“Doğal akış içinde ‘Çağdaş Türkiye’ye’ ulaşacağımıza eminim”

Özel Haber: Merhum İsmet İnönü´nün kızı Şalom´a Türkiyenin geleceği hakkında konuştu

Dr. Elif ULUĞ Toplum
6 Aralık 2017 Çarşamba

Pembe Köşk’te, İnönü Ailesinin evinde, Atatürk’ün, İnönü’nün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının anılarıyla dopdolu bu mekânda, Özden Toker ile geçmişe bir yolculuk yaptık. İsmet İnönü’nün kızı olan Toker, babasına, Atatürk’e, Lozan’a, demokrasiye geçişe dair anılarını tüm zarafeti ve içtenliğiyle Şalom’la paylaştı.


“Atatürk öldüğünde siz ne hissettiniz?” diye bir soru geliyor küçük öğrenciden… Ve Özden Toker şöyle cevaplıyor soruyu:

“Çok üzüldüm evladım. O zaman 8 yaşındaydım. Ondan sonra da çok sorumluluk duydum. Atatürk varken her şeye o karar veriyordu kolaydı ama artık o yok. Düşünmem lazım dedim ve ben de düşünmeye başladım.”

Atatürk ile ilgili soru Polatlı Atatürk Ortaokulu öğrencilerinden geliyor. Ve Özden Toker zarafetiyle, sabırla ve adanmışlıkla her soruyu tek tek cevaplıyor.

Birazdan gazetem Şalom adına İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker’le röportaja başlayacağım ve Ankara Pembe Köşk’te sadece 17 Kasım 2017 günü –röportajın yapıldığı gün- ziyaretçi sayısı 498 kişi. Pembe Köşk’ün bir ay boyunca açık kaldığını düşünürsek bu sayıyı otuzla çarpmak gerekiyor.

Burası İnönü Ailesi’nin evi; Atatürk’ün, İnönü’nün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının anılarıyla dopdolu… Yılda iki kez açılıyor; Cumhuriyet Bayramı ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda. Bu dönemlerde bir ay boyunca Köşk gezilebiliyor. Evin merkezinde Özden Hanım’ın yılda iki kez özenle hazırladığı; Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün dostlarıyla pek çok akşamlar yemek yedikleri ve ülke meselelerini görüştükleri yemek masası var. Kim bilir ne çok anıya, maceraya, derinliğe, kararlara, olaylara, insanlara tanıklık etmiş bir sofra…

 

İsmet İnönü Türkiye’yi bence Türkiye’yi demokrasiye geçiren adamdır.  En güçlü olduğu dönemde gücü paylaşmayı seçti. Siz o döneme tanıklık ettiniz. Bu süreci nasıl geçirmişti?

Babamın sofrasında en çok konuşulan konulardan biri çok partili rejime geçme konusuydu. Hatırlıyorum bu masa etrafında oturduğumuz günlerde babamın arkadaşları, “Çok istediğiniz değişik partiler olunca, ilk evvela sizlerle uğraşmaya başlarlar; sizin canınızı acıtmak için sizlerle uğraşmaya başlarlar. Bunu biliyor musunuz,  farkında mısınız?” derlerdi. Babam da “Evet tabi” derdi. “Biliyorum bunların olacağını, ama ben sabırlıyım. Benden sonra bunu yapacak olanlar o kadar sabırlı olmayabilirler. Ben sabrederim, her şeye tahammül ederim. Kendi sinirlerime güveniyorum. Ne yaparlarsa yapsınlar bize zarar veremezler. Aileme, eşime güveniyorum; yanlış bir şey yapmayacaklarından eminim. Rahatlıkla, bu maceranın risklerini bilerek, göze alarak, çok partili rejime geçilmesine taraftarım” derdi.

 

İsmet İnönü ve Mustafa Kemal arasında 1937’de görevinden ayrılması ile ilgili hep bir takım iddialar ileri sürülür ama size bunu sormayacağım. Sizce bu kadar fırtınalı dönemleri nasıl birlikte geçirebildiler?

İşte tam babam da sizin gibi söylerdi. “Biz kaç defa kavga ettik diye merak ediyorlar. Kavga ettik ama önemli olan kavga etmemiz değil. Bu kadar kritik dönemlerde, Kurtuluş Savaşı’nın en önemli zamanlarında; bir şeye yanlış karar vermenin -ki yanlış karar verilirse tamamıyla mağlubiyet olacak- zafer kazanmak için doğru kararları bulmak için bu kadar uğraştığımız dönemlerde hep beraber olduk, birbirimize destek olduk. Tabii ki arada kavga ederdik ama sonunda en çabuk biz anlaşırdık. Amacımız hiçbir zaman değişmedi; aynı amaçlar uğrunda uzun seneler çalıştık. Bunu merak etsinler” derdi. "Nasıl olduğunu, nasıl başardığımızı öğrenmeye çalışsınlar."

 

Cumhuriyet kurulduktan sonra çok sancılı dönemler geçirildi. 1936 Edirne Olayları, 1937 Dersim Ayaklanması, Varlık Vergisi… Bunlarda babanızın tepkileri neler olmuştu?

Onlar hakkında size kesin bir şey söyleyemem. Babam bize daha çok ileride yapacağı şeylerden söz ederdi. Geçmişe pek dönmezdi. İleride yapacaklarının tartışmasını yapardı. Bu konular sorulduğunda “Artık bunları tarihçilere bırakmak lazım” derdi.

“Bilhassa merak ettiğiniz konuları iyice araştırmanız lazım. İyi bilenlere soracak, o konularda çıkan kitapları okuyacak ve kararınızı kendiniz vereceksiniz. Sadece onun bunun söylemesiyle, şöyle yapılmış, böyle yapılmış demesiyle onlara kanmayacak, inanmayacaksınız. Kendi doğrularınızı kendiniz bulacaksınız” derdi. Atatürk de bize öyle söylerdi.

 

İsmet İnönü, 1938-72 yılları arasında CHP Genel Başkanlığını yaptı. En çok hatıralarınızda kalan, sizi en çok etkileyen olaylar nelerdi?

Beni en çok etkileyen babamın demokrasiye olan inancıydı ve biraz evvel söylediğim gibi bize olan güveniydi. Ona göre demokrasiye ne zaman geçilse “erken başlandı” denilecekti.

Bazı şeyleri yaşayarak tecrübe etmek lazım. Geçireceğimiz zorluklarıyla, iyi taraflarıyla, ama içinde yaşayarak demokratik hayata alışabiliriz.

Tartışmalı geçen 1946 ara seçiminden sonra babamın iki yurt gezisi oldu. O sırada cumhurbaşkanıydı. Demokrat Parti'de muhalefetteydi. Kendisi CHP'li ve cumhurbaşkanı olarak çıktığı bu gezilerde beni ve annemi yanına aldı. Biz Güneydoğu Anadolu’da, Doğu ve Kuzey Anadolu’da seyahatler yaptık. Babam her gittiği yerde Demokrat Parti’yi ziyaret ederdi. Akşam yemekler düzenlenirdi. Babam daima Cumhuriyet Halk Partililerle beraber Demokrat Parti temsilcilerinin de bulunmasını isterdi. Demokrat Parti başkanı veya yanında olan kimselerle konuşmaya çalışırdı. Bazı gittiğimiz yerlerde bizi hep onlar karşıladılar. Hatta Karadeniz’de çekilmiş öyle bir fotoğraf var: Demokrat Partili bayraklarla, sandallarla babamı karşılıyorlar.

Babam o seyahatlerde bunun bir aile gibi düşünülmesi gerektiğini söylerdi. Yani nasıl insanların ailesinde değişik fikirli olan kardeşler varsa, muhalif partilerin çıkmasını da öyle görürdü. Değişik fikirlerin memleketi daha aydınlık bir yere getireceğine, daha ferah, daha rahat bir yaşam sağlayacağına inanırdı. Bütün gittiğimiz yerlerde böyle konuşurdu.

 

2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından Stalin’le bir yakınlaşması var. Vitrinde Stalin tarafından kendisine hediye edilen satranç takımlarını gördüm. Bu yakınlaşmayı biraz anlatır mısınız?

Cumhuriyet kurulduktan sonra, Atatürk Cumhurbaşkanı, babam Başvekil iken Atatürk’ün arzusuyla babam yalnız Rusya’ya değil bütün komşu ülkelere gidiyor. Seyahatleri, resimleri, anıları var. Rusya’ya Stalin döneminde gidiyor (1932); fabrikaları geziyor, baleye, konserlere gidiyor, yeni devrimin getirdiklerinden, onların deneyimlerinden istifade etmek için... Moskova'da üç hafta kalıyor. Hatta şehrin dışında Stalin’in ailesiyle yaşadığı Daça’sında eşiyle, kızıyla tanışıyor. Hem aile hayatlarını hem de ülkelerinde yapmış oldukları işleri görüyor. Atatürk’ün arzusuyla bütün komşularımızla dostane münasebetler kuruluyor.

 

O bir müzakere üstadı, onun sayesinde 2. Dünya Savaşı’na girilmedi ve Lozan’da Türkiye’nin tapusu alındı. Orada bir anı var. Ömrü cephelerde geçmiş bir komutan olarak ilk defa çizmelerini çıkarıp ayakkabı giyecek.

Ama ayakkabılarının bağcıklarını bağlayamadığını, anneniz Mevhibe Hanım’ın bağladığını okumuştum bir kaynakta. Bu hikâye gerçek midir?

Gerçek tabii. Ama size babamın Kurtuluş Savaşı’na nasıl katıldığını anlatmak isterim. O da çok güzel bir hikâyedir.

Atatürk Samsun’a gidiyor, Anadolu’ya geçiyor. Babam o sırada İstanbul hükümetinin görevlisi. Atatürk, İstanbul’da olanlardan haberdar olmak için babamın orada kalmasını istiyor. Babam İstanbul’da bir müddet daha kalıyor. Annemle babam İstanbul'da Süleymaniye semtindeki evlerinde yaşıyorlar. İlk çocukları, İzzet doğmuş. 1919 yılları, İzzet bebek 4-5 aylık. Bir gün Ahmet İzzet Paşa’yı ziyarete gitmek için hazırlanıyorlar. O sırada evin yardımcısı babama bir ziyaretçisinin geldiğini haber veriyor. Babam selamlık tarafına geçince, Atatürk ile kendisinin ortak arkadaşı olan Saffet Arıkan'ı görüyor. Arıkan babama, “Hazır mısın, Mustafa Kemal Paşa seni çağırıyor” diyor. Babam da “Hazırım” diyerek annemin yanına dönüyor; “Paşa beni çağırıyor, gidiyorum” diyor. Karşı evde oturan babasına veda etmek için geçiyor. Bulamıyor. Bir daha da göremiyor. Evine dönüp anneme sarılıyor, çocuğunu kucaklıyor, üzerindeki kıyafetini değiştirmeyi bile düşünmeden, eline şemsiyesini alıp veda ediyor ve evinden çıkıp gidiyor. Kafes arkasından, gözden kayboluncaya kadar onun gidişini seyreden annem bir defa eşinin arkasına dönüp ona bakmasını bekliyor. Ama boşuna. Annem bize öyle anlatmıştı. “Sanki asıl şimdi ailesine kavuşacakmış gibi o heyecanla, o kararlılıkla herkesi arkasında bırakıp Atatürk'ün yanına koştu.”

Babamın Anadolu’ya geçmesi böyle oluyor. Daha önce Anadolu’ya geçen arkadaşları da var. Ama Atatürk babama güvendiği için onu hemen Garp Cephesi Komutanı yapıyor. Atatürk güvenilir bir kişiye ihtiyaç duyunca aklına hep babam gelmiş. Mudanya'ya, Lozan’a onu yollamış. İlk başbakanı olmuş. En zor zamanlarda, en zor kararlarda onunla beraber olmuş.

Ben çocuklara hep bunu söylüyorum. Tek başına hiçbir şey olmuyor; ekip çalışması lazım. Babam hiçbir zaman arkadaşlarına “Benim yanımda çalışıyor” demezdi “Hep beraber çalışıyoruz” derdi. Hakikaten beraberce çalışarak başarı elde ediliyor.

 

1972’ye gidelim O yıl CHP Genel Başkanlığına Bülent Ecevit geldi. Bu bir anlaşmazlık mıydı yoksa bir sürecin sonlanması mı?

Bir sürecin sonlanması diyelim. Yani partililerin genç bir insan seçmek istemeleri son derece doğal, insani bir şeydir.

Bülent Ecevit bu masada bizle çok yemek yedi. Babamın sevdiği, yetiştirdiği bir insandır. İngilizcesi kuvvetliydi. Babamın önemli konuşmalarında her zaman tercümanlığını yapardı.

Hatırladığıma göre Ecevit çok çabuk yemek yerdi; babam da aksine yavaş. Bülent Bey'in tabağını boş gören babam, “Bülent Bey'e servis yapmadınız mı?” deyince tabağına birkaç kez yemek konulurdu.   

Babamın yakın çalışma arkadaşı oldu. Babam onu yetiştirmek için çok emek verdi. Fikirlerinin gelişmesinde de babamın etkisi büyüktür. Ecevit ne yaptıysa ondan gördüğü şeyleri genç olarak tatbik etmeye çalıştı. Babam onun seçilmesini saygıyla kabul etti. Her zaman için bizim yakınımız olarak kaldı.

 

Ya Lozan anıları?

Lozan sırasında en keyifle anlattığı tabii Lord Curzon ile olan tartışmaları, konuşmalarıdır. Lord Curzon hep İngiltere’yi muzaffer çıkarmak isterken babam hep “Bağımsızlık, bağımsızlık, bağımsızlık” diyor. Curzon artık sonunda kızmış, “Genç General! Sen kendini hep cephede zannediyorsun. Ne söylesem vazgeçmiyorsun, inat ediyorsun ama bu anlaşma yapılmadan sen Türkiye’ye dönecek olursan, Türkiye yerle bir olmuş bir ülke. Hiçbir şeyi yok! Her şeyi yapmak için para lazım. Ama sizde para yok. O zaman gelecek benden para isteyeceksin ve ben şimdi sana verdiklerimin hepsini teker teker geri alacağım” demiş. Babam da “Gelirsem o zaman hesaplaşırız. Ama şu anda benim istediğim bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kabul etmeniz” demiş. Kabul etmiyorlar ve anlaşmalar kesiliyor. Babam heyetle birlikte Ankara'ya dönüyor.

Babam özel konuşmalarında; Lord Curzon ile birbirlerine daha yakın davranıp sohbet ettiklerini de anlatmıştı. 

Ankara'ya dönünce mecliste çok itirazlar, tenkitler oluyor. Çünkü artık herkes barış istiyor. Türkiye, Osmanlı’nın son döneminden başlayarak onlarca senedir kaç savaşa girmiş, yenilmiş. Artık insanların dayanacak hali kalmamış, yerle bir olmuş bir memleket. Barış isteniyor. Olmayınca babamı tenkit ediyorlar. Kabul ettiği, etmediği şeyler tartışılıyor. İkinci defa 23 Nisan’da Lozan’a dönüyorlar. Bu sefer babam annemi de yanında götürmek istiyor. Atatürk’e danışıyor. “Paşam daha evvel dört ay oradaydım, eşim çok yalnız kaldı, eşimle gitsem olur mu? Müsaade eder misiniz?” diyor. Atatürk te münasip görüyor. “İyi olur, İstanbul'da hep kafes arkasında duran eşin de dünyayı görür, aydınlık dünyaya açılması lazım” diyor.

 

Venizelos ve eşi, anneniz babanız birkaç yıl önce cephede savaştığı bir general ve eşiyle poz verebilmek müthiş bir şey… İsmet İnönü bunu nasıl başarmıştı?

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Yunanistan ile Türkiye arasında birkaç dostluk anlaşması imzalanmıştı. Aynı denizin iki tarafında komşu iki ülke nihayet anlaşmışlar. Onlar İzmir’i elde etmeyi hayal etmişler, olmamış. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulurken İzmir'e Türkler sahip çıkmış. Son nokta konulmuş.

Babamdan çok annem anlatırdı. Venizelos sonlarda babama kardeşi gibi davranırmış. Babamın Venizelos ve Lord Curzon ile 20-25 yaş farkları varmış. Babam o sıralarda 39 yaşında. Öbürleri 65-70 yaşında. Ve onlarla mücadele ediyor. Lord Curzon, kendine çok güvenen, çok güzel konuşan, paralı, aile olarak da çok zengin. Hatta eşi Amerika’nın en zengin kızıymış. Bizimki genç subay eşi Mevhibe Hanım Süleymaniye’deki basit evleri… Oradan oraya gidiyorlar.

Ama babam hep hatırlatırdı, bu tarihten itibaren Türkiye, İngiltere'ye gidip onlardan para veya yardım istemiyor.

2. Dünya Savaşı başlayınca durum değişiyor. Savaşın sonunda hem İngiltere hem Amerika Türkiye’nin savaşa girmesini istiyorlar. Savaşta yeni bir cephe açılsın, Almanya’nın bizlerle savaşmak mecburiyeti olsun. Babamın cumhurbaşkanı olduğu dönem. Dışişleri bakanıyla, bütün kurmayıyla beraber savaşa girmek istemiyorlar. Çünkü zaten onlar Kurtuluş Savaşı’nda istediklerini Lozan’da almışlar. Daha fazla bir yer almaya da vermeye de niyetleri yok. Öyle başarılı bir politika ile idare ediyorlar ki hiçbir tarafa katılmadan bu tehlikeden uzak kalıyorlar. Ama Churchill, İngiltere Türkiye’nin savaşa girmesini, düşmanlarına karşı yeni bir cephe açılmasını istiyor. Bu nedenle Lord Curzon’ın yerine Churchill buraya kadar geliyor. Adana Yenice’de bir tren istasyonunda babam cumhurbaşkanı olarak onunla konuşuyor. Churchill savaşa girmemiz için bizi zorluyor. Babam da ona “Tamam sizin tarafınızdayız, gireriz ama bu şekilde girersek size faydalı olamayacağız. Eksiğimiz çok. Bize bunları temin etmeniz lazım. Ancak katkıda bulunursanız 15 yaşında bir Cumhuriyet olarak kendimize güvenerek savaşa girebiliriz” diyor. Sonuçta babamın, istediklerinin hiçbirini yerine getirmedikleri için savaşa girmiyor.

Bu da yetmiyor aradan birkaç ay geçtikten sonra o meşhur Kahire Konferansı gerçekleşiyor. Roosevelt ve Churchill babamı Kahire’ye davet ediyorlar. Yine Türkiye’nin savaşa girmesi konusu gündeme geliyor. Tartışmalar oluyor. Babam şunu anlatmıştı:

Üçü sohbet ederken babam diyor ki:

“Yürümeyi severim. Memleketimde de çok yürürüm.''  Kaldıkları otel Mena House isminde bir otel, piramitlerin yanında. “Sabah yürüyorum ve binaların üstünde hep keskin nişancılar, tanklar, tüfekler, toplar… Etrafımız tamamıyla çevrilmiş, bizi koruyorlar. Bu kadara ihtiyaç var mı? diyor Churchill’e.

Churchill, “Paşam” diyor “Bu hiçbir şey değil, Almanlar bir yerden kalkar saldırılar ve hepimizi yok ederler. Onun için sizin gördüklerinizden de fazla tedbir alındı” diyor. Babam da soruyor ne kadar asker, top, tüfek, tank var diye, Churchill de cevap veriyor: “Sizin gördükleriniz birşey değil. Bizi 25 hava filosu da yanımızdaki meydanlardan koruyor. 300 küsur da uçaksavar topu var."

Babam, “Siz bize savaşa girin, koca İstanbul'umuzun korunmasına bir buçuk filo yeter diyorsunuz. Burada futbol sahası kadar yere 25 filo yetmiyor, 300 top yetmiyor, öyle mi?"

Bunu deyince en çok Roosevelt gülüyor ve Churchill’e “Yakalandın!” Hatta İngilizce de bir tabir vardır. “Pantolonunuz aşağıda yakalandınız!”

 

Evi gezerken şunu hissettim. Hem bu muhteşem masayı gördüğümde, hem anneniz ve babanız arasındaki harika ilişki; sizin çocukluğunuzda Atatürk’ün size olan yaklaşımı… Mustafa Kemal Atatürk’ün kuramadığı ‘ideal aileyi’ acaba İnönü Ailesi olarak mı temsil ediyordunuz?

Evet, öyle diyebilirsiniz tabi ama ben kendi ailemi bildiğim için böyle söylüyorum. Atatürk bütün arkadaşlarının aileleri ile ilgilenmiş, çocuklarına sahip çıkmış, tahsillerini üstlenmiş. Ama rivayet olunur ki Atatürk, samimi arkadaşları olan Saffet Arıkan'a keşke Mevhibe Hanım’ın bir kardeşi olsaydı dermiş.

Ben size Latife Hanım’ı da anlatmak isterim. Onu tanıdım. Kendisi çok uzun yıllar yaşadı. 70’li yıllarda vefat etti. Atatürk ile evli olduğu yıllarda ben doğmamıştım. Ama annem ile hep bir yakınlıkları vardı. İzmir’de Ömer Ağabeyim doğduğunda Latif Hanım anneme lohusa ziyaretine gelmiş. Bebeği Latife Hanım’ın kucağına vermişler. Seneler sonra Ömer Ağabeyime yazdığı bir mektupta Latife Hanım, “Seni kucağıma aldığım zaman ilk defa anne olmak heyecanını hissettim” diye yazıyor. Maalesef kısmet olmamış.

Atatürk Latife Hanım'dan ayrılırken sanki onu aileme emanet etmiş gibiydi. İstanbul'a her gidişimizde elini öpmeye Ayazpaşa'da oturduğu babasının evine giderdik. O ev Atatürk’ün evi gibiydi her yerde onun resimleri vardı. Onu, yaptıklarını hep takip ederdi. Atatürk de onunla uzaktan ilgilenirdi. Hasta olduğunda onun yurt dışında tedavisini sağlamıştı.  

 

Nasıl bir şey Özden Toker olmak? İsmet İnönü’nün kızı olmak; Metin Toker’in eşi olmak; Erdal İnönü’nün kardeşi olmak; Gülsün Bilgehan’ın annesi olmak; Zeynep Bilgehan’ın anneannesi olmak?

Çok sorumluluğum var. İşim zor. Bunların hepsine layık olmam lazım. Babama, eşime layık olmam lazım. Eşim derdi ki, “Gazetecilik adam gibi yapılırsa dünyanın en güzel mesleğidir.” Hakikaten işini çok severdi ve gurur duyardı gazeteci olmaktan. Genleri torunum Zeynep Bilgehan’da devam ediyor.

 

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Atatürk’ün ve babamın bize hep söylediği şey şuydu: çok merak etmeniz ve çok kitap okumanız lazım. Araştırma yapmanız, bilenlerden sorup öğrenmeniz ve yaptığınız işi en iyi şekilde severek yapmanız…

 

Şimdi ülkeyi nasıl buluyorsunuz?

Atatürk, Gençliğe Hitabesi’nde bu işlerin hiç kolay olmadığını söylüyor. Babam da sabırlı olmak lazım geldiğini hep söylemiştir. O yüzden yaşananları doğal olarak kabul etmek lazım. Doğal akışı içinde bizlerin ‘Çağdaş Türkiye’ye’ ulaşacağımıza eminim.