Şalom Dergi Özel – “Ben bir teröristin oğluyum” *

Tüm Tek Tanrıcı göksel dinlerin ilk öğretisi “Öldürmeyeceksin!” der ve şöyle devam eder: “Bir insanı kurtarmak, insanlığı kurtarmaya eşdeğerdir. Bir insanı öldürmek ise tüm insanlığı yok etmek demektir.”

Söyleşi
8 Mayıs 2017 Pazartesi

Suzan Nana Tarablus


Dünya giderek daha karmaşık, güvenlikten yoksun, hatta tehlikeli. Ülkemizin doğusunda, Güneydoğusunda yaşananlar... Alev-alev bir yangın: Yine terör kol geziyor. Her yeni güne uyandığımızda, çatışma bölgelerinden gelen sayıları sayfalara sığdırılamayacak şehit haberleri asılırken havaya çocukların, babalarının cenazelerine o son bakışları, kentlerimizde, sınırlarımızda ve sınır ötelerinde, şehitler ve onların evlâtları…

Yıkıp yakan, yok eden, insanı ve insanlığı hiçe sayan terör! Kaçabilenler, kaçmayı başaramayanlar, ötelenenler… Hangi baharın fırtınasına kapıldığını bilemeden... Ortadoğu bir savaş yeri… Ve kitlesel dramlar, dünyanın her yerinde her dem!

Darmadağın hayatlar, mahvolmuş aileler, bihaber masum çocuklar. Acaba artık sözün bittiği yerde miyiz?

Dehşetengiz bir eşzamanlılık içinde asrın utancı mülteciler-sığınmacılar... Kapımızda, topraklarımızda, sularımızda… Aylan’larla doldu sahillerimiz; ölü bebelerle, çocuk cesetleriyle.

Günün gerçeğinde ise…

Şayet mülteciler-sığınmacılar geleceğin nesilleri olan çocukları kucaklarında kaçıyorlar ise;

Şayet insanlar tüm aidiyetlerinin birikimlerini, ana vatanlarını, öz topraklarını terk ediyorlar ise;

Kaçmayı başaranlar… Çok derin bir terör kuyusundan çırpınışlarla, can havliyle kurtulurken yaşamın müjdecisi olmaya çalışıyorlar. 

Çok öncelerinde Doğu’da, Hindistan’da, Pakistan’da veya Ortadoğu’da baş gösteren terör şimdilerde ne yazık ki tüm dünyayı tüm zehriyle sardı. Doğu-Batı ayırt etmeksizin…

Batı’nın en batısında, 8 Kasım 2016’da gerçekleşecek ABD Başkanlık yarışında kampanyasını sürdüren Donald Trump’ın, “Müslümanların ülkeye girişini engelleme…” veya “kimliklerine “Müslüman” olarak kaydettirme…” sözleri gibi… Ayrıştırıcı, ötekileştirici, ırkçı! İslâmofobi ile antisemitizm benzer bir nefretin eş söylemleri değilmişçesine…

Terörü İslâm’ın bütününe mal etmek iç-görüden uzak bir söylem iken.

Hâl böyle olsa da…

ABD’deki Yeşiva Üniversitesi Dekanı Rabbi Norman Lamm, İsrail Başbakanı Yitshak Rabin radikal dinci bir genç tarafından öldürüldüğünde, katil için şöyle demişti:  “O da bizim güzel bahçemizden idi. Bizim bahçemizin çimeninden… Ama o bir yaban otu oldu!”1

 

Genç bir adam, Amerikalı, Müslüman… Adı Zak Ebrahim. O bir şiddet karşıtı; o bir barış savunucusu. Zak’ın sözcüklerine, kalbimizi ortaya koyarak kulak verelim. Çünkü o kaderini değiştirecek güce sahip oldu. Zifiri karanlıklarda iken yüreğini ve yolculuğunu erdeme yönlendirdi. Çünkü… Zak Ebrahim bir teröristin oğlu! Ve terörizme, bağnazlığa karşı savaşmayı tercih etti! 

*** 

“5 Kasım 1990’da El-Seyyid Nusayr adlı bir adam Manhattan’daki bir otele girip Haham Meir Kahane’ye suikast düzenledi. Kahane, Yahudi Savunma Liginin (Jewish Defence League) lideriydi.

Nusayr ilk başta suçlu bulunmadı. Ama hafifletilmiş suçunun cezasını çekerken başkalarıyla birlikte New York’un simge yapılarına yapılacak saldırıları planlamaya başladı. Bu mekânlar arasında tüneller, sinagoglar ve Birleşmiş Milletler Merkezi vardı. Çok şükür ki bu planlar bir FBI ihbarcısı sayesinde önlenebildi. Üzücü olan ise, 1993’teki Dünya Ticaret Merkezinin bombalanmasının engellenememesiydi. Nusayr, sonuçta, komploda yer aldığı için suçlu bulundu.

El-Seyyid Nusayr benim babam!

1983 yılına Pittsburg, Pennsylvania’da, Mısırlı bir mühendis ile şefkat dolu Amerikalı ilköğretim öğretmeni bir annenin çocuğu olarak doğdum.

Mutlu bir çocukluk yaşamam için ellerinden geleni yapıyorlardı. Yedi yaşımdan sonra ailemizin dinamikleri değişmeye başladı. Babam beni pek az kişinin – hatta Müslümanların çoğunluğunun bile tanımadığı bir İslâm’a maruz bıraktı.

Tecrübelerimle şunu gördüm:

İnsanlar birbirleriyle yeterince ilişki içinde olup birbirini tanıdıktan sonra, herkesin aslında hayattan aynı şeyi istediğini fark etmesi uzun bir zaman almıyor.

Fakat ne var ki her dinde, her toplumda kendi inançlarına ateşli bir şekilde sarılıp başkalarının da onların istediği gibi yaşaması için her imkânı kullanmak zorunda hisseden küçük bir grup bulabilirsiniz.

Tutuklanmasından birkaç ay önce babam benimle oturup son birkaç haftadır arkadaşları ile beraber Long Island’daki bir poligona gidip hedef pratiği yaptıklarını anlatmış ve sabahına da onunla beraber gideceğimi söylemişti. Ertesi sabah, Calverton Poligonuna vardığımızda FBI’ın bizim grubu izlediğini bilmiyorduk. Atış sırası bana geldiğinde babam tüfeği omuzuma koymama yardım etti. Ve yaklaşık 27 metre ötedeki hedefe nişan alacağımı anlattı.

O gün son attığım kurşun hedefin üzerindeki küçük, turuncu lâmbayı vurunca herkesin, özellikle benim, hayretleri içerisinde hedef alev-alev yanmıştı. Amcam diğer adamlara dönüp, Arapça “İbn ebu” dedi.

Babasının oğlu!

Bu yoruma hepsi çok gülmüştü. Ve ben ancak birkaç sene sonra nedenini anladım: Bende babamınkine benzer bir imha, yok etme yeteneği gördüklerini düşünüyorlardı.

Sonuç olarak bu adamlar, 680 kilo patlayıcı yüklü bir minibüsü Dünya Ticaret Merkezinin Kuzey Kulesinin yeraltı otoparkına yerleştirip patlatınca altı kişinin ölümüne ve binlerce kişinin yaralanmasına sebep oldukları için tutuklandılar.

Bu adamları örnek alıyordum! Onlara ‘amca’ anlamına gelen ‘ammu’ diye hitap ediyordum

19 yaşıma geldiğimde hayatımda 20 kez taşınmıştım. Çocukluğumdaki bu değişkenlik fazlaca arkadaş sahibi olmama fırsat tanımamıştı. Birisinin yanında kendimi rahat hissetmeye başladığımda eşyaları toplayıp bir sonraki kente gitme zamanıydı.

Sınıflarda daima ‘yeni bir yüz’ olduğumdan zorba çocukların hedefi oluyordum. Sınıf arkadaşlarımın hedefi olmamak için kimliğimi sürekli gizli tutuyordum. Ama sınıfın yeni-sessiz-tombul çocuğu olmak, onlarda yeterli dürtüyü oluşturuyordu.

Vaktimin çoğunu evde kitap okuyarak, televizyon seyrederek veya bilgisayar oyunları oynayarak geçirdim. Sözün kısası bağnaz bir evde büyüdüğüm için gerçek dünyaya hazır değildim. İnsanları rastgele ölçütlerle – mesela ırkı ve dini ile değerlendirmem söylendi.

Peki, gözlerimi açan neydi?

Bu tip kafa yapısını sorgulamama sebep olan ilk tecrübelerimden biri, 2000 yılının başkanlık seçimleriydi. Üniversiteye hazırlık programı kapsamında Philadelphia’daki Ulusal Gençlik Toplantısına katılmıştım. Odaklandığım konu başlığı gençlik şiddeti idi. Hayatımın çoğunda zorbalığın, kabadayılığın mağduru olduğum için beni özellikle heyecanlandıran bir konuydu. Grubumuzda farklı yaşamlardan gelen insanlar vardı. Ancak toplantının sonunda arkadaş olduğum bir çocuğun Yahudi olduğunu öğrendim. Bu ayrıntının gün yüzüne çıkması için birkaç gün gerekmişti ve ben aramızda doğal bir husumetin var olmadığını fark ettim.

Daha önce hiç Yahudi arkadaşım olmamıştı

Ve açıkçası hayatımın çoğunda aşılamaz olarak gördüğüm bir engeli aştığım için kendimle biraz da gurur duydum.

Bir başka dönüm noktası, yaz tatilinde Bush Gardens adlı bir lunaparkta iş bulduğumda oldu! Orada birçok inanç ve kültürden insanla bir aradaydım. İşte bu deneyim kişiliğimin gelişmesinde önemli bir temel oluşturdu.

Hayatımın çoğunda eşcinselliğin günah olduğunu duyarak büyüdüm. Şans eseri, bir gösteride eşcinsel insanlarla çalışma fırsatım oldu.

Ve kısa bir süre sonra eşcinsellerin birçoğunun tanıştığım en nazik, en az yargılayıcı kişiler olduklarını fark ettim. Çocukken devamlı tartaklanan biri olarak ‘öteki’nin acılarına karşı içimde bir empati oluştu. O nazik insanların kendim için yapılmasını istemediğim bir tarzda muamele görmesi bana ters geldi.

Bu duygu yüzünden çocukken bana öğretilen stereo-tipleri gerçek hayat tecrübesi ve etkileşimle karşılaştırıyordum. Eşcinsel değilim (eşcinsel olmanın neye benzediğini bilmiyorum) ama kontrolümde olmayan bir durum yüzünden yargılanmanın nasıl duyumsattığını çok iyi biliyorum.

Ve bir CNN programı olan ‘The Daily Show’daki – Jon Stewart beni her gece, entelektüel açıdan kendi bağnazlığıma karşı dürüst olmaya zorlayıp insanların ırkının veya cinsel eğiliminin kişiliğinin – karakterinin kalitesiyle hiçbir ilgisi olmadığını algılamama yardımcı oldu.

Jon Stewart benim için bir baba rolündeydi

Özellikle bir babaya çokça ihtiyacım olduğunda…

İlham çoğunlukla beklenmedik yerlerden gelebilir ve Yahudi bir komedyenin dünya görüşünü kendi aşırıya kaçmış (radikalleşmiş) babamdan çok daha fazla ve olumlu bir şekilde etkilemesi boşa gitmedi.

Bir gün annemle dünya görüşümün değişimi konusunda konuşurken hayatım boyunca kalbimde muhafaza edeceğim bir şey söyledi.

Bana yaşamı boyunca yeterince bağnazlık yaşamış birinin bezgin gözleriyle baktı ve:

Annem, “insanlardan nefret etmekten bıktım” dedi

O zaman anladım ki insanlar kinlerini içlerinde muhafaza etmek için çok daha fazla enerjiye, üstüne üstlük de negatif enerjiye gereksinim duyuyor.

Zak Ebrahim benim gerçek adım değil!

Ailem babamla olan ilişkimizi bitirip yeni bir hayata başlamaya karar verdiğinde bu ismi aldım.

Peki, neden kendimi ifşa edip olası tehlikelere kapımı araladım?

Yanıtı basit:

Bunu belki bir gün şiddet kullanmaya meyilli birisi hikâyemi duyup daha iyi bir yolun olduğunu fark edebilir diye yapıyorum.

Şiddet dolu, hoşgörüsüz bir ideolojiye maruz kaldıysam da fanatikleşmediğimi görebilir diye yapıyorum.

Fanatikleşme yerine, deneyimlerimi kullanarak terörizme ve bağnazlığa karşı savaşmayı tercih ettim. 

Bunu terörizmin kurbanları ve onların sevenleri için,

Terörizmin onlara yüklediği acılar ve kayıplar için yapıyorum.

Terörizm kurbanları için yapıyorum.

Bu duygudan yoksun hareketlere karşı konuşup babamın faaliyetlerini kınıyorum.

Burada şiddetin, insanın dininin ve ırkının doğasında olmadığının ispatı olarak duruyorum.

Oğul babasının yolunda gitmek zorunda değildir.

Ben babam değilim!2

 

***

 

Kültürler ve medeniyetler çatışıyor.

Mezhepler ve dinler savaşıyor.

İnsanlar terör dehşetinden kitlelerle kaçıyor.

Mülteci tekneleri batıyor, batırılıyor.

Hâl böyle olsa da, hepimiz aynı gezegeni paylaşıyoruz (aslında paylaşamıyoruz)!

Hâl böyle olsa da, kendi özünü keşfedip, özündeki sevgiyi çoğaltırken Zak Ebrahim örneği yaşama değer katıyor!

 

İnsanlar yaşam savaşındayken biz oturduğumuz yerden ölülerin hesabını bile tutamıyoruz.

Bir bebek, bir bebek daha… Üç çocuk, beş çocuk daha… İki bebek, iki bebek daha…

Bu yangında biz de için-için küllere dönüşüyoruz…

Biz onları kurtaramadık! Satırlarımı Rihan ve Abdullah’ın oğulları, anneleriyle birlikte her ikisinin bedenlerinin Bodrum sahillerine vurduğu 3 yaşındaki Aylan Kurdi ile 5 yaşındaki abisi Galip Kurdi’nin anılarına adıyorum.

Ve hayata tutunmaları için yakardığım tüm teröre, savaşa maruz kalmış çocuklara…

Çünkü hepimiz aynı gemideyiz!

Özgürlüklerimizin kısıtlılıkları içinde hepimizi adaletsiz çifte standart tuzakları bekliyor!

 

SON SÖZ:

Sevgi her dem nefretten büyük olacak!

 

KAYNAKÇA & DİPNOT

1 “Condemning Islamic Terrorism, Defending

Muslims”; Jonathan Greenblatt; Anti-Defamation League’in CEO’su; Jerusalem Post

2 TEDtalks 

 

*Bu yazı Şalom Dergi’nin Mayıs 2016 tarihli sayısında yer aldı.