Balfour 100 yaşında

2 Kasım 1917’de dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından 67 kelimelik bir mektup olarak kaleme alınan Balfour Deklarasyonu’nun yayınlanmasının 100. yıldönümü kutlanıyor.

Dünya
1 Kasım 2017 Çarşamba

Söz konusu mektup, İngiltere’nin Filistin topraklarında Yahudiler için bir devlet kurulmasını desteklediğini gösteren bir deklarasyondu. 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasında deklarasyonun etkisi neydi?

İngiltere deklarasyonu savunuyor

  İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson Balfour Deklarasyonu için, “İsrail’in kurulmasında İngiltere’nin oynadığı rolden dolayı gurur duyuyorum. Balfour Deklarasyonu bu büyük devletin kurulmasında çok önemli bir rol oynadı” dedi.

Tarihçilerden farklı yorumlar

  Tarihçiler ise deklarasyonun kaleme alınmasındaki sebepleri farklı değerlendiriyor. Kimisi, Siyonist gerekçelerle kaleme alındığını belirtirken, kimi uzmanlar da deklarasyonu ‘savaş ortamının bir gereği’ olarak değerlendiriyor.

Filistinliler ÖFKELİ

  Deklarasyonun 100. yıldönümünde Filistinliler, İngiltere’den resmi özür beklediğini, mektubun yollanması konusunda İngiliz Hükümeti’ne dava açma planları olduğunu belirtti. İngiltere bu yorumlara sert cevap verdi. 


Yüzüncü yılında, Balfour Deklarasyonu İsrail’in ihtilaflarını nasıl şekillendirdi?

Balfour Deklarasyonu’nu yazan Lord Arthur Balfour’un ailesi ve bilim adamları, yüz yıl sonra deklarasyonun tarihçesini ve bugün ne anlama geldiğini ele alıyorlar. 

9 Kasım 1917’de yayınlanan London Times gazetesinin manşeti “Yahudiler için Filistin!” idi ve haberde İngiliz hükümetinin daha sonra Balfour Deklarasyonu olarak adlandırılan bir mektup yayınlamaya karar verdiği belirtiliyordu. Dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour tarafından Lord Rothschild’e bir hafta önce, 2 Kasım 1917 tarihinde, yollanan mektupta, İngiliz hükümetinin Filistin topraklarında kurulacak bir Yahudi devleti fikrine sıcak baktığı ve bu hedefin gerçekleşmesi için gerekli desteği sağlayacağı bildiriliyordu.

Dönemin İngiltere Başbakanı David Lloyd George ve Balfour, Yahudilerin atalarının topraklarına dönmeleri fikrine duygusal olarak yakın hisseden bir İngiliz nesline aittiler.

Arthur’un erkek kardeşi Gerald William Balfour’un nesiller sonraki torunu olan Lord Roderick Balfour, geçtiğimiz günlerde Jerusalem Post’a verdiği röportajda, her iki devlet adamının da bu fikre tüm kalpleriyle inandıklarını, “David’in şarkılarını söyleyerek ve Eski Ahit’i okuyarak büyümüşlerdi. Onlara göre Hristiyanların, Yahudilerin Kutsal Topraklara dönmelerini desteklemeleri tamamen doğaldı,” sözleriyle anlatıyor. Lloyd George da bu durumu, büyürken kendi tarihinden çok Yahudilerin tarihinin öğretildiğini söyleyerek kanıtlıyor. Ancak Lloyd George’un büyük-büyük torunu ve Oxford Üniversitesi Tarih Profesörü Margaret MacMillan’a göre, buradaki dini yaklaşımı çok fazla büyütmemek gerekiyor. MacMillan bu konuda, “Siyon topraklarını mutlaka seviyorlardı fakat bu deklarasyon kesinlikle daha çok jeopolitik etkenlerle kaleme alınmıştı” diye konuşuyor.

BALFOUR TEK DEĞİLDİ

Birinci Dünya Savaşı konusunda tüm dünyada tanınmış bir uzman olan MacMillan, savaşın dinamikleri ile ilgili görüşlerini paylaşarak, “Bu savaşta her iki taraf da - düşman ülkelerin halklarından yardım istemeye kadar - bulabildikleri her silahı kullanıyorlardı. Balfour Deklarasyonu’nun motivasyonu İngilizlerin kendi çıkarlarını gözetmeleridir, fedakârlıkları değil” dedi.

Brandies Üniversitesi başkanlığını yürütmüş ve Yahudi tarihi hakkında otuzdan fazla kitap yazmış olan Jehuda Reinharz da, Balfour Deklarasyonu’nun eşsiz olmadığını belirterek, “Bu İngilizlerin, Birinci Dünya Savaşı boyunca verdikleri pek çok söz ve yayınladıkları pek çok deklarasyondan sadece biridir. Burada önemli olan bu deklarasyonla ne yapıldığıdır” diyor.

Deklarasyonun yayınlanması savaş zamanı farklı gruplara verilen sözlerle tutarlı olunmasının yanı sıra, diğer dünya uluslarının da zaman zaman yaptıkları Yahudilerin ait oldukları topraklara geri gidebilmeleri konusundaki girişimler ile de aynı yönde bir hareketti.

Bilinenlere göre, Balfour Deklarasyonu’nun yüz yıldan fazla öncesinde, 1799’da, Fransa benzer bir deklarasyon yayınlamıştı. O sıralarda Filistin topraklarını fetheden Napolyon, Yahudilerin ‘Filistin’in gerçek varisleri’ olduklarını söylemişti.

MacMillan, büyük-büyükbabasının, diğer devletlerin de bu konudaki çalışmalarından etkilenerek deklarasyonu kaleme aldığına inanıyor. MacMillan’a göre, İngilizler eğer kendileri bir Yahudi devleti kurulmasını desteklemezlerse, Almanların bunu yapacaklarından endişe ediyorlardı.

Reinharz da bir adım daha ileri giderek, “O dönem, aralarında Japonya’nın dahi bulunduğu pek çok ülkeden Siyonizm’i destekleyen deklarasyonlar gelmekteydi. Fakat bu deklarasyonların hiçbirinin anlamı yoktu. Daha önceki geçici destek söylemlerinin aksine bu kez hem uygulanabilir bir yol hem de bunu uygulamaya hevesli ve becerileri yeterli Yahudi aktivistler vardı. Siyonist lider Hayim Weizmann, Balfour mektubunu almış ve onu Balfour Deklarasyonu haline getirmişti,” diyor.

DEKLARASYONA AYKIRI MANDA YÖNETİMİ

Deklarasyonun yayınlanmasından 4,5 sene sonra, 1922’de, Milletler Cemiyeti İngiltere’ye, Balfour Deklarasyonu’nu uygulamaya geçirmek üzere bölgenin manda yönetimini verdi. Deklarasyonu yaşama geçirebilme amacıyla Weizmann, bir anlaşmasında, “Yahudilerin toplu halde Filistin’e göç etmelerinin cesaretlendirilmesi ve teşvik edilmesi için gerekli her türlü önlemi destekleme” fikrini onaylamış Arap Emiri Faysal ile işbirliğine gitti.

Arapların desteğini onaylayan bir başka kişi de, Haşemi emiri ile görüştükten sonra İngiliz Ordusu İstihbarat Şefi’ne “Arapların konuya yaklaşımı olumludur” mesajını ileten, Arabistanlı Lawrence olarak da bilinen, T.E. Lawrence oldu.

MacMillan konuyu derinleştirerek, “Arap halkının görüşü diye bir şey yoktu. Bağdat’ta bazı orta sınıf hareketlenmeler olsa da aslen bu bölge, Osmanlı İmparatorluğu’nun arkada kalmış küçük bir parçası gibi görülmekteydi. Haşemiler Arapları temsil ettiklerini iddia ediyorlardı fakat bana göre, bu oldukça şişirilmiş bir iddiaydı” diyor. İşin doğrusu, Filistin’deki Araplar temsil edilmiyor, hatta kaale dahi alınmıyorlardı.

İngiliz yönetiminin ilk zamanlarında, henüz manda yönetimi yürürlüğe girmemişken dahi, İngiliz ordusunun hareketleri deklarasyonda belirtilen hedeflerle çelişiyordu. Ordu, hükümet görevlerine Yahudileri değil, Arapları atamaktaydı. Resmi belgeler Arapça ve İngilizce yayınlanıyor, İbranice göz önüne alınmıyordu. Pek çok kereler başarılı olmuş ‘böl ve yönet’ taktiğinin uygulandığı görülüyordu. İngilizleri destekleyen Yahudi lider Ze’ev Jabotinsky o zamanlar bu konuda, “İngiliz yönetimi, Balfour Deklarasyonu adeta İngiliz Dışişleri Bakanı’nın bir dil sürçmesiymiş gibi davranıyor,” demişti.

Sonraki günlerde Filistin topraklarına Yahudi göçünü kısıtlayan İngilizler, İkinci Dünya Savaşı başından itibaren de bunu tamamen yasakladılar. Deklarasyonla tamamen ters düşen hareketlerde bulundular ve manda yönetimi, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını engelleyebilmek için elinden geleni yaptı.

Reinharz, İngilizlerin söylem ve hareketlerindeki bu dönüşün sonuçlarının altını çizerek, “Bugün hâlâ, 1939 yılında Nazilerden kaçmak isteyen Yahudilere Filistin topraklarının kapılarını kapatan İngilizlere yönelik öfke dinmiş değildir,” dese de İngiltere’nin üstlendiği etkin rolün de üzerine basarak, “Yine de, kurulma konusunda temel adımlarını atan İngiltere olmasaydı İsrail Devleti’nin kurulabilmesi mümkün olmayabilirdi” diye konuşuyor.

Bu hareketi tanımanın adeta bir sembolü olarak bugün İsrail Başbakanı’nın evi Balfour Caddesinde yer alırken, bir evvelki başbakanın evi ise Lloyd George Caddesine bakan sokaktaydı.

Balfour Deklarasyonu’nun ellinci yılında İsrail Devleti, Lloyd George’un kızı Megan’ı resmi kutlamalara katılmak üzere ülkeye davet etmişti.  Büyük teyzesi Megan’ın kendisiyle bu geziye katılmaya davet ettiği Margaret MacMillan, her ne kadar teyzesinin ani ölümüyle kutlamalara katılamamış olsa da, o günleri hatırlarken, “Bu, Balfour Deklarasyonu’nu ilk duyuşumdu,” diyor.

Aradan geçen yarım asır sonrasında, MacMillan İngiltere İmparatorluğunun tarihini derinlemesine araştırdı. Deneyimlerini değerlendirdiğinde MacMillan, İngiltere’nin Balfour Deklarasyonu’nu uygulamaya geçirememesinin şaşırtıcı bulmadığını söylüyor. MacMillan konuyla ilgili, “İngilizler daha nesiller boyu orada kalacaklarını sanıyorlardı. Bir manda yönetimini idare ettiriyorlardı fakat bunun bu kadar hızlı bir şekilde tam bir bağımsızlığa gideceğini öngöremediler. Oranın çok uzun yıllar daha imparatorluklarının bir parçası olarak kalacağını zannettiler. Deklarasyondan yaklaşık otuz yıl sonra, İngiliz mandası sonra erdi, İngilizler geri çekildi ve bir anlamda her iki tarafın ‘savaşarak’ konuyu çözmelerine izin verdi” diyor.

NEDEN YENİDEN GÜNDEMDE?

O günlerin ardından Balfour Deklarasyonu sürecini tamamlamış ve artık tarihin tozlu raflarındaki yerini almıştı.

Ama yetmiş yıl sonra, deklarasyonun yüzüncü yılında, bu mektup şaşırtıcı bir şekilde tekrar hayata döndü.

Filistinliler, İngiltere’den resmi bir özür beklediğini, mektubun yollanması konusunda İngiliz Hükümeti’ne dava açma planları olduğunu ve hatta suç duyurusunda bulunacağını açıklayarak deklarasyonun hatırasını canlandırdı.

Konuya son derece sert tepki veren İngiltere Başbakanı Theresa May, “Bu tarihteki en önemli mektuplardan biridir. Mektup, Yahudilerin bir devlet kurmalarında İngiltere’nin sahip olduğu hayati rolü göstermektedir ve bu mektubun yıldönümünü ancak gururla kutlayacağız” diye konuştu.

Filistinlilerin suçlamalarına sert bir şekilde cevap verenlerden bir diğeri de Lord Balfour oldu. Balfour konuyla ilgili, “Balfour Deklarasyonu’nun San Remo Konferansı’ndaki anlaşmalara dahil edilmesinden ve tüm dünya devletlerinin İsrail Devleti’ni tanımalarından sonra bir özür beklemek son derece mantıksız bir hareket. Bu tam bir delilik” dedi.

Filistinlilerin Balfour’un anısını bu şekilde canlandırması akıllara, ‘Tarihteki olaylar bugünkü politik kararlara nereye kadar etki etmeli?’ gibi bazı sorular getirdi. Hiç şüphesiz, 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl başlarında Filistin’e toplu Arap göçü ve Orta Çağ boyunca Kudüs’te bulunan gerçek Yahudi nüfusu gibi tartışılacak birçok konu başlığı bulunuyor. Yine buna benzer şekilde, İtalya’nın Güney Tirol üzerindeki hakları, Fransa’nın Alsas-Loren üzerindeki iddiası, Müslümanların İspanya ile olan bağları ve daha pek çok konu da tartışılabilir.  Fakat bu konuların tarihin çamurlarında batağa saplanmanın, bugüne odaklanmayı engellemesi riski bulunmuyor mu? Filistinliler geçmişteki ‘neler olabilirdi?’ sorusuna takılarak bugünkü müthiş fırsatları ıskalıyorlar mı?

Bazılarına göre Balfour Deklarasyonu sadece Ortadoğu politik gelişimini değil tüm dünyadaki gelişmeleri müthiş derecede etkiledi. Lord Balfour da bu görüşe katılanlar arasında bulunuyor. Balfour, “Deklerasyon, günümüz dünyasına bilimsel ve tıbbi alanlarda inanılmaz bir katkıda bulunan tüm bu zeki insanlara bir anavatan vermiştir” diyor.

Balfour Deklarasyonu, Filistinlilere ve İsraillilere her zaman farklı şeyler ifade edecektir. Yine de, belki yüzüncü yılında iyimser bir yaklaşımla, bu deklarasyonun istendiğinde hiçbir şeyin hayal olmadığını hatırlattığı düşünülebilir.

***

İngiltere 100. yıldönümünde Balfour’u savundu

İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson bir asır önce seleflerinin İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadıkları rolü savunarak, İsrailliler ve Filistinliler açısından barış için tek uygulanabilir çözümün iki bağımsız devletli çözüm olduğunu vurguladı.

2 Kasım tarihi, İngiltere’nin o dönemki Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından 67 kelimelik bir mektup olarak kaleme alınan Balfour Deklarasyonu’nun yayınlanmasının 100. yıldönümü. Söz konusu deklarasyon İngiltere’nin Filistin’de Yahudiler için bir devlet kurulmasını desteklediğini gösteren bir deklarasyondu.

Boris Johnson geçtiğimiz Pazar günü Telegraph gazetesinde yayınlanan makalesinde, “İsrail’in kurulmasında İngiltere’nin oynadığı rolden dolayı gurur duyuyorum. Balfour Deklarasyonu bu büyük devletin kurulmasında çok önemli bir rol oynadı” dedi.

Ancak Johnson Balfour Deklarasyonu’nun kilit önem taşıyan şerhlerinden biri olan Yahudi olmayan toplumların haklarının korunması konusunun ise tam anlamıyla hayata geçirilmediğini de belirtti.

Johnson makalesini 100 sene önce Balfour Deklarasyonu’nun kaleme alındığı odada yazdığını da ekledi.

1917’deki mektubu tartışılmaz bir ahlaki amaca yönelik olduğu için öven Johnson, bu amacı zulüm gören insanlara güvenli bir yurt sunmak olarak açıkladı. Ancak Johnson, Londra’nın iki devletli çözüme inandığını da yineledi.

Johnson makalesinde, “Bugün uygulanabilir tek çözümün 1937 senesinde bir başka İngiliz vatandaşı olan Lord Peel’in Filistin’le ilgili olarak Kraliyet Komisyonu’na sunduğu raporda da dile getirdiği gibi, iki halk için iki devlet olduğuna şüphem yok” diye yazdı.

Johnson, sınırların 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan önceki haline çekilmesi, Kudüs’ün ortak başkent olması ve toprak paylaşımının ve değiş tokuşunun hem Yahudiler’in hem de Filistinliler ’in ulusal, güvenlik ve dini menfaatlerine uygun şekilde yapılması gerektiğini de ekledi. 

Johnson yazısını, “Bir asır sonra, İngiltere bu sorunu tamamen çözmek ve Balfour Deklarasyonu’nun tamamlanmamış işlerini bitirmek için elinden gelen tüm desteği verecektir” şeklinde bitirdi.