Cesaret ve sabırla hayatta kalan kız MARiA WEiNSTEiN

II. Dünya Savaşı sırasında küçük bir çocuk olan Maria Weinstein’ın hayatta kalma mücadelesini, umudunu yitirmemenin öyküsünü yazdım bu hafta.

Sara YANAROCAK Kavram
6 Haziran 2018 Çarşamba

Maria 5 Mayıs 1931 tarihinde, saygıdeğer bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak, Polonya’nın bir köyünde dünyaya geldi. Babası çok başarılı bir iş adamıydı. Annesi ise evine ve ailesine çok düşkün, hamarat bir ev hanımıydı. Maria, ağabeyi ve kız kardeşi ile birlikte evlerinde çok mutlu bir çocukluk sürdürüyordu. Maria, “10 yaşıma kadar vaktimin çoğunu ailemle birlikte geçirirdim. Okula ve sinagoga giderdik. Bir haham olan dedem bana duaların hepsini öğretmişti. Üç yaşımdan itibaren gerek ailemden, gerekse öğretmenlerimden değişik diller öğrenmiştim. Rusça, İbranice, biraz, Polonez’ce  biraz da Ukrayna dili biliyordum. Bütün bayramlarımızı mutlulukla kutlardık. Ama bütün bunlar Alman’lar oraya gelmeden önceydi” diye anlatıyor.

1941 yılında, Weinstein ailesi için hayat birdenbire farklılaştı. Kendi köyleri olan Volyns’dan, komşu köy Luboml’a taşındılar. Burası insanların tıkış tıkış yığıldıkları bir gettoydu. Orada yaşamak çok zordu. Yiyecekleri çok azdı yarı aç yaşıyorlardı. Babası Yakov, arada bir gettodan çıkabilmek için izin belgesi ayarlıyor, dışarı çıkıp küçük işler yapıyordu. İşin karşılığında para değil yiyecek alabiliyordu. Aslında o günlerde yiyecek bulmak, paradan daha önemliydi. Çünkü sürekli açlık çekiyorlardı.

Ölümün soluğunu hissettik

Durumları yavaş yavaş daha da kötüleşmeye başladı. O köye 300 mil uzaklıktaki Kiev şehrinde, 33.771 Yahudi, Babi-Yar çukurunun önünde kurşuna dizilerek öldürülmüşler ve sonra toplu olarak o çukura gömülüp, üzerleri toprakla kapatılmıştı. Maria, “Biz aramızda konuşurken, neyse biz burada iyiyiz, bize kimse dokunamaz diyorduk ve buna gerçekten de inanıyorduk. Fakat zaman ilerledikçe, durumumuz giderek daha fazla kötüleşti. Babi-Yar gibi olaylara artık biz de hazırlıklı olmalıydık. Artık etrafta nöbetçiler vardı. Tren istasyonları askerlerle doluydu. Gettonun etrafı dikenli tellerle çevrilmişti. Artık ölümün an meselesi olduğunu iyice anlamıştık” diye acıyla anlatıyor.

Maria 11 yaşına bastığı gün, odasına gitti ve yatak örtüsünün altına girerek dua etmeye başladı. “Tanrı’m lütfen bizi kurtar!”

Aslında oradan kaçıp kurtulabileceğini düşünüyordu. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Ama annesi hiçbir yere gitmek istemiyordu. Sonunda bir gün gerekli eşyalarını bir torbaya doldurdu, annesinin dualarını alarak, kız kardeşi Valya’yı da yanına alarak evi terk etti.

Köyden kaçış

Bir gün köyden tanıdıkları Ukraynalı genç bir delikanlı ile karşılaştılar. Genç çocuk kızlara annesi ve ağabeylerinin başına geleni anlattı. Annesi, ağabeyi ve diğerlerinin yakınlardaki bir tuğla fabrikasına götürüldüklerini, orada Yahudilere derin çukurlar kazdırdıklarını anlattı. Onlara kendi mezarlarını kazdırmışlardı aslında. Ardından hepsini kurşuna dizdiler tam olarak ölüp ölmediklerine bakmadan onları kazılan çukurlara fırlattılar ve üzerlerini toprakla kapattılar. Üç gün süresince mezarlara yığılan toprakların sürekli hareket ettiğini ve bazılarının henüz ölmediğini, üç gün boyunca mezarlardan çıkmak için çaba harcadıklarını anlattı.

Babası köyde olanları duyunca şehirden eve doğru yola koyuldu. Yolda iki kızına rastladı. O günden sonra baba ve iki kız devamlı olarak ölümden kaçmaya ve saklanmaya başladılar. Buldukları her köşede saklanıyorlardı. Bulabildikleri her yerde yere yatıp uyuyorlardı. Ağaçların altında, çalılıkların arasında, bazen bir kilisenin avlu duvarlarının dibinde… Bir sabah kızlar yerde uyurlarken, babaları Yakov köyde yaşayanlarla kendilerine azıcık yiyecek vermeleri için anlaştı. Bu müjdeli bir haberdi ama köylüler arasındaki bazı casuslar onları ihbar etti. Bunu öğrenen aile hemen sığındıkları kilise avlusundan çıkarak, oradan uzaklaşmaya çalıştılar. Ormanın içinde bulundukları bir gece, iki Ukraynalı Nazi taraftarı ile karşılaştılar. Adamlar onlara tam ateş edecekken, babası, “Beni öldürün umurumda bile değil, ama kızları bırakın da gitsinler” dedi. Adamlardan biri duraksadı ama diğeri kızgındı, öfkeyle tüfeğini eline aldı. Mucize eseri, diğeri kızgın olanı yatıştırdı. Onları öldürmediler ve kaçmalarına izin verdiler.

Bir gün, Yakov, yakınlardaki bir evi görerek kapısını çaldı ve azıcık yiyecek vermelerini istedi. Kapıdaki adam, “Size yardım ettiğimi öğrenirlerse, beni de öldürürler” diyerek onu kovdu. Hemen yer değiştirmeleri gerekiyordu. Çalılıkların arasında oturarak nereye doğru gideceklerini konuşmaya başladılar. Maria daha önceden tanıdığı küçük bir Polonyalı oğlanın evine gidip yiyecek almaya yeltendiğinde, çalıların arasından çıkar çıkmaz korkunç bir manzara ile karşılaştı. Siyah giysili bir grup adam etrafı sarmışlardı. Çalıların kıpırdadığını görür görmez, korkunç kovalamaca başladı. Maria hızla kardeşine ve babasına işaret edip hızla koşmaya başladı ama bu kez şansları yoktu. Silahlı adamlar onları gördükleri anda kurşun yağdırmaya başlamışlardı. Maria ailesini geride bırakarak yan yola saptı ve koştu, koştu, koştu. O anda korku bile hissetmiyordu sadece durmaksızın koşuyordu.

Maria sık bir ormana daldı. Bir ağacın kovuğunun içine girdi bir top gibi kıvrıldı ne yapacağını düşünmeye başladı. Yalnızdı, sersemlemişti ve umutsuzdu. Sonunda uyuya kaldı. Uyandığında Maria aniden bir kurt ile yüz yüze geldi. Vahşi olmasına rağmen kurt onu sadece kokluyordu. Kız korkmamıştı. Kurt az sonra geldiği gibi arkasını dönerek uzaklaştı

Kovuktan çıktığı anda Maria kız kardeşini karşısında buldu. Ona babasının nerede olduğunu sorduğunda Valya babasının vurulduğunu anlattı. Babası artık gestapodan kurtuluş olmadığını anlayınca, kenardaki küçük bir hendeğin içine Valya’yı itmiş, onu kurtarıp kendini ölüme teslim etmişti.

Şimdi iki küçük kız bir ormanda, savunmasız ve yapayalnız kalmışlardı. Kış bastırmıştı. Şartları gitgide ağırlaşıyordu. Birkaç kere yiyecek bir şeyler buldular. Yünlü paltoları ve eldivenleri yoktu. Hava o kadar soğuktu ki derileri çiğ ete benzemişti. Sanki çürümüş gibi kokuyorlardı.

Kızlar ahırlara ve gölgelere sığınıyorlardı. Bir gün etrafta kimseyi görmeyince, bir ahırın içindeki saman yığınlarının içine dinlenmek için girdiler ve üç gün boyunca kızlar aç ve susuz olarak samanların arasında uyudular. Kaybolmuşlardı, aç, susuzdular ve kavrulmuşlardı. Ama ölmediler. Yaşam mücadelesine devam ediyorlardı.

 Gettoya dönüş

Sonunda kızlar gettoya geri dönmeye karar verdiler. Luboml’a gettoya yaklaştıklarında, orada tüyler ürpertici bir sessizlikle karşılaştılar. Köy sanki ölmüştü. Maria birden köy meydanında ihtiyar bir adam gördü ve yanına yaklaşarak yardım istedi. Adam ona bakarak “sen Yahudi’sin” dedi. Maria yalan söyleyerek “hayır ben Polonyalıyım” dedi. Maria,  “Yalan söylemek zorundaydım çünkü Yahudi olduğumu söyleseydim şansımız olmazdı. Şimdi en azından yüzde elli şansımız vardı” diyordu. Adamın bir geceliğine onları evine aldı. O gece yemek yiyip emniyetle uyudular. Ertesi sabah güneş doğar doğmaz evi terk ettiler.

Dışarı çıkarken karşılarında Nazileri göreceklerini sanırken, tam tersine masmavi bir gökyüzü ve ışıldayan bir güneşle karşılaştılar. Harika hava sanki ruhlarını yenilemiş ve gençleştirmişti. Kızlar bu taze yaşam umuduyla yeniden yola koyuldular. Artık getto yolunda olmadıkları için yollarını kaybetmişlerdi. Etrafta hiç ev yoktu. Maria bir yol seçti ve o yolda ilerlemeye başladılar.

Kısa bir süre bir köye vardılar, evlerin kapılarını çaldıkları zaman, hep aynı cevabı aldılar: “Siz Yahudi’siniz, hemen buradan defolup gidin”. Yalnız ve korumasız olan küçük kızlar bir ahıra gidip, samanların içine girdiler ve ölüm uykusuna daldılar.

Mucize gerçekleşiyor

Sabah uyandıklarında tekrar gettoya dönmeye karar vermişlerdi. Tam yola çıkmışlardı ki, bir kadın ve yanındaki küçük bir kız, ellerindeki eşarpları sallayarak onlara seslenmeye başladılar. Kadın, “Küçük kızlar, buraya yanımıza gelin” diye onları çağırdı. Adlarını sorduğunda soy isimlerinden onların Yahudi olduğunu anladı. Adı Bayan Yanyuk olan kadın, “Tamam hadi gelin ve bizim yanımızda yaşayın” dedi. Gariptir ki bu sefer kızlar hiçbir şey istemedikleri halde, kadın onları evine davet etmişti.

Bu olay tamamen bir kader meselesiydi. Yanyuk ailesi 1939 yılında ikiz çocuklarını kaybetmişlerdi. Tam dört yıl sonra, bu iki küçük kız Maria ve Valya onların yaralarını sarmaya gelmişlerdi. Kısa bir süre içinde Yanyukların diğer üç çocuğu kızlarla kaynaştılar. Çocukların hepsi adeta kardeş gibi olmuşlardı. Maria ve Valya, Yanyukların onları neden böylesine sevgiyle bağırlarına bastıklarını tam olarak anlayamıyorlardı, çünkü eğer kaçak Yahudileri korudukları anlaşılırsa, Gestapo onları derhal öldürürdü.

Yanyuklar çok dindar, Protestan bir aileydi. Onlar kendi esas evlatlarını kaybettikleri için, Tanrı’nın bu iki küçük kızı ve onları kesinlikle koruyacaklarına inanmışlardı. Aksi olursa, aile onlarla birlikte ölmeyi göze almışlardı.

Bunu onlara da defalarca tekrarlamışlar ve onları koruyacaklarına dair yemin etmişlerdi. Aylar sonra kızlar nihayet tamamen emniyette olduklarına kanaat getirdiler. Artık özgüvenlerini tamamen kazanmışlar ve bütün aileye gönülden bağlanmışlardı. Maria, onların çok özel insanlar olduklarını ve onlara her zaman İsa’ya inandıklarını, İsa’nın Yahudilerin Mesihi (Maşiyah) olduğunu anlattıklarını ifade ediyordu. Fakat kızlara asla kiliseye onlarla beraber gelmeleri için ısrar etmiyorlardı.

 Ancak kızların kendileri de yavaş yavaş bu dualara katılmaya başlamışlardı. Ama ‘acaba Aşem onlara kızıyor muydu?’ diye de düşünmüyor da değillerdi.

Maria bu ikilemleri yaşarken, Tora’ya karşı da ilgi duyuyordu. Protestan bir papaza bu duygularını açarak ona açıklama getirmesini rica etti. Papaz ona İncil’i gösterdi. İncil onun Tora dediği ‘Eski Ahit Tevrat’ bölümüyle başlıyordu. Bunlar çok tanıdık yazılardı. Daha sonra Yeni Ahit’i okumaya başladığında şoka uğramadı, çünkü kitapta İsa’nın Yahudilerin Maşiyahı olduğu yazıyordu. Maria: “Bunlar çok bildik şeylerdi, Yahudiler Maşiyah’ın geleceğine her zaman inanırlar ve gelmesini beklerler. Ama inancım tamamen değişmemişti. Çünkü annem bana küçükken demişti ki ‘gerçek Maşiyah geleceği zaman bizleri kutsal İsrail topraklarına götürecek bunu asla aklından çıkarma!”

Maria bu sözleri hep hatırlıyordu ama işte Maşiyah gelmişti ve o, İsa’ydı.

Bir gün Naziler yeniden köye geldiler ve bütün köyü ateşe verdiler. O gün bütün aile evdeydi. Hepsi yan yana ve birbirlerine sokularak yüksek sesle dua etmeye başladılar. Naziler içeri daldıkları zaman onların bu hararetli dualarını duydukları zaman bocalayıp durdular. Ve her nasılsa onların evini yakmadılar.

1951 yılında, savaşın bitiminden tam altı yıl sonra Maria evin büyük oğlu Dimitri ile evlendi. Maria bunu gülümseyerek anlatıyor: “O, çok iyi bir delikanlıydı. Benim için büyük bir şanstı. Zaten ailesi de gitmemi istemiyordu. Ondan sonraki birkaç yıl içinde dört çocuğumuz oldu. Yeni doğan çocuğumuz henüz iki aylık bir bebekken, Dimitri kanserden öldü ve ben 27 yaşımdayken dört çocuklu dul bir kadın oldum.”

Maria’nın kızı Vera Taub laf arasında, “Anneme daha sonra dört, beş kişi evlenme teklifi etti ama o, hepsini geri çevirdi. Annem her zaman ben tek bir erkeğin karısı olmak için yaratılmışım der” açıklamasında bulundu. Maria çocuklarını tek başına büyüttü. Kendini onlara adadı. Şimdi San Francisco körfezi bölgesinde kızı Vera ve torunları David ve Elena ile birlikte yaşıyorlar.

Torunu David, “Anneannemin yılları Tanrı’ya, sevgi, tahammül ve affedilme için ibadet ederek geçiyor. Bana küçükken bir yaşam haritası verdi. ‘Tanrı ile birlikte yürürsen her şey olasıdır’. Bu haritayı çocukluğumdan beri uygulamaya çalışıyorum” diyor.

Maria bu gün genlerini hâlâ ailesine aşılamakla meşgul. Her şeyin arkasında bir efsane saklı. O yalnızca bir Holokost kurtulanı değil, aynı zamanda kanında dolaşan Yahudi dinini uygulayarak yaşıyor. İbranice yazan Tora’ya ve İsrael Tanrısına ibadet ediyor. Çünkü dört çocuğuna ve 12 torununa Yahudiliğini devretmek istiyor. Ama yaşadıkları yüzünden özel bir inanışa da sahip olduğunu gizlemiyor. “O zamanlar bu badireleri İsa olmadan atlatabileceğime hâlâ inanamıyorum. O, bana umut verdi ve rehberlik yaptı. Onun merhameti sayesinde bu gün hâlâ hayattayım” diyor.