Tiyatro Festivali-2: GalataPerform, Platform Theater Onderhetvel ortak yapımı ‘When in Rome’

“When in Rome, do as the Romans do / Roma’dayken Romalılar gibi yap”

Erdoğan MİTRANİ Sanat
29 Kasım 2017 Çarşamba

“When in Rome, do as the Romans do / Roma’dayken Romalılar gibi yap”

 

20. İstanbul Tiyatro Festivalinde Ömer Kavur’un ‘Gizli Yüz’ filminden yola çıkarak Orhan Pamuk’un nefis metnine müthiş etkileyici teatral bir yorum getirmiş olan Mesut Arslan, bildik bir öykü üzerinden, seyirciyle etkileşimli bir yapıda, hayatta ve tiyatroda muhafazakârlık kavramını farklı açılardan tartışmaya açıyor.

Arslan’ın ilk kez 2. Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivalinde oyun okuması olarak sahneye koyduğu, genç oyun yazarı Öznur Yalgın’ın ‘When in Rome’ oyunu, dünya prömiyerini yine Mesut Arslan’ın rejisiyle 21. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında, bir GalataPerform, Platform 0090, Theater Onderhetvel ortak yapımı olarak yaptı.

Ev sahibi ile aynı apartmanda yaşayan bir genç kadın, erkek arkadaşı kısa süreliğine yanına taşındığında, ailesinin haberdar olmasına karşın durumu aile apartmanındaki komşularından saklamak zorunda kalır. Muhafazakârlık kavramını özel hayatın sınırları içinden tartışan, kişisel alan ihlâli, ikiyüzlülük, bastırılmış cinsellik üzerine bu tanıdık hikâyede genç kadın için işlerin gün geçtikçe karmaşıklaştığı bir hapishane hayatı başlar… 

Arslan’ın diliyle: “Muhafaza etmek yüzyıllarca kültürü, iyiyi, güzeli, lezzeti korumak adına var olmuştur! Ama her şeyde olduğu gibi aşırı muhafaza etme güdüsü günümüzde ölümcül zararlar verir insanoğluna… Tarihte muhafazakârlık kurgusu altında tüm dünyada insanlığın kanıyla yazılmış birçok savaş ve kitlesel/bireysel olay yaşanmıştır…

Eğer muhafazakâr bir tavırla yaklaşırsak tiyatroya ve bunu tiyatronun içinde bir enstalasyon olarak yerleştirirsek o zaman insan olarak daralan özgürlük alanlarımızı ya da topyekûn kaybolan alanlarımızı nasıl yansıtırız / tercüme ederiz sahneye? Ya sahneye yer kalmazsa? Koltuklar, seyirciler stenografi olursa, hepimiz bir salonda değil de bir evin odalarındaysak ve git gide tek bir odaya sıkışırsak…” 

Belçika’da yaşayan, koreograf Eric Raeves ve sanatçı Meryem Bayram’la birlikte önce OnderHetVel tiyatrosunu kuran Mesut Arslan, ardından, hâlen genel sanat yönetmeni olduğu, odağına melezlik-aralık-açıklık-sürdürülebilirlik-disiplinlerarasılık kavramlarını alan Platform 0090’ü kurmuş. Her iki toplulukla, farklı disiplinlerden proje ve sanatçıyla uluslararası ortaklıklar kurarak çok sayıda sanatsal ürünün ortaya çıkmasına destek oluyor.

Enstalasyon yaklaşımıyla ele aldığı oyunları, performatif ve yaratıcı oyunculuktan beslenen ortak çalışma yöntemiyle tasarlayan Arslan, müthiş yaratıcı bir yorumla sahneye aktardığı, reji asistanı Defne Parman’la birlikte sahne ve kostüm tasarımını üstlendiği When in Rome’da, muhafazakârlık, özel hayat ihlâli, mahalle baskısı gibi konuları zekice eleştiren, aslında izleyicinin aşina olduğu bir öyküyü, alışık olmadığı bir sahne diliyle izlemesini, yeni tecrübeler edinmesini amaçlıyor.

Farklı oturma düzeniyle oyun alanı kavramını ters yüz ederek salonun tamamını sahneye dönüştüren, seyirciyi izleyici konumundan çıkarıp katılımcı durumuna getirerek oyunu fiilen yaşamasını sağlayan interaktif konsept çok başarılı. İçeriye girdiklerinde Pervin Bağdat’ın 40 yıllık dostmuşçasına samimiyetle yer gösterdiği izleyiciler, When in Rome’u, Sermet Yeşil, Ersin Umut Güler, Pervin Bağdat ve Yeşim Özsoy’la birlikte, oyuncularla kaynaşarak oyunun bir elemanına dönüşerek ‘yaşıyorlar’. O kadar ki, kapanış cümlesini bile bir seyirci söylüyor. Kişilerin yapmak zorunda olduklarıyla, aslında yapmayı arzu ettiklerini başarıyla ayrıştıran oyunculuklara, karakterlerin iç seslerine renk değişimiyle katkıda bulunan Turan Tayar’ın ışık tasarımını da unutmamak gerek.

Mutlaka izlenmesi/yaşanması gereken, etkileyici ve yenilikçi bir tiyatro deneyimi. Sezon boyunca devam edecek.

Pedro Penim’den Bir Melankoli Atlası ‘Before / Önce’          

1975 Portekiz doğumlu, sahne direktörlüğü ve oyunculuğun yanı sıra, yazarlık, çevirmenlik, eğitmenlik gibi geniş bir yelpazede adından söz ettiren Pedro Penim, eserleri başta Portekiz olmak üzere; Fransa, İtalya, Brezilya, İngiltere, Çin, Almanya, İspanya, Türkiye, İsrail, Slovenya ve Macaristan gibi birçok ülkenin saygın tiyatrolarında sahnelenen bir sanatçı.

İki yıldır İstanbul’da yaşayan Penim, bir dergide onu İstanbul’dayken evinde hissettiren bir sözcükle, hüzün’le karşılaşmış.

Melankoli duygusuna, acı veren şimdiki anın inkârına, pek çok kültürde rastlanan yitip gitmiş bir mutluluğa duyulan özleme işaret eden, tatlı bir üzüntüyü simgeleyen hüzün ve Portekizce benzer anlamlısı saudade’nin başka hiçbir yerde Portekiz ve Türkiye’de olduğu kadar yaygın tesiri yoktur. Pedro Penim’in bu duygu durumunun etkisi altında yazıp yönettiği, ışık tasarımı Rui Monteiro’ya, yaratılışı anımsatan soyut video tasarımı Jorge Jácome’a ait ‘Before / Önce’, seyirciyi bir melankoli atlasının kılavuzluğunda zamanda yolculuğa çıkarıyor.

Boş bir sahne. Fonda büyük bir ekran, önünde masa başında oturmuş, düşünen, belki yazan belki de yazdıklarını kendi kendine okuyan bir adam. Önünde iki koltuk. Duman efekti ile sahneye giren bir dinozor, karşısında oturan adama (belki terapisti, belki de tek başına konuşmamak için yarattığı hayalî arkadaşı) ne kadar sıkıntılı olduğunu anlatmaktadır. Çünkü önce… Ve böylece ‘önce’ye doğru bir yolculuk başlar. Dinozor ve dinleyicisi (Bernardo de Lacerda, Frederico Serpa) devinimleri ve beden dilleriyle iki karakteri

konuşmasız olarak canlandırırken, arkada oturan yazar (Pedro Penim) tüm diyalogu iki farklı ses tonu ile onların ağzından konuşarak seyirciye aktarır…

Oyun sonrası söyleşisinde Penim, İstanbul’da edindiği dostlarla sohbetlerinde, ne zaman bir olaydan, bir mekândan ya da bir sorundan söz edildiğinde mutlaka birisinin “ama önce, ama eskiden” diyerek geçmişle bağlantı kurduğunu, bu geçmişin nerelere kadar gerileyebileceğini, belki ilk çağlara hatta belki dinozorlara kadar uzanabileceğini düşünerek oyunu yazdığını söylüyordu. Aynı söyleşide neden tüm diyalogu çift sesle kendisinin yaptığı sorulduğunda, aslında her iki sesin de kendi kafasındaki iki karşıt düşünceden oluştuğunu, dinleyiciyle dinozorun belki de sadece bu karşıtlığı ayrıştıracak iki simge olduğu cevabını veriyordu.

Yazar yönetmeninin asıl büyük başarısı, keyifle okunabilecek hem komik, hem şiirsel bir metni keyifle izlenen dört dörtlük bir teatral yorum olarak sunmasında. İlginçtir, ‘hüzün’ ve Portekiz denince akla ilk, ‘saudade’ın ta kendisi ‘fado’ gelir. Oyun süresince müzik ve şarkılara da yer veren Penim’in, büyük başarıyla oluşturduğu o güzelim acı-tatlı hüzün duygusunu bir fado ezgisinin tek bir notasına bile gereksinim duymadan yaratmış olması ayrıca tebrik edilmeye değer.

Festivalin zevkle izlenen işlerinden. Lizbon’dan bize katılan bu yeni İstanbullunun seneye yeni bir çalışma ile gelmesini bekliyoruz.

Şermola Performans ‘Panopticon’

2010’daki benzer çalışmalarından beri işlerinde bedenin olanaklarını araştıran Mîrza Metîn, 21. İstanbul Tiyatro Festivali için hazırladığı, tasarlayıp yönettiği yeni oyunu ‘Panopticon’ ile karşımızda. Oyunun ışık tasarımını Alev Topal, kostüm tasarımını Hilal Polat, müzik ve ses tasarımını Başar Ünder üstleniyor.  

Hem sistem araçlarınca her an gözetlendiğimiz hem de elimizin altındaki sosyal araçlarla birbirimizi gözetlediğimiz çağa dair bu performatif tanıklıkta, seyirci hem gözetleyen hem de gözetlenen olarak konumlandırılıyor. Beş denek kadın (Ayşegül Tekin, Esra Yıldırım, Gamze Çelik, Melisa Akman, Nagihan Gürkan) kapatıldıkları ve konuşmanın yasak olduğu bir mekânda, bedenleri ve sesleri aracılığıyla iletişim kurarken, kurguladıkları oyunlar yarışa, yarışlar iktidar hırsına ve hırs şiddete dönüşecektir.

Mîrza Metîn, kırmızı balonlarla kaplı bir zeminden ve beş sandalyeden oluşan oyun alanında tiyatroyu, pantomimi ve dans tiyatrosunu harmanlayarak, beş oyuncusunun erkekten kadına giderek giysilerinden de sıyrılarak birere çıplak ‘öz’e dönüşmesini başarıyla aktarıyor. Fondaki projeksiyonlar kimi zaman yaşanan/yaşanmakta olan olayları yansıtırken, kimi zaman da izleyiciyi, eleştirdiği veya kaçındığı şeylere adım adım nasıl dönüştüğünü düşünmeye davet edercesine, oyuna, oyun alanına ve seyircilere yöneliyor.

Fondaki Cumartesi Anneleri’nin önünde, sözsüz, sadece bedenler, bakışlar ve hıçkırıklarla ağıt yakılması çok etkileyici.

Farklı deneyimlere açık olanların seveceği, başarılı bir deneysel tiyatro örneği.