‘Nilüfer Belediyesi Tiyatro’dan Romeo ve Juliet

‘Nilüfer Belediyesi Tiyatro’dan, Serdar Biliş & Ahmet Sami Özbudak yorumuyla ´Romeo ve Juliet´.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
1 Mart 2017 Çarşamba

“I have lost myself. I am not here.

This is not Romeo. He’s some other where”                  William Shakespeare (Özgün Metin)


“Yitirdim kendimi burada değilim ben.

Bu Romeo değil, O başka bir yerde”         Özdemir Nutku (Çeviri)


“Ben âşık olmadım, belki de ‘aşk’ Romeo oldu.

Onunla bütünleştim bir oldum.

Yani benim adım bundan sonra aşk!”                           A.Sami Özbudak (Güncel Uyarlama)

Bursa’nın Nilüfer ilçesinin Belediye Başkanlığınca 2007/2008 sezonunda kurulan Nilüfer Sanat ‘Tiyatro’, halkın ilgi göstermesi, Nilüfer ilçesinde yeni sahnelerin açılması sonucunda, 2014-2015 sezonunda Nilüfer Belediyesi ‘Tiyatro’ adını alarak yerleşik bir tiyatroya dönüştü. İlçenin, hatta kentin sınırlarını aşan başarısıyla, ülkenin önemli tiyatrolarından biri olarak kabul görerek, prodüksiyonlarını turnelerle Türkiye’nin başka illerinde de sergiledi.

Nilüfer Belediyesi ‘Tiyatro’, 2016 – 2017 sezonunu Serdar Biliş’in yönettiği, Ahmet Sami Özbudak’ın güncel Türkçeye uyarladığı çağcıl bir  ‘Romeo Ve Juliet’ ile açtı.

William Shakespeare’in küçüklerin, büyükler birbirini boğazlarken yaşamaya çalıştığı aşkın trajik sonucunu günümüzde bir lise sınıfına, birbirine düşman iki arkadaş gurubunun arasına getiren bu yorumun temelinde ‘iz’  ve ‘hayal-i temsil’in ödüllü yazarı Ahmet Sami Özbudak’ın müthiş uyarlaması var.  Kahramanları öldükçe ölümsüzleşen bu aşk öyküsünün katmanlarını, Shakespeare’in dilindeki zarafeti bozmadan günümüze taşımaya soyunan Özbudak, yıllar önce Can Yücel’in ‘Bahar Noktası’ için yapmış olduğu gibi,Romeo Ve Julieti Shakespeare ruhuna birebir sadık, ancak anlatımda olabildiğince özgür bir biçemde yeniden yazmış.

Sonuçta, hem Shakespeare’in izleğinde yol almayı, hem de güncel bir dilde yeniden söylemeyi çözümlemiş dört dörtlük bir uyarlamayı da aşan, 5 perdelik özgün metnin zekice ayıklanarak 110 dakikalık yoğun bir seyirliğe dönüştüğü çok sağlam bir dramaturji çalışması çıkmış ortaya.

Sanırım ki, kendi çağının güncel ozanı Shakespeare, Özbudak’ın yeniden söylediği bu ‘Romeo ve Juliet’ten çok hoşlanır, Romeo’nun Benvolio’ya aşkta eriyip gittiğini anlattığı ünlü dizelerde, Sami’nin Romeo’yu ‘aşk’ ile bütünleştirmesinden de  müthiş keyif alırdı.

İstanbul seyircisi Middlesex Üniversitesinde Tiyatro Yönetmenliği okuyan, İngiltere’de çok sayıda oyun yöneten, İngiltere’yle Türkiye arasında çalışan 1977 doğumlu Serdar Biliş’i ilk kez 2010 İKSV Uluslararası Tiyatro Festivali’nde üç kadının bütün karakterleri canlandırdığı etkileyici ‘Fırtına’ ile tanıdı. Eskişehir ve Kocaeli Şehir Tiyatrolarında oyunlar sahneleyen, eğitmenlik yaptığı Kadir Has Üniversitesinde çok sayıda mezuniyet oyunu yöneten Biliş’in 2014’te yönetmenliğini yaptığı Lars Norén’in ‘Savaş’ı, kazandığı Yılın Tiyatro Oyunu ödülünü fazlasıyla hak eden çok başarılı bir çalışmaydı.

2016’da, İstanbul Şehir Tiyatrolarında nefis bir canlı müzik, sis efektleri, aynalar, canlı video çekimleri, projeksiyonlar,  her dönemi çağrıştıracak kostümler eşliğinde keyifli bir modern curcuna olarak sahnelediği ‘Onikinci Gece’ bana epey ‘fazla’ gelmişti. Oyun geliştikçe, yönetmenin birbirinden parlak buluşları yorucu gelmeye başlamış, sahnedeki kargaşanın metni ikinci plana iterek izleyiciyi konudan kopardığı hissine kapılmıştım.

Bu sebeple, fırtına gibi bir ekiple, efektler, müzikler ve video çekimleriyle destekleyerek sahnelediği  Romeo ve Juliete, baklavayı çok da sevsem, bir tepsi dolusu yemiş olmanın hazımsızlığıyla çıkmaktan korkarak geldiğimi itiraf etmeliyim. Ancak bu kez korktuğuma uğramadım. Biliş’in yönetmenliği her zamanki müthiş parlak buluşlarla dopdolu ama bu kez tüm biçimciliğini iki gencin trajik yazgısının emrine vererek, son derece dozunda bir iş çıkarmış.  

‘Romeo Ve Juliet’, Sahne ve Işık Tasarımını üstlenen Cem Yılmazer’in işlevsel sınıf dekorunda oynanıyor. Sınıfta arkadaşlarının Romeo ile Juliet’in cansız bedenlerini bulmalarıyla başlayan çarpıcı giriş sahnesi, dadının çığlığıyla asıl öykünün anlatıldığı uzun bir flashback’e dönüşüyor. Bu geriye dönüş oyunun sonunda, yine dadının çığlığıyla etkileyici finale uzanıyor. Bitmez tükenmez bir enerji ve müthiş bir uyumla 14 genç oyuncu, kostümler, maskeler, danslar (Koreografi, Tuğçe Tuna), müzikler, şarkılar (Müzik Direktörü, Burçak Çöllü) eşliğinde oyunu soluk soluğa, nefes almaksızın ve aldırmaksızın izletiyor.

Seyrederken, yorumda bir eksiklik olduğu, tüm zamanların en ünlü aşk öyküsünün romantizminin bir parça yitirildiği izlenimine kapıldım. Bittiğindeyse, dört yüz küsur yıl önce Verona’da, anlamsız bir kan davasına karşın aşklarını yaşamaya çalışan iki yeniyetme çocuğun değil, 21. yüzyılın kargaşasında, bir liseli genç gurubunun Romeo’suyla Juliet’ini izlediğimi fark ettim. Günümüze ancak bu kadar romantizm kalabildiğini, bu açıdan bakıldığında yorumun bir bakıma yitirmiş olduğumuz tüm duygusallığa, düşlere, hayallere bir ağıt olduğunu düşündüm.

Tek itirazım böyle çağcıl sahnelemenin sonunda, karakterlerin önem sırasına göre izleyiciyi selamladığı ‘retro selam’. Tamam, yapısal olarak Mert Tiryaki (Romeo) ve Melisa Akman (Juliet) başroldeler ve gerçekten müthiş iyiler. Ancak onları öne sürmenin, Elit Andaç Çam’ın olağanüstü dadısına, Çağdaş Tekin’in tüyler ürpertici Mercutio’suna, Gökhan Kum’um benzersiz keşişine, Şeyma Gökçe Cengiz’in heyecan verici ‘dişi’ Benvolio’suna, Cansu Ecem Karabulut (Juliet’in annesi), Deniz Gürsucu (Romeo’nun annesi), Hakan Kahraman (Uşak), İbrahim Ersoylu (Paris), Meral Kaya (Romeo’nun arkadaşı), Mesut Özsoy (Prens), Suat Onur Çalık (Juliet’in babası) ve Yüce Armağan Erkek’in (Tybalt) dört dörtlük desteğine ayıp olacağı kanısındayım. Çünkü “hangisi daha iyiydi?” sorusunun tek bir cevabı var: “HEPSİ”.

 Her ay Bursa’dan kalkıp, dekorları ve kostümleriyle Moda Sahnesi’ne geliyorlar. Şehrin hangi yakasında olursanız olun, üşenmeyin mutlaka gidip seyredin. Hem çok başarılı bir oyun izleyeceksiniz, hem de İstanbul, İzmir, Ankara, Diyarbakır, Antalya ve Eskişehir’den sonra Bursa’nın genç oyuncularını keşfetmek içinizi ısıtacak, ülkemizin geleceğine umudunuz daha da artacak.

6-7 Mart, 3-4 Nisan 20.30’da Moda Sahnesinde.

 

Görme Yeri’nin yeni oyunu 'Çekim'

Bizi hayatta tutan şey yer çekimi çünkü…

Çünkü buna ihtiyacımız var.

Buna gözlerimizin ihtiyacı var. Burnumuzun, kulaklarımızın, tenimizin, dilimizin ihtiyacı var.

Uğur Küçükdağ’ı ilk kez, gnlev’in ilk oyunu ‘Yüksek Derece’de,  2 metre boyunda, rakı içip dans etmeye meraklı dev bir böcek kâbusu gören 406’daki adamı olarak tanımıştık.

Müthiş bir yetenek olarak gördüğümüz bu genç oyuncu, giderek has bir tiyatrocuya dönüşmüş, görme yeri adıyla kurduğu toplulukta, kadının aile, toplum, ebeveyn gözündeki yerini inceleyen, şiddeti katmanlarına ayırarak zekice eleştiren ilk oyunu ‘Gürültünün İçinde’yi yazıp yönetmişti.

Yazıp yönettiği ikinci oyunu  ‘Kimseye Birşey Söylemeyeceğim’, kadın cinayetlerini,  toplumsal duyarsızlığı, seyirci etkisi sendromunu kavramsal ve gerçekçi bir yaklaşımla yeniden anlatmaya, yorumlamaya soyunuyordu.

Uğur Küçükdağ, bu kez yazıp yönettiği üçüncü oyunu ‘çekim’le karşımızda.

“Sahne bir boşluktur.İnşa edilmemiş, tasarlanmamış, başlanmamış, belki de yeni taşınılan bir ev gibidir. Eşyalar kartondur. Mesela yatak kutulardan yaratılır. Beyaz eşyalar beyaz kartonlardır.

Gerçek değildir hiçbir şey. Ama gerçek gibidir de… Ama bunların sahnede görünmesine ihtiyaç yoktur.

Olmasa da olurlar. Olmasa da olur…

Bir muşamba vardır. Evet, evet o muşamba ses çıkaran çarşafların altına saklanan bir muşambadır.

Eğer bulunamazsa sahneleme için eksik bir şeyler var demektir.

O zaman anlatmak için bir sebep yoktur.Sadece müzik vardır aslında. Belki biraz da ışık…”

diyen Uğur, izleyicisini oyun alanına, düşlediği ve Ezgi Pamir’in tasarladığı dekorun içinden geçirerek, aksesuarların bile kartondan olduğu bu yapay mekânda, gerçek yaşamdaki kadar yapay bir öykü anlatmak için alıyor.

Geleneksel orta direk aile. Anne, baba, biri kız biri erkek iki çocuk, uzaklarda yaşayan teyze, ileride aileye katılacak olan damat. Evlat edinilmiş küçük kardeşle ablası arasındaki ilişki, gelecek ve geçmiş arasında kaybolan gerçeklik, soğuk ve sessiz yaşam şekilleri…

Uğur Küçükdağ, ailenin traji-komik hikâyesini, 1980’lerden günümüze Amerikan rüyasının Türkiye’de yansımalarının ve toplum yapısındaki kökten değişimin fonunda anlatırken, ailenin bu yeni oluşmuş toplumsal kast sistemindeki sallantılı yerini de başarıyla aktarıyor.

İlginç metin, çok sağlam oyunculuklar, kesinlikle görülmeye değer.

 ‘Çekim’ 6,13 ve 27 Mart BO Sahne’de.

Hepinize iyi seyirler dilerim.