. Cannes Film Festivali ödüllerinin dağıtılacağı Kapanış Galası’nda, yapım aşaması 20 yılı bulan, ‘lanetlenmiş proje’ olarak bilinen Terry Gilliam’ın ‘Don Kişot’u Öldüren Adam/The Man Who Killed Don Quixote’unu yarışma dışı olarak gösterildi. Ünlü Amerikalı yönetmenin geniş hayal gücünü yansıtan bu barok ve sürrealist film, modern Avrupa’nın ilk romanı olarak kabul edilen Miguel de Cervantes’in kült eserinin yeni bir adaptasyonu.

Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni olan Terry Gilliam’ın yapımcısı Paolo Branco’nun mahkemelere intikal etmiş ihtilafı, sanat çevrelerinde çok ses getirdi.Filmin proje haklarını satın alan Portekizli yapımcının 2016’da Gilliam’ın hazırladığı ‘Lost in La Mancha’ adlı belgeseli beğenmeyince projenin durdurulup başka bir yapımcıyla yoluna devam etmesini engellemek için mahkemeye müracaatı durumu karıştırmıştı.

İspanyol bir yapımcıyla anlaşıp projeyi bir yıl aradan sonra ele alarak filmi bitiren Terry Gilliam, bu kez Paolo Branco’nun uzlaşma için arabulucuları kabul etmeyip Fransız mahkemesine başvurmasıyla müşkül durumda kaldı.

Filmin dağıtımının ve Cannes Festivali’nin Kapanış Galası’nda gösterilmesinin engellenmesi için Paolo Branco’nun müracaatı mahkeme tarafından reddedilince, ‘Don Kişot’u Öldüren Adam’ Fransa’da 225 kopya ile vizyona girdi. Görsel ve yazılı basının geniş yer verdiği bu ihtilaf ile büyük bir reklam sağlayan filmi için Gilliam, belalı bir yapımcı olarak tanınan Branco’ya teşekkür etti.

‘Don Kişot’u Öldüren Adam’ Terry Gilliam’ın 14 eserlik zengin filmografisindeki yapıtlardan en çok ‘Balıkçı Kral/The Fisher King’e (1991) yakın duruyor. Yönetmenin yeni filminde, görkemli bir atın üzerindeki, etrafına ateş saçan şövalye tarafından kovalandığı rüyasını gören Jack’in (Robin Williams) yerini, 17. yüzyıl La Mancha’sının ihtişamlı bir sarayında rüyalar içinde yüzen Don Kişot alıyor.

Rüyalar hakkında sualler soran, kahramanlarının rüyalarını gerçekleştirmedeki inadını sergileyen bu film, demode sinema diline ve mizah anlayışına rağmen etkileyici olabiliyor.

Çılgın bir atmosferin zirve yaptığı final sekansında, yönetmen bizleri rüya ve hayal âlemi ile gerçekler, acıyla mutluluk arasında bir geziye götürüyor.

Ana rahminde 30 yıl bekleyen bu projenin, gürbüz ve sıhhatli bir bebek olarak dünyaya geldiğini söylemek mümkün.

Terry Gilliam, Cervantes’in romanını sinemaya uyarlama rüyasını, aradan çok uzun yıllar geçse de gerçekleştirmiş oldu.

TERRY GİLLİAM FORMUNU KORUYOR

Filmin konusuna gelince… Toby (Adam Driver) hayal kırıklığı yaşamış, hayattan bıkmış, alaycı bir reklam filmleri yönetmenidir. Filmin açılış sekansında, Toby’nin gençlik yıllarında Cervantes adaptasyonu bir film çektiğini, İspanya’nın Los Suenos adlı yöreye yaptığı seyahatte görüyoruz.

O filmde Don Kişot rolünde oynattığı kunduracıya (Jonathan Price) yaptığı ziyarette, yaşlı adamı aradan geçen uzun yıllara rağmen rolünün etkisinden hâlâ kurtulamamış, bir rüya âleminde yaşarken bulur.

Kendini değirmenlere saldıran şövalye Don Kişot olarak gören, çılgın yanılsamaların tuzağına düşmüş kunduracı bir rüya âleminde yaşamaktadır.

Kendini sürrealist bir maceranın içinde bulan Toby, idealist gençlik yıllarında çevirdiği bir filmin trajik sonuçlarına katlanmak durumunda kalır. Yaşlı ve sanrılı bir adam olan kunduracı, Toby’nin güvenilir refakatçisi Sancho Panza olduğuna inanır. O film, İspanyol köylünün umutlarını, rüyalarını ve yazgısını değiştirmiştir.

‘Don Kişot’u Öldüren Adam’ iki soruya cevap arıyor: Toby kerhen atıldığı bu çılgın macerada, insanlık yolunda doğruyu bulabilecek midir? Deliliğin pençesindeki Don Kişot, bu yeni macerasında gerçek dünyaya dönebilecek midir?

2009 Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilen ‘Dr. Parnassus/The Imaginarum of Doctor Parnassus’ ve ‘Baron Munchausen’in Maceraları/The Adventures of Baron Munchausen’ (1988) gibi fantastik türüne ve tarihi filmlere olan zaafı bilinen Terry Gilliam, 1989 yılından beri Cervantes’in ‘Don Quixote de la Mancha’ romanını beyaz perdeye aktarmaya çalıştı.

‘Don Kişot’u Öldüren Adam’, Fransız aktör Jean Rochefort ile İngiliz John Hurt’e ithaf edilmiş. Her iki aktör de Gilliam’ın projesinde yer almışlardı. Ancak 20 yıllık proje gerçekleşemeden, ikisi de 2017’de hayata veda etmişlerdi.

Robert Duvall, Evan McGregor, Owen Wilson, Danny de Vito, Johnny Depp ve Vanessa Paradis gibi ünlü oyuncuların, Gilliam’ın Don Kişot projesinde isimleri geçiyordu.

Terry Gilliam, Cannes’da iki kez, ‘Monty Python-The Meaning of Life’ (1983) ve ‘Fear and Loathing in Las Vegas’ (1988) ile yarıştı. Yönetmenin en ünlü filmi, fütüristik ve karanlık bir atmosfere evrilen insanların distopik öyküsü ‘Brasil’ (1985) başyapıtıdır.

Bir diğer distopik Gilliam filmi, Bruce Willis ile Brad Pitt’in yer aldığı ’12 Maymun/Twelve Monkeys’ (1985), 5 milyon kişinin ölümüne yol açan bir virüsün yayılmasını anlatıyordu.

‘Brazil’den 33 yıl sonra Gilliam’la yolları kesişen Jonathan Price, Don Kişot rolünde kariyerinin en başarılı performansını çıkarırken, Hollywood’un yükselen değeri Adam Driver bir ustalık gösterisinde bulunuyor. İsveçli aktör Stellan Skarsgard, Ukraynalı aktris Olga Kurylenko, Katalan Sergi Lopez ve İspanyol Rossy de Palma filmin uluslararası oyuncu kadrosunda yer alıyorlar.

Bu epik öykünün nostaljik tatlar barındıran görkemli finali, sinemanın yaratıcı, çılgın ve hayalci yönetmeni Terry Gilliam’ın formunu koruduğunun bir göstergesi.

Kaotik ve eksantrik öykülü ‘Don Kişot’u Öldüren Adam’, belki de (beyin kanaması geçiren) 78’lik Gilliam’ın vasiyet filmi.

 

30 YILLIK BiR İMKÂNSIZ AŞK ÖYKÜSÜ

‘İda’ ile 2015’te Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını kazanan Pawel Pawlikowski, ‘Soğuk Savaş/ Cold War’ ile ilk kez katıldığı Cannes Film Festivali’nden Mizansen Ödülü ile ayrıldı.

Yine siyah-beyaz olarak çektiği filmde Pawlikowski, 1950’lerde başlayan, Varşova- Paris ekseninde gelişen, 30 yıl boyunca süren, inişli-çıkışlı bir aşk öyküsünü anlatıyor. Stalin çizmesi altında ezilen soğuk savaş yıllarının Polonya’sında başlayan, Berlin, Yugoslavya ve Paris’ten yolunu geçiren, dönemin politik ve sosyal atmosferini başarıyla yansıtan ‘Soğuk Savaş’ta, bütün olumsuzluklara rağmen devam edebilen dokunaklı bir aşk öyküsünü Pawlikowski büyük bir beceriyle perdeye taşımış.

Nitekim sinematografik açıdan kusursuz çabası kendisine Cannes’da En iyi Yönetmen sıfatını kazandırmış.

1949’da başlayan konusuyla film, köylü sınıfına mensup fakir ama güzel ve zeki bir kız olan Zula (Joanna Kulig) ile tanınmış bir müzisyen olan Wiktor’un (Tomasz Kot) karşılaşmalarını anlatır. Komünist Partisi, ulusal dans ve şarkılardan oluşan bir folklor etkinliğinin başına Wiktor ile müzikolog İrena’yı (Agata Kulesza) görevlendirmiştir.

Genç istidatlar arasında, babasını bıçaklamaktan sabıkalı, sert mizaçlı Zula seçicilerin dikkatini çeker. Kısa zamanda güzel sesi ve kıvrak danslarıyla sivrilen Zula ile Wiktor arasında kuvvetli bir aşk gelişir. Batıya yapacakları ilk turnede, o ülkeden sığınma hakkı isteme konusunda anlaşırlar. Ama Berlin’deki gösteriden sonra Zula verdiği sözden vazgeçince Wiktor kendini Paris’te tek başına bulur. Yeni hayatını bir caz kulübünde piyano çalarak sürdürmeye çalışır. Bağımsızlığına âşık müzisyen, Zula’nın turne için bulunduğu her şehre giderek birlikteliğini sürdürür.

Ancak değişik sosyal sınıflardan gelen, farklı eğitimlerden geçen bu lanetlenmiş âşıkların mutluluğu bulmaları kolay değildir. Wiktor tutuklanacağını bile bile Polonya’ya döner. 15 yıl hapse mahkûm olur. Zula, kariyerinin başından beri kendisini seven bir parti lideri ile evlenip çoluk çocuğa kavuşacaktır. Ama yine de son sözü söyleyen aşk olacaktır.

BAŞARILI DÖNEM ATMOSFERİ

Soğuk Savaş’ın konusu François Truffaut’nun 1981 tarihli başyapıtı ‘Komşu Kadın/La Femme d’a Cote’sini akla getiriyor. O romantik drama, yıllar önce tutkulu bir ilişki yaşadıktan sonra ayrılmış olan bir çiftin, günün birinde, üstelik her ikisi evli iken karşılaşmaları üzerine gelişen olayları anlatıyordu. Nevrotik ilişkinin kahramanlarını Gerard Depardieu ile Truffaut’nun fetiş oyuncusu ve sevgilisi Fanny Ardant oynuyordu.

Coşkulu müzikler, gösterişli dans sahneleri, 50’li yılların Paris’inin caz ve rock’n roll çılgınlığı eşliğinde anlatılan aşk buluşmalarında, Paris’te plak dolduracak kadar ünlenen Zula’nın kariyer patlamasına da tanıklık ediyoruz.

Komünist rejimin kontrolü altındaki müzik ile Wiktor’un Paris’te yaptığı müzik eşliğinde, Polonya’nın Batı ile sınırlı ve zor ilişkilerinin, yıllar süren bir imkânsız aşkın mutlu sona ulaşmasını zora soktuğunu görüyoruz.

Aralarında Pawlikowski’nin de bulunduğu üç kişilik bir kadronun elinden çıkan zengin malzemeli bir senaryo, gösterişsiz ama ölçülü bir mizansen, başarılı bir oyuncu yönetimi, Lukasz Zal imzalı kusursuz siyah-beyaz görüntüler, ‘Soğuk Savaş’ı dört dörtlük bir film yapıyor.

28 yıllık sinema kariyerinde sadece beş film yapan Pawlikowski’nin üretken bir yönetmen olduğu söylenemez. Atmosfer yaratmada ve oyuncu yönetmedeki başarısı tartışılmaz. ‘Soğuk Savaş’taki imkânsız aşkın kahramanlarını canlandıran Joanna Kulig ile Tomasz Kot En İyi Oyuncu ödüllerinin favorileri arasındaydı. Ancak Cate Blanchett başkanlığındaki jüri, filmi yönetmeni Pawel Pawlikowski üzerinden ödüllendirmeyi tercih etti.

Filmin diğer bir usta oyuncusu, Komünist Partisine sıkı sıkıya bağlı müzikolog İrena’yı canlandıran deneyimli aktris Agata Kulesza, ‘İda’ filminde rahibe genç kıza Yahudi asıllı olduğunu söyleyen yargıç teyze rolündeydi.

1957’de Varşova’da doğan Pawel Pawlikowski, 14 yaşındayken ülkesini terk ederek Londra’ya yerleşti. Belgesellerle başlattığı sinema kariyerini ilk uzun metrajlı filmi olan ‘Last Resort’ (2000) ile sürdürdü.

‘Yaz Aşkı/My Summer of Love’dan (2004) sonra yaptığı ‘Gizemli Kadın/Woman in the Fifth’ (2011) ile ilk uluslararası ünü yakaladı. Film, farklı sınıflardan gelme iki genç kızın öyküsü idi.

İki yıl sonra yaptığı ‘İda’, ödüle boğulan film oldu. 1960’lı yılların Polonya’sında, inanç ve din kavramlarını tutku ile keşfeden ve kendisini Tanrı’ya adayarak rahibe olmaya karar veren Anna’nın hikâyesini anlatıyordu ‘İda’.

Anna’nın, mevcudiyetini bilmediği bir teyzenin ortaya çıkmasıyla hayatı bambaşka bir kulvara sapıyor, yazgısı değişiyordu. Zira teyzesinden II. Dünya Savaşı’nda öldürülen anne-babasının Yahudi olduklarını öğreniyordu.

Anna, teyzesiyle ebeveynlerinin mezarını aramak için çıktığı yolculukta, bir otelde müzisyenlik yapan bir genç ile ilk aşk gecesini yaşıyordu. Bir tarafta dünyevi zevklerin tadını alan genç kız, diğer taraftan rahibe yemini etmenin arifesindeki Anna… Anna’nın rahibeliği seçmesini ben Hıristiyanlık propagandası olarak algılamıştım.