Vasat bir melodram

Kanadalı harika çocuk Xavier Dolan ‘ALT TARAFI DÜNYANIN SONU’nun konusunu tiyatrodan alıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
8 Mart 2017 Çarşamba

Beş ünlü Fransız’dan oluşan oyuncu kadrosuna, Oscar’lı Gabriel Yared’in müzik partisyonuna rağmen, Xavier Dolan’ın filmi düş kırıklığı yaşatıyor. Yazdığı senaryoda dört duvar arasında sıkışıp kalan Dolan, uzun diyaloglarıyla yorucu bir film yapmış. Bu kapalı mekân filmi, evinden 12 yıl uzaklaşmış bir yazarın, sorunlu ailesiyle yüzleşmesini anlatıyor. Amansız bir hastalığa yakalandığını söyleme fırsatını bulmayan yazar ailesiyle vedalaşamıyor.


‘JUSTE LA FİN DU MONDE’

Yön ve Sen: Xavier Dolan

Gör: André Turpin

Müz: Gabriel Yared

Kurgu: Xavier Dolan

Oyn: Nathalie Baye, Vincent Cassel, Marion Cotillard, Led Seydoux, Gaspard Ulliel

Henüz 27 yaşındayken, kariyerindeki altı filmle ödüllere boğulan, harika çocuk ilan edilen, kendisine sıkı bir hayran kitlesi edinen Xavier Dolan’ın, son filmi ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu/Juste La Fin Du Monde’ konusunu tiyatrodan alan bir melodram.

Xavier Dolan 2014’te ‘Mommy’ adlı başyapıtıyla Cannes’da Altın Palmiye’ye çok yaklaşmış, Nuri Bilgi Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’na yenik düşerek Jüri Ödülü ile yetinmek zorunda kalmıştı.

Dolan, geçen yıl ödül listesinde sınıf atlayarak Cannes’da ikincilik ödülü sayılan ‘Büyük Ödül’e terfi etti.

Ben, filmi izlemeye giderken beklenti çıtasını çok yükseklere koymuştum. Çünkü filmin oyuncu kadrosu çok ünlü beş Fransız’dan oluşturulmuş, müzik partisyonu Oscar Ödüllü Gabriel Yared’e teslim edilmişti.

Filmin ilk yarım saatinde yanıldığımı ve düş kırıklığına uğrayacağımı anladım. Film, 1995’te AIDS’den ölen Quebec’li tiyatro yazarı Jean – Luc Lagarce’ın aynı isimli 1990 tarihli tiyatro oyunundan alınmıştı.

Xavier Dolan yazdığı senaryoda oyunun metnine sıkı sıkıya sarılıp, tiyatro atmosferini korumaya yeminli bir tiyatro yönetmeni gibi dört duvar arasında sıkışıp kalmayı tercih etti.

Hâlbuki vatandaşı Denis Villeneuve, Wajdi Mouwad’ın yaşanmış bir hayat öyküsünden esinlenerek yazdığı tiyatro oyunu ‘İçimdeki Yangın/İncendies’i mükemmel bir yorumla sinemalaştırırken filmin dört duvar arasında sıkışıp kalmasının önüne geçebilmişti.

Devlet Tiyatrosu’nda keyifle izlediğim oyunun zengin konusunu, Villeneuve bir Ortadoğu ülkesi ile Kanada arasında, müthiş gizemli ve gerilimli bir atmosfer içinde anlatmıştı.

Xavier Dolan, uzun ve yorucu diyaloglara yaslanan, bu kapalı mekân filminde, evinden 12 yıl uzaklaşmış, 30’larının ortasında bir yazarın sorunlu ailesiyle yüzleşmesini anlatıyor.

Amansız bir hastalığa yakalandığı için ölümü artık an meselesi olan Louis (Gaspard Ulliel) doğduğu şehre dönerek ailesine veda etmeyi planlamaktadır. Ancak aile üyelerinin bunca yıl sonra gelen ziyarete farklı tepkileri olacaktır.

İLETİŞİMSİZLİK ASRIN HASTALIĞI

Aile birliğini sağlamaya çalışan geveze annenin (Natalie Baye), etrafında herkese öfke saçan, yeni evlendiği saf ve munis karısı, iyilik meleği Catherine’i (Marion Cotilland) ürküten, sert, haşin agresif ağabey Antoine’ın (Vincent Cassel), neredeyse hiç görmediği küçük kız kardeş Suzanne’ın (Led Seydoux) Louis ile paylaşmak istedikleri farklıdır.

Müthiş bir laf kalabalığı ile karşılanan Louis’nin kendisi hakkındaki acı gerçeği ailesine anlatması kolay olmayacaktır. Bir aile içi hesaplaşmasına dönüşen buluşmada, ağabey Antoine’ın hayatta başarıyı yakalamış kardeşini çılgınca kıskandığı su yüzüne çıkar.

Hayal âleminde yaşayan, sevecen Suzanne’ın ağabeyi Louis’i taparcasına sevdiğine tanık olurken, anne Mariane ile gelini Catherine’in Antoine’i susturma çabalarının yetersiz kaldığını görürüz. Antoine, ziyaret sebebini söylemeye fırsat bulmayan kardeşini kovarcasına havaalanına götürür.

Dolan, görüntü yönetmeni Andre Turpin ile son üç filmdeki beraberliğini ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu’ ile sürdürürken, Lübnan doğumlu Fransız besteci ‘İngiliz Hasta’ (1996) ile Oscar Ödülü kazanan Gabriel Yared ile ilk kez bir araya geliyor. Zaten filmin tek parıltılı yanı, kulağa hoş gelen müziği…

Oyuncu kadrosuna gelince; Gaspard Ulliel, geçen hafta dağıtılan César Ödüllerinde En İyi Oyuncu seçildi. Natalie Baye, Led Seydoux ve Marion Cotillard gibi güçlü oyuncuları silik rollerde izlemek hüzün verici idi.

Bu filmiyle Xavier Dolan’ın En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu César Ödüllerini de aldığını belirtelim.

Dünyanın herhangi bir yerinde geçebilecek türde, evrensel konusuyla film, aile içi hesaplaşmaların, geçmişten gelen kızgınlıkların tartışıldığı, huzursuz bir aile fotoğrafı sergiliyor.

Halledilememiş aile içi sorunlarının, şiddetli tartışmalar eşliğinde, gergin bir atmosfer içinde masaya yatırılıyor. Hayatta beklediğini bulamamış, tatminsiz ve saldırgan, kardeşinin düğününe gelmeyişini hazmetmemiş bir ağabey, çocuk yaşta bıraktığı kız kardeşini 12 yıllık bir aradan sonra karşısında olgun bir genç kız olarak bulan, başarıyı yakalamış ünlü bir yazar olarak, korkusunu yenerek yüzleşmeye gelen erkek kardeş.

Yalnızlık, özlem, öfke, kıskançlık, hüzün, karşılıksız sevgi gibi temaları işleyen filmin kahramanı Louis’nin (Dolan’ın) çoğu filmlerinde olduğu gibi) gay oluşuna hiç şaşırmıyoruz.

Kariyerinde ‘Annemi Öldürdüm’ (2009), ‘Mommy’ (2014), ‘Laurence Anyways’ (2012) gibi kaliteli yapıtlar bulunan bir yönetmenin filmografisinin en zayıf halkası olan ‘Dünyanın Sonu’ nun hak ettiğinden daha fazla övgü aldığını söylemek mümkün.

 

ABD TARİHİNİN KARA SAYFASI

60’lı yılların başlarında ırkçı Amerika’da, konularını gerçek hayattan alan iki film, yılın Oscar adayları arasındaydı. Zenci bir kadının, beyaz bir erkekten çocuk doğurduğu için Virginia’dan kovulmalarını anlatan, Jeff Nichols’un ‘Loving’i ile NASA’da çalışan üç zenci kadının ayrımcılık öyküsünü anlatan ‘Gizli Sayılar/Hidden Figures’, sivil hakların kazanılmasındaki mücadeleye odaklanıyor.

1960’lardaki Soğuk Savaş döneminde, uzaya insan fırlatan Sovyetlere yetişme gayretindeki NASA’da çalışan üç siyahi kadın matematikçinin öyküsünü merkezine alan ‘Gizli Sayılar’ alışıldık klişelere ve formüllere yaslanan bir film.

En İyi Film, Uyarlama Senaryo ve Yardımcı Aktris dallarındaki Oscar adaylığını ödüle çeviremeyen film, yaratıcılığın ırklar üstü olduğunu, ayrımcılığa maruz kalanların yılmadan başarıya ulaşabileceklerini kanıtlıyor.

‘St. Vincent’ filmiyle tanınan, senaryo yazılımına da katılan Theodore Melfi’nin yönettiği film, beyazların tuvaletlerini kullanamayan dahi matematikçi Katherine Johnson’un, NASA’nın ‘Mercury Projesi’ne katkısını anlatıyor.

Soğuk Savaş döneminde solculara cehennem hayatı yaşatan ABD’de ırkçılığın tavan yaptığı günlerde, uzay yarışında sıkıntı yaşayan NASA’da, üstün zekâları ile parlayan üç siyahi kadın matematikçinin renk ayrımıyla yaptıkları mücadeleyi izliyoruz.

Filmde, kurgusal bir karakter olan, NASA’nın Uzay Görev Dairesi Başkanı Al Harrison’un (Kevin Costner) himayesine giren Katherine Johnson’un (Tiraji P. Henson), astronot John Glenn’in dünyanın yörüngesinden çıkabilmesindeki katkısı, duygusal bir tonda anlatılıyor.

ABD’nin yakın tarihinde, sivil hakların elde edilmesi mücadelesindeki siyahi kahramanlar arasına giren bu üç matematikçi kadının, ayrımcılığı yok etmedeki rollerini film, biraz da abartarak perdeye aktarıyor.

Margot Lee Sheterly’nin, 1960’larda bir grup siyahi kadının NASA’da görev almasına dair gerçek bir öyküyü anlatan kitabından alınan film, dönemin atmosferini yansıtmadaki başarısıyla, sağlam sinematografisi ve uyumlu oyuncu kadrosuyla öne çıkıyor.

Bilgisi ve zekâsıyla NASA’nın beyin takımına girmeyi başaran Katherine Johnson’un, erkeklerin dünyasında da yer bulma savaşını film sürükleyici bir tonla anlatmıyor.

Çalıştığı bölümde siyahların kullanabilecekleri tuvalet olmadığı için bir kilometre ötedeki tuvalete koşarak, kendisini hor gören beyazların tacizlerini sineye çekerek mücadelesini sürdüren Katherine, siyahi tarihinin göz ardı edilmiş kahramanlarından biri.

Arkadaşı Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) NASA’ya yeni monte edilen devasa bilgisayarlardan hızlı ve doğru bilgi almadaki hüneriyle, diğer siyahi matematikçi kadınların terfisini sağlayan bir üstün zekâ.

Filmin üçüncü kahramanı Mary Jackson (Janelle Monae), mahkemeye başvurup, hâkimi de ikna ederek, siyahilerin kabul edilmediği bir üniversiteye girmeyi başarıyor.

Katherine’in ihtiyacını gidermek için başka bir binaya gittiğini öğrenen amiri Al Harrison, bulundukları bölümün ‘beyazlara mahsustur’ levhasını balyozla indirirken, “NASA’da hepimiz aynı renk işeriz” diyor.

Theodore Melfi, duygulara hitap eden, insanın içini ısıtan sinema diliyle anlattığı bu ‘başarı hikâyesi’nde sürpriz yok. Hollywood filmlerini izlemeye alışık olanlar sekansların gidişatını ve mutlu sonu tahmin edebiliyorlar.

Üç kadın oyuncu, abartıya kaçsalar da başarılı performanslar çıkarıyorlar. Kevin Costner bilinen etkileyici oyun gücüyle, realist ve babacan bir başkan oluyor.

Kirsten Dunst, NASA’nın üst düzey kadın görevlisi rolünde oyuncu kadrosunun başarısına ortak oluyor.