Arthur Koestler’in bakış açısından oynak İngiliz siyaseti ile iç savaşa doğru

İngiliz Hükümetinin Filistin topraklarında uyguladığı politika, bu topraklardaki iç savaşın tohumlarını attı

Yusuf BESALEL Perspektif
24 Mayıs 2017 Çarşamba

Haziran 1946’ya gelindiğinde, Filistin topraklarında Yahudi Ajansının liderleri tutuklanmaya başlamıştı; sırada Hagana’nın ve tüm Yahudi siyasi kurumların çökertilmesi vardı. Ancak bu ameliye başlamadan evvel Hagana’nın yasadışı radyosu olan ‘İsrail’in Sesi’ bu hamlenin beklendiğini duyurdu. 49 Yahudi kasabasına ve yerleşkesine baskın yapılacak, İngilizler motorlu piyadeleri, Kraliyet Hava Kuvvetlerinin birlikleri ve topçuları kullanacaktı. Tutuklanacak binlerce Yahudi’nin listesi hazırdı. Hagana’nın radyosu yayınını şöyle bitirdi: “Bu (komplo) belgesi artık halkın malıdır. Filistin Yahudi toplumu, Diaspora ve tüm dünya; Bevin, Attlee ve yandaşlarının bizler için neler hazırladığını ve bizim de savaşacağımızı bilsinler!”

Hagana ve Stern’in sabotajlarına karşın, Yahudi Ajansının merkezi işgal edildi; liderleri ve Yahudi İşçi Partisinin, sendikaların, kooperatiflerin, cemaat kurumlarının 3 bin üyesi tutuklandı. Palmah ve Wingate’in Akşam Çeteleri’nin suikastları ve sabotajları ile binlerce Yahudi yerleşimcisinin pasif direnişi, İngiliz askerlerini şaşkına çevirdi. Hagana’nın sakladığı silahlar da yakalanamadı. Tutuklanan 3 bin kişi arasında da bir tek Hagana lideri teşhis edilemedi ve tutuklular kitleler halinde tahliye edildi. Bu arada Anglo-Amerikan Komisyonu şapkadan tavşan çıkarır misali bir formül üretti: Buna göre Yahudi göçü Filistin’in yüzde 83’inden esirgeniyordu. Geriye kalan yüzde 17 ise İngiliz Yüksek Komiserinin onayına bağlıydı! Bu plan, hem Yahudiler, hem Araplar tarafından diskalifiye edildi. 1947’de devreye girmesi planlanan ve 1939’daki Beyaz Kâğıt’ın tekrarı olan Bevin Planı da Yahudiler tarafından reddedildi. Şubat 1947’de Dışişleri Bakanı, Avam Kamarasında artık bu sorunu Birleşmiş Milletlere intikal ettirmeye karar verildiğini ilan etti.

GEMİLER VE MÜLTECİLER

11 Ağustos’ta Hayfa’ya iki gemi yanaştı. Birisi ‘Yaguz’ adında bir yelkenliydi. 758 yolcusundan 350’si kadındı ve 50’si hamileydi. Tekne 29 gündür denizdeydi. Diğeri ise 450 yolculu ‘Henrietta Szold’ idi. Bütün yolcular Almanya’daki ölüm kamplarından gelmişti. Yolcular yorgundu; ancak pasif direniş gösterebildiler; kafeslere kondular ve Kraliyet Donanmasının destroyerlerinin eşliğinde Kıbrıs’taki kamplara gönderilmek üzere bir nakliye gemisine kondular. Binlerce Yahudi sahile aktı. Ateş açan muhafızlar üç kişiyi öldürdü. Derken 600 yolcusuyla 300 tonluk ‘Palmah’ adında bir mavna daha geldi. İngilizler gemiye dördüncü yanaşma girişiminde hâkim oldular ve gözyaşı gazı sıktılar. Ölen ve yaralananlar oldu. 30 kişi denize atladı. Polis motorları bunları yakaladı. Bazıları geri gönderilmektense, boğulmayı tercih ettiklerini belirtti. İngiliz Hükümeti ise bir taraftan Yahudilere en iyi arkadaş ulus olduğunu ilân ediyordu! Ama ülkede ileride iç savaş çıkması ve hükümetin çökmesi ise tamamen göçmenlerin kabul edilmeme politikasının sürdürülmesinden ötürüydü!

Hükümetin bu ikiyüzlülüğü dayanılmazdı: Arap isyanı, Beyaz Kağıt ile ödüllendirilmişti; Hagana’nın İngiliz birliklerine katılarak gösterdiği vefaya karşı, “omuza bir okşama, kalçalara da bir tekme” reva görülmüştü. Hagana göçmenlere yardım ve savunma için silah depolamanın ötesinde adım adım yöntem değiştirmeye başladı: demiryollarına sabotajlar, Kraliyet birliklerinin sahil koruma teknelerine ve polis istasyonlarına bombalı saldırılar düzenlemeye başladılar. Hagana, İrgun ve Stern örgütleri arasında muğlak bir yaklaşım başlamıştı. Siyonist liderler ise bu duruma duyarsız kalmayı yeğledi.

ŞİDDET ARTIYOR

22 Temmuz’da, Yahudi Ajansının liderlerinin tutuklanmasından bir ay sonra, hükümetin Sekreterlik Bölümünün yerleştiği Kudüs’teki King David Oteli İrgun mensuplarınca havaya uçuruldu. İrgun, suikasttan 25 dakika evvel telefonla haber verdi, fakat uyarı dikkate alınmadı. Şiddetli infilâkta 91 kişi öldü, 41 kişi yaralandı. Bunların arasında İngilizler, Yahudiler ve Araplar da vardı. Ülkedeki Yahudi basını ve Yahudi toplum, Yişuv, bu olayı şiddetle kınadı. Önceden haber verilmiş olması olayın ahlâkî boyutuna bir savunma getirmiyordu. Bu olay, sadece ölen ve yaralananlara değil; aynı zamanda da Yahudi toplumuna ve geleceğine karşı işlenmiş bir suçtu… Suikastın emirlerini Hagana vermişti. Hagana da Yahudi Ajansının doğrudan talimatlarına tâbiydi. Bir organizasyon yoksunluğu ve kargaşa vardı. Lâkin King David meselesi artık Siyonist resmi makamlarının aşırı şiddet uygulamasıydı. İrlandalı ve benzeri teröristler misali Yahudi örgütler de Manda’nın ikiyüzlülüğünden derslerini almışlardı. Bu yeni huyları yeni devletin kuruluşuna dek sürecek gibi görünüyordu. Siyonistler, gerçek sosyal demokrat bir gelenekten geliyordu. Alman ve Avusturya sosyal demokratları hiç savaşmamışlardı, anlaşma yolunu seçmişlerdi. Fakat Nazilerin kurbanı olmuşlardı. Hagana şayet İngilizlere karşı aynı tutumu takınmış olsaydı, o da yok olacaktı. Bu ortamda bile Bevin Hükümeti, mülteci kotasını 1500’den 4 bine çıkarma müzakeresini yapıyordu. Ne ilginçtir: Bevin olmasaydı, bekli de bir İsrail Devleti doğmayacaktı!

18 Şubat 1947’de İngiltere Dışişleri Bakanı Filistin sorununu Birleşmiş Milletlere havale etmişti. BM Asamblesi 28 Nisan’da toplandı ve 15 Mayıs’ta 19. Komisyonu görevlendirdi: United Nations Comission on Palestine (UNSCOP)’ın başında İsveçli yargıç E. Sandstroem vardı. Varılan sonuç on yıl önceki gibiydi. Manda sistemi işlemiyordu ve tek çözüm taksim idi. 12 ve 14 Ekim’de, ABD ve Sovyet delegeleri kararı onayladı. Fakat kararın kabul edilmemesi gene İngilizlerin marifetiydi: 17 Ekim’de İngiliz delegesi Creech Jones şöyle buyurdu: “Majestelerinin Hükümeti, Yahudilere veya Araplara, kuvvet kullanılmasına sebebiyet verebilecek radikal bir kararı, tek başına veya başka ülkelerle birlikte dayatmakta sorumluluk kabul etmeyecektir…”

Bu noktadan itibaren İngiltere’nin politikasına artık dar görüşlü demek bile mümkün değildi; olsa olsa gerçek üstü denilebilirdi. Uluslararası yardım da mevcut olduğu halde İngiltere bu uluslara katkıda bulunmaktan imtina ediyordu. İngiltere’nin sözcüleri, sadece Yahudi ve Arapların sorunlarına müştereken faydalı olabilecek ve her iki tarafça kabul edilebilecek bir çözümü destekleyebileceğini dile getiriyorlardı. İki tarafın kavga etmemesi için uluslararası bir teşekküle rücu etmek ve ondan sonra onun kararını, taraflar arasında barışı zorladığından ötürü reddetmek diplomasi değil, Hapo Marx (Amerikalı bir komedyenin ç.n.) mantığıydı! Bu tutum müteakip haftalarda devam etti: Sovyetler İngiltere’ye karşı çıktı. ABD, ipi kendi tarafına çekti ve Orta Amerika ülkeleri, Siyam, Liberya gibi ülkeleri etkiledi. Küba’nın tavırları da ABD lobiciliğini çağrıştırıyordu. Fakat Filistin Komitesi karar yayınlayacağına üç alt komite kurdu: Taksim planı, Arap tekliflerini inceleme ve Araplar ile Yahudileri barıştırmak için!

TAKSİM PLANI

İngiliz makamlarının verdiği beyanatlar, uygulamada İngiltere Manda’dan ayrılana dek ‘taksim edilmemiş bir Filistin’in kontrolünü elinde tutmayı sürdüreceğini ifade ediyordu. İngiltere’nin yeni itirazlarına karşı koyabilmek için alt komisyon önerileri üçüncü kez düzenlendi. ABD delegesi, İngiltere’nin politikasını köstekleyici olarak nitelendirdi. Nihayet komisyon, 12’ye karşı 29 oyla taksim planını onayladı. İngiltere, her zamanki gibi çekimser kaldı! Sovyetler ve ABD ise beraber hareket ediyordu. Şimdi de 2000 yıldan sonra, ilginçtir, İsrail Devleti’nin kurulması, Filipinli delegenin Birleşmiş Milletler’deki oyuna kalmış gibi görünüyordu.

Bunun üzerine BM’de kulis çalışmaları hızlandı… Kasım 1947’de Kudüs Başhahamı, Yahudilerin Ağlama Duvarında dua etmesini önerdi. Bu öneri işe yaradı! Nitekim aleyhte oy verecek olan Haiti delegesi son anda fikrini değiştirdi. Çin delegesine çekimser oy vermesi telkin edildi. Çekimser oy verecek olan Yunan delegesi aleyhte oy vermeye karar verdi. Hükümetler, Kosta Rika’dan Afganistan’a, İzlanda’dan Peru’ya kadar telefon ve telgraf trafiği geliştirdiler. Bu süreçte olumlu / olumsuz, on iki delege taraf değiştirdi.

Tarihi karar 29 Ekim 1947’de açıklandı. Filistin’in taksimi için 33 lehte (Sovyetler, ABD ve Fransa dahil) ve on üç aleyhte (Müslüman ülkeler, Küba ve Yunanistan dahil) karar çıktı. BM kararının akşamında Yahudiler Tel Aviv, New York, Belgrat, Viyana, Galile’deki yerleşkelerde dans etti; sinagoglarda dualar okundu. Bu, Makabiler döneminden beri Yahudilerin ilk ‘V-Day /Zafer Günü’ idi. Ancak ertesi günü Filistin Arap Yüksek Komitesi üç günlük grev ilan etti. Halep’te Yahudi evleri ve sinagoglar ateşe verildi, Tel Aviv yakınlarında pusuya düşürülen bir konvoyda yedi Yahudi öldürüldü. İç savaşın tohumu atılmıştı.

BM kararından sonraki aylarda Filistin’de İngilizler ile Yahudiler arasındaki çatışmalar doruğa ulaştı. İdamlar, adam kaçırmalar, cinayetler, sınır dışı etmeler günlük olaylar haline geldi.

31 Ocak 1947’de hükümet, Filistin’de kritik işlerde yer almayan tüm İngiliz vatandaşı sivilleri tahliye etme kararı aldı. Bevin, BM’ye İngiltere’nin artık teröristlerle baş edemeyeceğini ve Filistin’den çekilmeye hazırlandığını bildirdi. Arap basını, Büyük Britanya gibi dev bir gücün Yahudi direnişçilere mağlûp olabileceğini algılayamıyordu. Örneğin ‘Falastin’ gazetesi, bu işte bir komplo sezinliyor, İngiltere’nin terörizmi bahane edip Filistin’i bir askeri kampa çevirerek kendi emperyalist emellerine hizmet ettiğini ve dünya barışını sarstığını savunuyordu. Gelişmeler açısından, bu yorum pek de yanlış değildi. Yahudi Ajansının Sözcüsü ‘Palastine Post’ ise, gelişmeden kızgındı ve olayı rakip ideolojilere bağlıyordu.

24 Ocak’ta Genel Vali General Barker, İrgun üyesi Dov Gruener’in idam cezasını onayladı. Aynı gün İrgun biri yargıç, diğeri de emekli subay, iki İngiliz’i Gruener karşılığında rehin aldı. Rehinelere iyi davranıldı ve serbest bırakıldılar. Fakat İngilizler üç ay sonra Gruener’i astı. Tepki gecikmedi: 1 Mart’ta Kudüs’teki İngiliz subaylarının bir kulübü havaya uçuruldu; on iki İngiliz askeri ve polisi hayatını kaybetti. Ertesi gün ülkede sıkıyönetim ilan edildi. Ülkedeki Yahudi nüfusunun yüzde 40’ına tekabül eden 240 bin Yahudi telefon, telgraf, posta ve motorlu araç olanaklarından mahrum edilerek, dış dünya ile ilişkileri kesildi. 16 Mart’ta bu kez Yahudi Ajansının basın bürosu bomba ile havaya uçuruldu. Bunun İngiliz Polisi içindeki karşı grup tarafından yapıldığı iddia edildi. Kudüs’teki suikastın failleri ise hiç yakalanamadı.

Nisan ayında dört Yahudi asıldı; ikisi yargılanmadan intihar ettiler. Akabinde Yahudiler on dört kişiyi daha çeşitli suikastlarda öldürdü. Mayısta 16 yaşındaki bir Yahudi genci, Stern üyesi olduğu iddiası ile sivil İngiliz polisleri tarafından tutuklanıp ölene dek işkence gördü. Emri veren Binbaşı Faran yargılandıysa da beraat etti ve Liverpool’da binlerce kişi tarafından coşkuyla karşılandı. Ancak kardeşi Stern tarafından bombalı bir mektupla öldürüldü!

Bu arada İrgun, Akko’daki bir hapishaneye saldırdı. Napoleon döneminden gelen kalın kale duvarlarında bir delik açarak 100 kadar siyasi tutuklunun firar etmesini sağladı; bunların arasında Arap tutuklular da vardı. Yaralanan bazı suikastçılar yakalandı ve asıldı. Ancak bu kez İrgun’un intikamı çok şiddetli oldu: İki İngiliz başçavuşu, bir portakal bahçesinde, ağaçlara asılı, vücutlarına bubi tuzakları raptedilmiş bulundular. Lakin ülkeye göçler devam ediyor, yakalananlar kafeslere konuyor ve İngiliz nakliye gemileri ile Kraliyet Donanması gemilerinin refakatinde sınır dışı ediliyordu. Direnenler göz yaşartıcı gazla bertaraf ediliyor, izdihamda ölenler ve bunalıma girenler oluyordu. Mahkemeler, bu olaylarda açılan davalar için ‘mültecilerin’ amme huzurunu bozacağı açısından aleyhte karar veriyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi hükümet, mültecileri Kıbrıs’taki kamplara göndermekten vazgeçti. Nedeni ilginçti; oraya gönderilenler, “yarı yolu aşmış” zannına kapılabilirdi. Çözüm, onları Almanya’ya geri göndermek olmalıydı! Nitekim Temmuzda 4.300 yolculu ‘Exodus 1947’ gemisi ‘Ulusal Eve(!)’ yaklaşırken, yolcuları İngiliz gemilerine bindirilmiş, Akdeniz boyunca geriye seyreden bu gemilerdeki ‘tutuklular’, İspanya kıyılarını ve Manş’ı geçtikten sonra onların ‘Ulusal mezarlığı’ olan ülkenin limanı Hamburg’da tahliye edilmişlerdi. Dünya basını yolculuğun her aşamasını mercek altına almıştı: Yakın geçmişinde İngiltere, dostu veya düşmanı uluslara hiçbir zaman bu denli aşağılayıcı yorumların odağı haline gelmemişti… Filistin artık iş savaşın eşiğindeydi1.

Kaynakça:

1 ‘Promise and Fulfilment’, Palestine 1917-1949, Arthur Koestler, London, Macmillan; S.128-151